Faust Pazarlığı ve Walter White
“Amerikan hikâyeciliğinin merkezinde vahşi doğasını dizginlemekte zorluk çeken alfa erkekleri yer almıştır hep. Western, mafya ve süper kahraman filmlerinin ortak noktası da budur. Sistemin dingin sularını terk eden bütün kahramanların hikâyeleri anlatılmaya layık bulunmuştur.”
Faust1pazarlığı (Faustian Bargain), kişinin dünyevi nimetler karşılığı ruhunu şeytana satmasını ifade eden ve edebiyat tarihinde birçok karakterin razı olduğu bir mübadeledir. Bu mübadeleye adını veren malum karakter Faust, Mephisto ile yaptığı ticaretle birlikte, birçok defa karşımıza çıkacak bir karakter tipini, “ruhunu şeytana satmış insanı” literatüre hediye etmiştir denilebilir. Başta Anglosaksonlar olmak üzere, dünya edebiyatında birçok yazar, bilhassa romantikler, sırtını sürekli Faust’a dayamıştır. Dünyevi nimetler karşılığı şeytanla anlaşma yapan insan tipi, modern Amerikan televizyonunda da kendine daima yer bulmuştur. Faust tipi karakterler, her dönem başka bir maske takarak Amerikan ailesine ve tabii dünyaya hitap etmeyi başarmıştır. Bunu son on beş yılda en iyi beceren karakterler Tony Soprano (The Sopranos), Don Draper (Mad Men) ve Walter White’dır (Breaking Bad). Öyle ki, Sopranos’un başlattığı bu döneme, televizyonun üçüncü altın çağı denmiştir... Fakat Faust pazarlığı yapmış bu üç karakterin kökenini Goethe’ye kadar götürmek yanlış olur. Çünkü Kuzey Amerika edebiyatındaki Faust tipi karakterlerin asıl menşei John Milton’ın Lucifer’ıdır. Birleşik Devletler’in Anglosakson kültüründen filizlendiği düşünülürse, Goethe’den ziyade Milton’ın dil, üslup ve sanat görüşünün benimsenmesi akla yatkın gelmekte.
Walter White gibi Faust tipi Amerikan karakterleri ile Milton’ın Yitik Cennet kitabında geçen Lucifer’ı arasında kuvvetli bir bağ olduğunu söylemek mümkün. Milton 1608 doğumlu. Cambridge’de eğitim görmüş. Latince’nin temel alındığı klasik bir tedrisattan geçiyor esasen. Fakat kırkına gelmeden İngiliz iç savaşı patlak veriyor ve edebiyat anlayışı da bundan etkileniyor. Tarihteki hadiselere bakarken “şayet” deyip yorum yapılmaz. Ama Püriten Devrime giden olaylar ve devrimin kendisi olmasaydı Lucifer tipi bir karakter doğar mıydı? Bunu kestirmek zor. Daha Milton hayattayken kiliseye ve Aziz Agustine’nin hayalini kurduğu tanrı devletine duyulan iman açıktan açığa tartışılmaya başlanıyor. I. Charles’ın kellesini kesip, kendisini “Lord Protector” ilan eden Oliver Cromwell’in kurduğu cumhuriyetin, monarşik sistemden daha otokratik bir yönetim sergilemesi dahi yıkılan güveni inşa edemez. Milton hayatının son anlarına kadar şiirlerinde İngiliz politik atmosferinin etkilerini yansıtacaktır ve cumhuriyeti gönülden savunacaktır. Kilise devletine ve hatta otoriteye olan nefreti, Latinceye karşılık İngilizceyi hararetle savunması ve şeytanı bir nevi kahraman olarak görmesi... Bütün bunları yalnızca Milton’ın edebî tercihi olarak yorumlamaktansa, Püriten Devrimi ile çatırdamaya başlayan klasik sanatın tezahürleri olarak görmek daha isabetli olur.
Milton’ın şeytanı cazibeli ve yeni bir dil kullanır. Cumhuriyet rejimi ile birlikte İngiliz hayatına giren “rıza” ve “halk oyu” gibi ifadeler Milton’ın şeytanın kullandığı albenili kelimelerden bazılarıdır. Yitik Cennet’te şeytan, cennetin zulmünden kaçar ve kendi krallığını kurar. Lucifer, karanlık bir karizmaya sahip, kendisinde şeytan tüyü olan bir şeytandır adeta.
Milton, Püriten doktrini savunan bir şairdi. Fakat yine de Tanrı, Yitik Cennet’te bir zalimdir. Burada Milton’ın karşı çıktığı kavram yaratıcının kendisi değil fakat onun otoritesidir. Yitik Cennet’i yayıma hazırlayan Chirisopher Ricks’e göre İngiliz şair, “Sanat tanrı içindir” lafzını benimseyebilecek kadar tanrı aşığıdır. Ne var ki, onun tanrısı yine de zalim ve katıdır. Tanrı her ne kadar mutlak iyi de olsa, onun otoritesi fenadır. Life of Milton kitabının yazarı Samuel Johnson bu durumu pek güzel şekilde açıklamıştır:
“O, hükümdarlardan ve piskoposlardan nefret ederdi. Zira itaat etmesi gereken kimseyi sevmezdi. Milton’ın amacı düzen kurmaktan ziyade yıkmaktı. Otoriteden nefret ettiği kadar özgürlüğü sevmiyordu.”
Milton’ın karşı olduğu kavram itaatti. Şeytan, çok sevdiği tanrısına başkaldırmıştı. Bu yüzden o, bu isyankâr dini figüre büyük bir sempati beslemişti.
Yeni Amerikan televizyonunda da Milton’ın itaate duyduğu nefretin izlerini görüyoruz. Dünya nimetleri için ruhunu satan, güzel konuşan, karizmatik, düzen karşıtı kahramanlar... Don Draper ve Tony Soprano seyirci karşısına ilk defa çıktıklarında bu pazarlığı çoktan yapmışlardır. Yani her iki dizi de Faust pazarlığının sonrasını anlatır. Fakat Walter White’ı bu ikisinden biraz daha başka kılan, pazarlığın ortasındaki bir karakter olmasıdır. Diğer bir ifadeyle Mad Men ve The Sopranos ruhunu şeytana satmış insanları anlatırken, Breaking Bad bize Faust pazarlığının nasıl bir şey olduğunu gösterir. Her ne kadar pilot bölümde dünya nimetleri ile ruh arasındaki takas tamamlanmış gibi gözükse de, Walter ve şeytanın pazarlığı beş sezon boyunca tedricen sürecektir. Dizinin esas konusu da Walter’ın adım adım ruhunu satmasıdır.
Bunun en büyük kanıtı, Walter’in mübadeleyi tamamladığı noktada dizinin final yapması. Walter ile öteki benliği Heisenberg arasındaki gerilimin bitiş noktası beşinci sezonun sekizinci bölümü. Eski öğrencisi ve ortağı Jesse’nin işten çekilmesiyle ve dağıtım probleminin çözülmesiyle uyuşturucu imparatorluğunu büyüten Walter yine aynı bölümde meth üretmeyi bırakacaktır. Walter ile şeytan arasındaki süregelen pazarlık, eski kimya öğretmeninin artık ruhunu şeytana tamamen satması ile biter ve dizi amacını tamamlamış olur. Geri kalan sekiz bölüm Walter’ın düşüşünü anlatacak ve hikâyeyi kapatmaya yarayacaktır sadece. Dizi asla Heisenberg’i merkezine almaz. Esas olarak Walter’ın ruhunu satarak Heisenberg’e dönüşmesini anlatır. Bu yüzden Heisenberg’in imparatorluğu dizide neredeyse işlenmez. Walter şeytana tastamam teslim olur ve esas hikâye biter.
Milton’ın Lucifer’ı, Yitik Cennet’te bireyci, âsi, kendi şartlarını kendi yaratan, yalancı biridir. Walter da tıpkı Lucifer gibi isyankar, yalan söyleyen ve en önemlisi de kendi kendini yaratan bir adamdır. İkinci sezon on ikinci bölümde Walter’ın kazandığı parayı istediği gibi harcayamayacağı, gelir idaresinin duruma müdahale edeceği ortaya çıkar. Walter’ın üçkağıtçı avukatı Saul bir tavsiyede bulunur. Uyuşturucudan gelen paranın miras gibi gösterilebileceğini, paranın yurt dışında yaşayan hayal mahsulü bir amcadan geldiğini beyan etmesi durumunda gelir idaresinin yakasını bırakacağını söyler. Walter karşı çıkar: “Hayır, hayır! Şans eseri, hayali bir akrabamız sayesinde gelemez para. O parayı ben kazandım! BEN!” Milton’ın Amerikan edebiyatında kanon kabul edilen bireyci, maskülen, çekici, otoriteye isyan eden şeytanı sadece Walter’ın değil, birçok Amerikan hikâyesinin de ilham kaynağıdır.
Brett Martin’e göre Amerikan hikâyeciliğinin merkezinde vahşi doğasını dizginlemekte zorluk çeken alfa erkekleri yer almıştır hep. Western, mafya ve süper kahraman filmlerinin ortak noktası da budur. Sistemin dingin sularını terk eden bütün kahramanların hikâyeleri anlatılmaya layık bulunmuştur. Lucifer kendinden yüce bir güce boyun eğmeyi reddeder ve tanrı ile mücadele yolu arar. Walter da aynı şekilde kendinden büyük bir güçle, ölümle mücadele halindedir. Fakat bu savaşta kazanmak mümkün değildir. Lucifer da Walter da bunu bilmektedir. “Cehennemde hükmetmek, cennette hizmet etmekten evlâdır” diyen Lucifer, sonsuz azap karşındaki tutumuyla da Walter’a örnek olur. “Öldürdüğümüz o kadar insan... Gale ve diğerleri...” diyecek ve devam edecektir Walter: “Cehenneme inanıp inanmadığını bilmiyorum. İnanıyorsan, oraya gideceğimize emin olabilirsin... Ama ben, cehenneme gidene kadar yan gelip yatmayacağım.”
- * Bu yazıda büyük ölçüde Edward Simon’ın TheOneWhoKnocks: Milton’s Lucifer and the American Tragic Character, makalesinden faydalandım.G. Thuswaldner ve D. Russ, ed., TheHermeneutics of Hell: VisionsandRepresentations of theDevil in World Literature içinde Simon, E. (2017). The One Who Knocks: Milton’s Lucifer and the American Tragic Character, Palgrave Macmillan, pp.271-290.
- Mumya çocuklar, sincap adamlar, dinozor iskeletleri, tarak dişli kaplanlar ve sanat sevicileri... Arjantinli yazar Diego Vecchio'nun Türlerin Tükenişi romanı doğuşundan yok oluşuna içinde taşıdığı kültür ve sanat birikimiyle müzelerin varlık serüvenini anlatıyor. Kaşiflerle beraber yeni kıta Amerika'yı ve içinde barındırdığı türlü sırları keşfetmek isteyen okura duyurulur. (A.A.)