Gece yaklaşıyor

GÜVEN ADIGÜZEL
Abone Ol

Sultan Alparslan adalet ve merhamet anahtarıyla Anadolu’nun kapılarını kanatlandırıp, açılmaz sanılan o mühürlü kilitleri ebediyen çözdüğünde, herkes şunu biliyordu ki; bu kılıcın sonsuzluk hakkıydı, hak teslim edildi ve Türk atlılarının gölgesi eşliğinde dirlik ve düzen için sırlanmış topraklar mayalandı.

Doğu Roma İmparatoru Aleksios Komnenos’un eli kalem tutan entelektüel kızı Anna ve esir olarak getirildiği Roma Sarayı’nda soylu bir Türkmen Beyi olduğu için büyük hürmet gören Çaka Bey. 1071’i takip eden yıllarda Konstantinopolis’te yaşanmış eşine az rastlanır türden bu hikâye, anlatıcısı Anna’yla bilinir. Esareti bittikten sonra denizlerde korku salan bir Türkmen Amirali olan Çaka Bey’in, üzerine gönderilen Dalassenos komutasındaki Roma Donanması ile yaptığı savaş sonrasında gerçekleşen barış görüşmelerinden Homeros’un “Gece Yaklaşıyor” şiirini okuyarak ayrıldığını söyler Anna. Nasıl bir şiirdir ve neden bu şiiri tercih etmiştir acaba Çaka Bey? Kim bilir? Denizlerin uzak fırtınasına tutunan bir Türkmen Amiralinin hatrına dalgalansın o zaman bir kılıç şarkısı; ‘’gece yaklaşıyor / dalga sesine fırtınalar saklanır / ölüm maviye sesim yelkene karışır / gece yaklaşıyor / mazim bir rüzgârın esaretinde / ufukta kızıl söylence / gece yaklaşıyor / kapatır güneş gözlerini / kara göründü / kılıç sesi içimdeki fırtına!’’

MÜHÜRLERİN İÇİNDEKİ MUTLAK!

Bergman’ın 7. Mühür filminin şiir gibi akan kısa sinopsisi şöyledir; 10 yıl süren Haçlı seferinden vebanın kol gezdiği ülkesine dönerken yolu Ölüm tarafından kesilen bir şövalye, Ölüm’ü satranç oyununa davet eder. Şövalye, eğer Ölüm’ü yenebilirse yaşamına kaldığı yerden devam edecektir… İsveçlilerin kamera arkasından bir kareyi banknotlarına bastığı 7. Mühür filmi, Ingmar Bergman’a göre serbestçe kullanılmış ortaçağ malzemeleri ile sunulmuş modern bir şiirdir. Meselenin şiiri, insanın yolculuğu ve ebedi mutlak’ın resmi de bu film özelinde öyle pek flu değildir aslında; ‘’Filmimde şövalye bugünün askerinin savaştan dönmesi gibi Haçlı Sefer’inden dönüyor. Ortaçağda insanlar vebadan ölesiye korkuyorlardı. Bugünde atom bombası korkusuyla yaşıyorlar. Film: teması gayet basit bir alegoridir. İnsan, onun ebedi arayışı Tanrı ve tek mutlaklık ölüm…’’

TEREDDÜT KESİĞİ

Bond çantası, füme takım elbisesi ve şık güneş gözlükleriyle küçük bir caminin yanından hızlı adımlarla geçerken tam kapı önünde birden durdu. Cebinden telefonunu çıkarıp, google’a abdest nasıl alınır yazdı ve şadırvana doğru yürümeye başladı.

BOĞAZ’IN SERİN SULARINI ‘SIRTLANAN’ ASALET!

Sultan Alparslan adalet ve merhamet anahtarıyla Anadolu’nun kapılarını kanatlandırıp, açılmaz sanılan o mühürlü kilitleri ebediyen çözdüğünde, herkes şunu biliyordu ki; bu kılıcın sonsuzluk hakkıydı, hak teslim edildi ve Türk atlılarının gölgesi eşliğinde dirlik ve düzen için sırlanmış topraklar mayalandı. Baba evinden tüm kardeşlerinden önce çıkıp Karadeniz’in kuzeyinden balkanlara inerek buraları kendine yurt edinen Peçeneklerin hikâyesi de evvelemirde bir öncü gölgeler hikâyesidir aslında. Göçebe ve savaşçı bir boy olarak nam salmış Peçenekler, sınır boyunda bekçi, balkanlarda nöbetçi, Roma ordusunda paralı savaşçıdır. At sırtında olduğun müddetçe Türklüğe bir zeval gelmez elbet. 1050’dir tarih. Başbuğları Katalan önderliğinde gemilere bindirilip Üsküdar’a çıkarılır 15 bin görkemli Peçenek süvarisi. İleri karakol kuvveti olarak Selçukluyu tehdit etmek vazifesiyle ‘tanımadıkları düşman’a doğru atlarıyla ilerlerlerken, mayayı tanırlar kokusundan, baba evindeki kardeşleridir üzerine sürüldükleri düşman. Kılıçları kılıçlarına değmeyecektir o halde, vazgeçerler. Geri dönerler Üsküdar’a. Roma gemilerini çekmiştir çoktan. Başbuğ Katalan yıldırımlar kuşanmış ordusuna o emri verecektir. Peçenek süvarileri akıntılarıyla ünlü ırmakları; Don’u, Volga’yı, Ural’ı ve Tuna’yı geçer gibi sürerler atlarını boğazın serin sularına. Tarihe düşülmüş kayıtların en asaletlisi; ‘’Boğazı geniş bir nehir farzeden 15 bin Peçenek süvarisi atlarını denize sürdüler ve halkın şaşkın bakışları arasında, at sırtında yüzerek Rumeli yakasına geçtiler! Askerlerin atları yüreklendiren naraları ve at kişnemeleriyle Boğaziçi emsali tarihte bir daha görülmeyecek bir gün yaşadı. Halk, giyimleri başka, yüzleri, konuşmaları başka ve atları başka olan bu savaşçıları, uzaydan gelmiş masal yaratıkları gibi, âdeta dilleri tutularak seyretti. Tarihte Boğazı at sırtında aşan başka bir millet veya ordu görülmedi. Atlarını denizden, gemilerini karadan yürütenler yalnız Türklerdir’’1071’dir tarih. Malazgirt Ovası’na Roma ordusuyla birlikte gelen Peçenekler, Sultan Alparslan’ın kılıcı olmayı seçerler. Boğaz’ın serin sularını sırtlayan asalet, Anadolu’nun kapılarına anahtar olur bu kez.

KALBİN NOBELİ

Bugün yaşamakta olduğumuz trajedinin kaynağı öylesine yaygın ve evrensel bir can korkusu ki uzun zamandır bu trajediye maruz kaldığımızdan ona tahammül etmeyi de öğrendik. Ruhsal konuları artık problem etmiyoruz. Çünkü artık tek bir soru var: Beni ne zaman havaya uçururlar? Bu yüzdendir ki bugün yazı yazan genç kadın ve adamlar, insan kalbinin kendiyle çelişmesinden doğan sorunları unuttular. Hâlbuki iyi bir yazı ortaya çıkarmak için gereken bir tek odur. Bir tek onu yazarken çekilen acıya ve dökülen tere değer. (ABD’li yazar William Faulkner’ın Nobel Konuşması 1950)

UYUMSUZLUK DENEMELERİ

Norveç edebiyatı ile Norveç sineması yan yana ne kadar da şık duruyor. Ingvar Ambjornsen’in “Brodre I Blodet” (Kan Kardeşler) romanından uyarlanan Peter Naess’in yönettiği ‘’Elling’’ filmi mesela, safkan bir İskandinav komedisi; sıcak ve kederli. Bir psikiyatri kliniğinde yolları kesişen iki adam’ın; yani Kjell Bjarne ile Elling’in hikâyesi anlatılırken, filmin her karesinde Oslo’daki bu küçük apartman dairesine sığan endişe ve korku’nun gerçekliğini iliklere ve kemiklere kadar hissetmek mümkün. Elling esas oğlan ama Kjell Bjarne de madalya talep etmeyen asıl kahraman galiba, ne dersiniz? Son bir not olarak; Elling’in yazdığı şiirleri değilse bile ‘yayımlama’ biçimini kıskanmamak çok zor.