Geçecek Zaman

HABER MASASI
Abone Ol

Anlatıcıların şakaları ansızın ortaya çıkan bir cin gibi değil bu arada, bunu başarılı buldum. Bu şakacı dil ya da cinler öykü bitene kadar bizimle, başından sonuna kadar neşeli bir sesten hikâyeler dinliyoruz yani. Sözdizime, sıfatlara, seçilen kelimelere baktığımda gerçekten de yaşadığı toprakların kelimelerini, insanlarını, ruhunu, ekonomisini, siyasetini, derdini, hikâyesini, gailesini bilen bir öykücüyle karşı karşıyayız.

Gülşen Funda: Merhaba Mustafa, ben bu satırları yazarken sen Çekmeköy-Üsküdar metrosundan çıkmıştın. Son mesajını okuyorum seni, ve elbette çayı beklerken; "Gülşen, umarım kitabı beğenmemişsindir, aynı fikirde olunca çok sıkıcı oluyor." Biliyorsun ki, en son dakikaya kadar birbirimizi etkilememek için pek bir şey söylemeyiz ancak oldu mu bu Mustafa! Dur giriş, gelişme, sonucu var bunun. Daha çay içeceğiz, kitabı karıştırıp yazar biyografisine göz gezdireceğiz. ğ'deki öykülerini kitaba almış mı diye arşivi raftan indirip kitaptakilerle kıyaslayacağız, cümle ekleme çıkarmaları fark edeceğiz, kitaba almadığı öykülere bakarken -eski bir dosta rastlamış gibi- mahcup gülümserken bulacağız kendimizi.

Biyoloji öğretmeni İhsan'ın "Luzır" olma hikâyesinden, öğretmenler kurulunda tutanak yazan Korkmaz'dan bahsedeceğim sana; tarihin değil ama dergi sayfalarının arasında kalan kimi öykülerden yani. Hız kesmeden ğ'deki durum değerlendirmesinde Aykut Ertuğrul'un Mustafa Çevikdoğan öyküsü hakkında neler söylediğini yahut müjdelediğini anlatacağım. Hatta biliyor musun, ğ'deki öykülerden en gencini üç yıl önce yazmış diyeceğim, neden bu kadar az yazıyor acaba, ikinci kitabı ilkinden dört yıl sonra çıkmış, belki bunları da altı yıl önce yazmış olabilir diye sana bakacağım heyecanla, Saatleri Ayarlama Enstitüsü'ndeki Deli Seyit Lütfullah hakkında yazdıklarını hele... (Tam bu esnada, Mustafa içeri girer.)

Mustafa Aplay: Merhaba Gülşen. Sadece bu bağlamda değil, insanlarla aynı fikirde olmayı genel olarak sıkıcı buluyorum ben. Kimse farkında değil ama aslında herkes aynı fikirde, yaşadığımız çağın bir ironisi de bu bence. Çatışmayı ancak kurmaca metinlerde buluyoruz. Çevikdoğan öyküsünde de bu çatışmadan, onun getirdiği canlılıktan ve birçok güzel şeyden söz edebiliriz herhalde. Geçecek Zaman'ı konuşacağız ama ikimiz de yazarın iki kitabını da okuduğumuz için daha bütüncül bir okuma yapabiliriz diye umuyorum. Bütüncül demişken, Çevikdoğan öykülerinde de yok mu bu durum? (Cümleleri bağlama ve dolayısıyla bütüncüllüğü sağlama konusunda hiç iyi başlamadığımın farkındayım.) Yazar bir noktadan alıyor okuru ve ona bulmacalar gösteriyor, hikâyeler anlatıyor, şakalar yapıyor ve bu keyifli yolculuktan sonra hafifçe bırakıyor yere. Kopmak, öykünün derinliklerinde kaybolmak pek mümkün değil gibi. Ne dersin?

Gülşen: Bir ölçüde katılıyorum söylediklerine. İroni, yazarın zekâsıyla doğru orantılı olarak boy gösteriyor öykülerde. Geçecek Zaman'daki "Size Güzelliği Getireceğim" öyküsündeki bulmacalar, göz gezdirirken klişe izlenimi verse de bulmacanın matematiğine, şifre oluşturmanın kuramına dair cümleleri öyküyü ileri taşımış bile diyebiliriz. Yalan söylemenin âlemi yok. Ben çözemedim şifreyi bu arada. Ayrıca, anlatıcıların şakaları ansızın ortaya çıkan bir cin gibi değil bu arada, bunu başarılı buldum. Bu şakacı dil ya da cinler öykü bitene kadar bizimle, başından sonuna kadar neşeli bir sesten hikâyeler dinliyoruz yani.

Sözdizime, sıfatlara, seçilen kelimelere baktığımda gerçekten de yaşadığı toprakların kelimelerini, insanlarını, ruhunu, ekonomisini, siyasetini, derdini, hikâyesini, gailesini bilen bir öykücüyle karşı karşıyayız. Bu neşeli sesin diğer neşeli yazar seslerinden ayrılan noktası bu bence. Gülerken üzülüyorum da bir yandan, öyle yani. Uzun cümlelerdeki maharetine de dikkat çekmek lazım. Şöyle bir durum var bana kalırsa. Temiz Kağıdı'nı okuyup Geçecek Zaman'ı elime aldığımda beş etkileyici ve uzun öykü okuyacağıma dair bir inançla doluydum ancak öyle olmadı sanki. Çünkü öykülerin ikisi, diğerlerine nazaran kısa. Yetmedi bana yani. Sen değerlendir bakalım. Bu iki kitaba ve Mustafa Çevikdoğan öyküsüne bakınca ne düşünüyorsun?

Mustafa: Evet, ben şakalar yapıyor dedim ama aslında mizah hikâyenin derinliklerine işlemiş. İkinci kitapta daha net görüyoruz bunu. Sözgelimi, "Sihirli Parmaklar Korosu"nu sabaha karşı, oda arkadaşım uyurken okudum ve epey zor anlar yaşadım. Bana, içime doğru gürültülü kahkahalar attıran o öyküde pek şaka bulamayız aslında. Hatta yer yer korkutucu bir atmosferi de var. O halde nasıl kahkaha atabiliyoruz? Eğer ben yerli yersiz gülen biri değilsem burada bir başarıdan söz edebiliriz herhalde. O tuhaf, gerilimi yüksek dünyada, iki arada bir derede bırakıyor bizi öykü. Bir yandan gülüp bir yandan "Noluyor lan şimdi burada!" diye metni yokluyoruz. "Sihirli Parmaklar Korosu" adlı tedirgin edici metin, bana kalırsa kitabın en iyi öyküsü. Yavaş yavaş yükselen gerilimiyle, ritmiyle, kurgusuyla. Farklı biçimlerde okunabilecek bir alt metni de var üstelik. Daha ne olsun? İki kitabı kıyaslama noktasına gelirsek, bu konudaki fikrimi sona saklamayı tercih ediyorum Gülşen. Peki, sen şimdi söyleyecek misin Geçecek Zaman'ın en sevdiğin öyküsünü?

Gülşen: "Sihirli Parmaklar Korosu" cidden şey gibi değil miydi ya, Márquez'in "Ben Yalnızca Telefon Etmeye Gelmiştim" öyküsü gibi? Her şeyin olağan seyrinde ilerlediği bir gün, garip bir dikkatsizliğin kâbusa döndüğü, Márquez'in sinir bozucu derecede serinkanlı anlatımıyla daha da tedirgin olduğumuz, sakinliğiyle bizi neredeyse ürküten o meşhur hikâye gibi. "Başlangıçların Sonu" öyküsünde örneğin, bir sabah uyandığında evini kafe olarak bulan kadının hikâyesini okuyoruz. Hemen ev sahibiyle iletişime geçmeyi deniyor ancak bir çözüme ulaşamıyor. Başvurduğu ev sahibi, polis, belediye, muhtar, apartman yönetimi de ağız birliği etmiş gibi Birgül Hanım'ın başına gelenleri sakince karşılıyor ve onu olağandışı hiçbir şey olmadığına inandırmaya çalışıyor. Zira, tüm toplum, insanlar bu garip olayı üzgün emojilerle karşılamaktan öteye gitmiyor. Trajik ile komik olanın birbirine karıştığı, tekinsiz bir sis altında gerçeği görmeye çalıştığımız, dahası bambaşka ve ilgi çekici bir dünyadayız sanki.

Bir benzeri yine, yazarken aklıma geliyor, "Otobüs Savaşları" vardı ya Çevikdoğan'ın, öykünün adını hatırlayamadım. Basit bir meselenin, "Beyler, arkaya doğru ilerleyelim." cümlesinin, nelere yol açacağını adım adım izlediğimiz, neredeyse absürt diyebileceğimiz bir öykü bu. Hatırla, halkın daha rahat savaşmasını en yüce amaç olarak görüyordu devlet. İnsanların daha uygun şartlarda savaşabilmesi için her "şey" silah, her "yer" savaş alanıydı. Hepsini toparladığımızda, tekinsiz sayılabilecek bir öykü evreninde soluk alıp veriyor Çevikdoğan'ın karakterleri. Geçecek Zaman için de söyleyebiliriz bunları. Ancak zannediyorum, Çevikdoğan, bir sabah uyanıp tekinsiz, ironiyle dolu bir öykü yazayım demiyordur elbette. Düşündüğü, yazmak, bilmek, hesaplaşmak (soyut anlamda da olabilir) istediği meseleleri başka bir evrende görmek istiyor sanki. İnsanı anlatmaktan ziyade anlamaya çalışıyor önce. Bu kıymetli.

Soruna geleyim. Geçecek Zaman'da, en çok "Allah'ını Seven Maşallah Desin" öyküsünü beğendim. Neredeyse bir romanı andıran bir giriş gibi geldi bana. Uzayıp gitmesini çok isterdim. Mahallede bizi büyük bir ustalıkla dolaştıran dil bir kenara, karakterlerin kendi dünyaları, hikâyeleri, özellikle diyaloglar, cümleler. Balkondaki halıların üzerine yerleştirilen sandalyeler, yıkanıp serilmiş çamaşırlar, yeni olan tek şeyi tampon yazıları olan arabalar. "Mahalle Gençlerinin Yılan Çetesi'ni Kovalaması" hikâyesi hele. Gökdelenin gölgesinin olmayışına dair kimi mülahazalar. Karıncalar için ekmek ufağı, bulgur ve toz şeker. Karşılarında gürül gürül akan dünya. Bir de "Beynamaz" öyküsü, bahsetmesem olmaz, kitabı okurken yanımda kim varsa birkaç pasaj okudum, öyle söyleyeyim. Bu öykü de beğendiklerim arasında.

Daha önce ğ'de okumuştum, kimi eklemeler çıkarmalar olmuş ancak kitaptaki halini de sevdim. Zaten esas parçalar yerinde, özellikle sonu. Çevikdoğan, roman yazsa bir solukta okurum herhalde dediğim bir isim gerçekten. Geçecek Zaman'da bu yüzden daha uzun metinler aradım, beş öykünün ikisi hariç öyküler uzundu ama yetmedi bana açıkçası. Yazsın, okuyalım dediklerimin arasında ama herhalde yazmak/yayımlamak için acele etmiyor sanki. Tıpkı önceki "Çapraz Okumalar"ın birinde konuştuğumuz M. Özgür Mutlu gibi.

Mustafa: İlk kitaplarda genellikle yazar, yeteneğini bütün yönleriyle göstermeye çalışır ve ortaya farklı bir lezzet çıkar. Bir bütün halinde tasarlanmamış ya da en azından daha az tasarlanmış olmaları, farklı kılar onları. Temiz Kağıdı'nı da çok sevdim ben. İkinci kitapta dediğin gibi öyküler uzamış, parolalar zorlaşmış. Her kapıdan kolayca geçemiyoruz artık. Kurgular derin ve etkisi daha güçlü bence. Öykülerin uzaması romana bir işaret mi, bilmiyorum. Fakat atmosfer derinleştikçe okurun yaşadığı git-geller artıyor böyle öykülerde. Márquez'in söz ettiğin öyküsünü ben de çok severim. Daha kısa kesilseydi mesela o öykü aynı etkiyi uyandıramazdı. Gerilim yavaş yavaş büyüyor, trajikomik bir hal alıyor.

Çevikdoğan öyküsünde de aynı durumu görüyoruz. "Sihirli Parmaklar Korosu" bunun da en iyi örneği. Romana geçer mi bilmiyorum. Aslında anlatımı bir öykücüye çok uygun. Öykücülerin roman girişimleri her zaman beklediğimiz gibi olmaz, biliyorsun. Bunu ileride göreceğiz ama her halükârda nabzı çağda atan, (Altcoin'i öyküsünde ilk kullanan yazar olabilir mi?) ritmi ve gerilimi yüksek şeyler okuruz gibi geliyor bana. Tıpkı ilk iki kitapta olduğu gibi... Sen bir ğ dergisi okuru olarak bu iki kitaptan da daha fazlasına hâkimsin anladığım kadarıyla. Neyi eksik görüyorsun Çevikdoğan öyküsünde? Biraz da eleştirmemiz gerekiyor sanırım, edebiyat eleştirisine nezaketen de olsa...

Gülşen: Açıkçası, gerekli değil elbette ama, etkileyici bir fikirle yola çıkılsa da kimi öyküler sonu itibariyle kuvvetini yitiriyor. Örneğin, yine ğ'de yayınlanan ve kitaba da alınan öykülerden "Kısmet Kıraathanesi'nden Gossip Kafe"ye öyküsü var. Son dipnotu okuyunca "Çok iyi ya!" dedim, kesinlikle iyi bir kapanış. "Beynamaz", "Sıkça Sorulan Sorular", "Sizin Zamanınızda", "Tavanda Ayak İzleri". Bunlar sonlarıyla da zihnimde yer eden öyküler oldu. Ancak diğer öykülerde aynı kuvvette sonlar göremedim. Kendimi zorlayarak bu kadar eleştirebilirim galiba Çevikdoğan'ı. Bir de güzel bir tesadüf mü bilmiyorum ama Aykut Ertuğrul'un meşhur "Keyfekader Kahvesi" öyküsü de Çevikdoğan'ın bu bahsettiğim kahvehane öyküsünden sonra geliyor, ğ'nin sekizinci sayısında. "Tutanak" ve "Luzır" da Çevikdoğan'ın ğ'de yayımladığı ancak kitabına almadığı, peş peşe okunması gereken öykülerinden.

Çevikdoğan öykülerinin habercisi sayılabilir bunlar. Yazarın kitabına almadığı öykülerinden bahsetmek, sanki dedikodusunu yapıyor gibi hissettiriyor, ne derece doğru bilmiyorum ancak yazar hakkında daha geniş ve farklı düşünme imkânı sağlıyor gibi geliyor bana. Boyutu, içeriği, söylemi, neşesi, özgünlüğü, cesareti, farklılığı itibariyle ğ, ara ara raftan indirdiğim bir dergi; bir de Çevikdoğan için karıştırdım, ne olmuş! Şimdi aklıma geldi, sanki Dumbeldore'un düşünseli gibi değil mi eski dergiler, biliyorum sen de seviyorsun eski dergileri karıştırmayı. Düşünseli dedim ya aklıma Snape ve Lily geldi. "Dumbeldore's Farewell"i dinlemeye başladım; öykü, öyküler ve öykücüler hakkında konuşacak halim kalmadı, an itibariyle. Senin eklemek istediğin bir şey var mı peki? Bitirelim mi?

Mustafa: Vaov, iyi bir benzetme. Eski dergileri karıştırmayı severim ama kitaplara girmemiş metinler gizlice okunmalı bence. İnsan içine çıkarılmamalı. Hele yazarın kasten kitaplarına almadığı öyküleri toplayıp kitaplaştırmayı hiç doğru bulmuyorum. Çok ayıp bence. Kimi öykülerin finalleri konusunda söylediğin şeye katılabilirim. Fakat ben "yeni ritimci" bir okur olarak ritim bakımından finalleri başarılı buldum. Yani ulanmaları, okuru belli bir noktadan yumuşakça yere bırakmaları falan kastediyorum. Senin söylediğin bambaşka bir şey tabii ve haklısın. (Yine lüzumundan fazla hemfikir olduk galiba. En iyisi ben ikinci kitabı daha çok sevmiş olayım. Zaten karar veremediğim için ertelemiştim.)

Öyküler ve öykücüler hakkında konuşmak istediğimde tuhaf bir biçimde de olsa öykü dünyası hakkında epey fikir veren "Sihirli Parmaklar Korosu"na başvuracağım artık. "Yani Tolstoy filan da mı sevmiyorsunuz?" gibi masumane ve basit sorularla muhatap olmaya ihtiyacı var sanırım öykü dünyamızın. İki defa öykü dünyamız deyip büyüyü tamamladığıma göre, iç sesimle Geçecek Zaman'ın final cümlesinin kesiştiği noktaya gidebiliriz artık. Bunları yazmakla iyi etmiyorum galiba. Keselim.