Gelenek mi gelecek mi?

ABDULLAH KASAY
Abone Ol

Özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren bilim ve teknolojideki gelişmelerin de etkisiyle meydana gelen sosyal ve kültürel değişmeler artık dünyada yeni bir sürecin işaretleri olarak kabul edildi. Egemen olan kapitalizm ve sanayileşme sürecinin doğurduğu modern sanayi toplumu özelliklerinin gittikçe hızlanarak değiştiği gözlendi.

Modernizmin “ideal toplum” parolasıyla, kendine bağlı argümanlardan hareket ederek ortaya koyduğu çözüm yollarının bir noktada insanı çıkışsız bıraktığı bir zaman diliminde, bu “doğrusal ilerlemeye” karşın “dönüştürme” taraftarı olarak ortaya çıkan postmodernizm, tek tipin, tek merkezin, bütünselliğin karşısına çeşitlilik, parçalılık ve hatta daha yerellik olarak çıkmıştı. Postmodernizmin kesin hatlarının olmayışı, belki de modernizmin başarısını elde ederken kullandığı “geriye dönük sildiği her şeyi”, bu dönüşüm sürecinde yeniden tedavüle sokma çabasını da ortaya çıkarmıştı. Daha ziyade “mutlak gerçeklik” yoktu artık. Herkesin gerçekliği çeşitlenmeye başlamıştı. Hal böyleyken modernizm sürecinde ele alınan tüm kavramlar postmodernizmle yeniden “yapı bozuma” uğratıldı. Bu bozum, ortaya saçılanlardan “anlam devşirme” noktasında başarılı da oldu. Fakat her ne olursa olsun temel itibariyle modernizmin tahakküm altına aldığı bazı kavramlar ya da anlamlar, postmodern daire içerisine girse de “özü” itibariyle bir eksilme yaşamıştı. Zira modern dünyayı kuran Aydınlanma fikrinin özellikle Rönesans ve Reform döneminde ortaya koyduğu bilim, sanat ve dinsel alanda, geleneksel ruhla kesinkes bağları koparan yapısı, postmodern zamana da “manevi olanla çatışan bir formu” miras bıraktı.

“Mutlak gerçeklik” yoktu artık.

Esasında sadece din ekseninde yaşanan birtakım aşınmalar değil, maddi bir görünüm sunan bireycilik, bireyselcilik ya da hümanizm gibi çoğu olgu da modern dünyanın bir sonucu olarak ortaya çıkan “tek bir sonuca” ulaştı. Modern dünya eğer birtakım görünümleri ile var ise ve bunların başat alanı “bilimsellik” ise bu kapsamda ortaya koyulan tüm çalışmaların da fizikî dünyada bir karşılığının olması beklentisi, “modern bilimin ağına yakalanamayan her şeyin” bütünüyle görmezden gelinmesine neden oldu ve hatta fiziki dünyada karşılığı olmayanların “nesnel olarak kanıtlanamadığı gerçeğine” de dönüştü. Modernleşme ve küreselleşme sürecinin katlanarak devam etmesi ve yeni toplumsal düzenler ortaya koyması; özel kavram ve değerlendirmeleri yapmayı da zorunlu kıldı.

Özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren bilim ve teknolojideki gelişmelerin de etkisiyle meydana gelen sosyal ve kültürel değişmeler artık dünyada yeni bir sürecin işaretleri olarak kabul edildi. Egemen olan kapitalizm ve sanayileşme sürecinin doğurduğu modern sanayi toplumu özelliklerinin gittikçe hızlanarak değiştiği gözlendi. Sanayi toplumu sanayileşme sürecinin özelliklerini taşımakta iken, bu yeni süreçte ortaya çıkmakta olan toplumun özellikleri tanımlanmaya çalışıldı. Yeni bir toplum yapısı ve yeni bir süreç yaşanmakta olduğu, sosyal bilimciler tarafından genel kabule dönüştü. Bu hâli ile mahremiyet algısından, tüketim alışkanlıklarına; bilgi kaynaklarının değişiminden, kimlik sorunlarına; kamusal ilişkilerden, gündelik yaşama kadar birçok dinî, sosyolojik ya da kültürel sahada gelişen hadiselerin tamamında ortaya çıkan sonuçlar ele aldığımız mesele noktasında da tutarlı, objektif ve anlamlı değerlendirmeleri güçleştirdi.

Bugün dünya üzerinde konuşulan ve kabul gören durum, toplumların bir aşamadan başka bir aşamaya geçişinde yaşanan hadiselerin tek faktörlü olarak açıklanamayacağıdır. Teknolojik aşamaların sistematik bir biçimde günümüze kadar gelmesi, bundan sonraki süreçleri değerlendirmek adına bir “tecrübe” oluşturmuştur. Bu tecrübelerin en büyüğü bütün bunların “bilgi” ile değerlendirilmesi gerektiğidir. Bu sonuç itibariyle dile getirilen birçok kavramın bu bilgi türü ile yorumlanması, birtakım tezatlar ortaya çıkmaktadır. Çünkü postmodernizme göre artık tam olarak herkeste eşit seviyede ortaya çıkan ya da belirli bir yola bağlı olarak herkesi aynı sonuca ulaştıran bir bilgi türünden bahsedilemez. Çünkü kişinin “bilme hâli” bir takım bireysel çabalara ve tecrübelere de dayalıdır artık. Modern hayat tarzının biçimlendiği batılı sosyoloji, giderek daha da modernlik ve modernleşme incelemesine odaklanmış ve modernliğin zıttı olarak kabul gösterdiği mesela gelenek gibi kavramları; teoloji, folklor ve politik felsefenin ilgi alanına indirgemiştir.

Kişinin “bilme hâli” bir takım bireysel çabalara ve tecrübelere de dayalıdır artık.

Dolayısıyla hayat tarzını belirleyen en başat alanlardan örneğin din alanında geleneğin bu şekilde geriye itilişi, inanç anlayışlarının yerine farklı şekilde tezahürler gösteren olguların ikame edilmesine neden olmuştur. Bu yer değiştirmeden dolayı içinde geleneğin de olduğu çoğu kavram hafifsenmiş ya da modern düşüncenin önündeki en büyük engel olarak karşı kutba yerleştirilmiştir. Sıklıkla dile getirilen “muhafazakarlık” tartışmaları ve bir refleks olarak görülen “gelenekselcilik” ya da her ikisinin birlikteliğinde; ontolojik olarak “modernlik karşıtı bir yapıya” bürünüşü, bu kavramları da “ötekiye” dönüştürmüştür. Bu hâli ile; en baştaki algı artık geleneğin, modernliğin doğrudan reddine ilişkin bir “öteki” olduğu ile ilgilidir. Bu algılanış biçiminden ötürü kavramın güncel hayat meselelerine doğrudan bir çözüm üretmeyişine dair birtakım görüşler ön plana çıkmıştır.

Modernizmin oluşturduğu gerilim hattının uçlarında yer olan eski ve yeni, yaşanan toplumsal sorunlar karşısında zıt kutuplarda konumlandırılarak, birbiri ile çatışır hâle dönüştürülmüştür...

Çünkü eğer geleneğin bir gücü mevcut ise bu gücünü geçmiş ile sürekliliği temsil etme ve aynı zamanda geleceği de aynı doğrusallıkta düzenleme yeteneğinden almakta ve bu nedenle de sıradanlaşıp anlamsızlaşma tehlikesine karşın sürekli yeniden yorumlanmaya hatta yeniden üretilmeye gereksinimi vardır. Fakat son iki yüzyıldır dünyanın çok daha farklı tahayyülleri yaşaması, sınırların ortadan kalkması ve bu sebepten ötürü “ötekiye” dair merakının günümüze kadar katlanarak gelişi es geçilmemiş ve gelenek kavramı ancak bu “ötekiye olan merakın” giderilmesi sürecinde sahneye çıkarılır hale büründürülmüştür. Aslına bakılırsa “bir taşla birden fazla kuş vurularak” modernizmin zincire bağladığı kavram, anlamsallığını postmodernizm içerisinde “çizilen sınırlar” ile yeniden kazanmıştır. Burada vurgulanmalıdır ki “gelenek” ile “modernliğin” yol ayrımında her ne kadar birbirleri ile çatışır yanları olsa da her iki olgunun keskin hatlarla ayrışmış bir şekilde konumlandırılmadığı görülür.

Zira ülkemiz özelinde bakıldığında geleneğin ve modernliğin gerçekte birbirlerine eklemlenen ortak formlara sahip olduğu ve zaten geleneğin modern bir zeminde savunulmaya çalışılmasının aslında kendine bir “öteki” yaratması anlamına geleceği ve bu noktada “kendiliğinden” olan niteliğinin kaybedilerek muhteva kaybına uğrayacağı bir gerçektir. Çünkü esasen çeşitli bilimsel ölçütlerin somut çıktılarının şematik olarak belirginleşmesi ve bunların toplamının “medeniyet” olarak telakki edilmesi ve bu medeniyetin birincil bilgi kaynağı olarak işaret ettiği birtakım argümanların karşısında Batı’nın dışında kalan toplumların iletişim kanalı olarak açık tutulan “modernizm”, bir iletişim aracına dönüşmüştür. Bu iletişim aracı ekonomik, politik, sosyal boyutta Batı merkezci anlayışın dünyaya sunduğu tek gerçeklik olarak görülmektedir. Buna karşın son tahlilde “geleneğin” bu gerçeklik olarak lanse edilen durum karşısında bir savunma aracı olarak kendi varoluş şartlarından başka bir noktada konumlandırılması, onu bir “biçim” hâline dönüştürmüştür.

Bu biçimsellik onu formel bir düzleme taşıyarak daha içine kapanmış bir eksene oturtmuştur. Modernizmin oluşturduğu gerilim hattının uçlarında yer olan eski ve yeni, yaşanan toplumsal sorunlar karşısında zıt kutuplarda konumlandırılarak, birbiri ile çatışır hâle dönüştürülmüştür... Toparlarsak postmodernizm işte burada yeniden devreye girerek modern düşüncenin biçim değiştiren birtakım kavramsallaştırmalarına “sibop” olmuştur. Nitekim geçmişte yapılan bazı genellemelerin kısmi ve taraflı analizler barındırdığı artık halı altına süpürülemeyecek kadar postmodern gerçeklerdir. Örneğin sadece Anglo-Amerikan muhafazakârlığı üzerinden ya da liberal muhafazakârlık üzerinden genel bir sonuca varılmaya çalışılması, yahut Kıta Avrupası muhafazakârlığı ya da otoriter muhafazakârlık üzerinden kestirme genelleyici yorumlara ulaşılması, toplumsal pratikler doğrultusunda değişen algılar karşısında kendini “koruyamamaktadır”.

Bu açıdan bakıldığında “gelenek” gibi bir kavram ne kadar korunaklı olursa olsun “çeşitlilik” arayışları içerisinde mesela ülkemizde de Euro-İslâm modelinin öngördüğü biçimde yeniden şekillenmektedir. Daha ziyade bir takım İslami hareketlerin modernleşme ile birlikte gelen kültürel hareketler karşısında statik bir yapı içerdiği hatta bu kültürel hareketlere çoğunlukla bir tepkisellik içerdiği ve “geleneği muhafaza edici” yönünün ağır bastığı fikri dile getirilmektedir. Bu hali eğer bir gelenek muhafaza edilecek ise bu da postmodern tahayyülün öngördüğü “deneysellik” içerisinde farklı arayışlara yönelerek, farklı “tatlar tadarak” olmalıdır... Ha unutmadan eğer bu da bir sonuca ulaştırmaz ise bizi biraz da modernizmin iddialarına ulaşamadığını iddia ederek ve bu yüzden de herhangi bir “post” ekinin modernizmden önce gelemeyeceğini savunan remodernizme takılırız. Belki o zaman “postislam” kavramı da tartışılmaya başlanır ülkemizde...

Fakat en başa dönersek vurgulamalıyız ki tüm kavramları inşa eden, sonra bozan ve yeniden inşa eden “modern dünyanın bunalımına” cevabımız, belki de bizim de o bunalıma “mütevazi katkımızı” sonlandırmak ile mümkün olacaktır. O zaman belki de yeniden kendi kavramlarımızı bulabiliriz...