Evet ama Nereden?

AYKUT ERTUĞRUL
Abone Ol

Hikaye, insana kendini başkalarının yerine koymayı öğretir, hikayeye muhatap ve İnsan olmanın yeter şartı aynıdır; kendini başkalarının yerine koyabilecek hassasiyete, inceliğe, içgörüye sahip olmak.

Keçi çobanı Ged’in Roke’taki büyücülük okulunun kapısında onu sorguya çeken bekçinin karşısındaki tedirginliği ile benim 13 yaşımda Çankırı’daki askeri okulun nizamiyesinde duyduğum çekingenliğin arasında; bir uzay gemisiyle gezegenler arası seyahat etmekle metrobüsle Cevizlibağ’dan Küçükçekmece’ye gitmek arasında ya da baş büyücü Atmaca’nın yaşlı ejderhanın karşısındaki korkusuz ustalığıyla Cevher Dudayev liderliğindeki Çeçenlerin, Rus ordularını Grozni’den söküp atması arasında bir fark var mıdır?

Le Guin, bize fark olmadığını söylüyor. Aslında düşününce belleğimiz de yaşlı cadıyı onaylıyor. Sonuç olarak, 2018 yılında masası başında oturmuş Yerdeniz yazarı hakkında yazı yazmaya çabalayan Aykut Ertuğrul olarak ben, zihnimde canlandırmaya çalışırken; kurgulanmış ve “başkasının” başından geçmiş bir olayla şahsen yaşadıklarımı (hatıralarımı) belleğimin aynı odasında konuk ettiğimi seziyor değil miyim? Üstelik aynı yoğunlukta. Biri ötekinden daha gerçek, daha parlak, daha somut, daha yakın ya da uzak değil. Sanki Çevik Atmaca Ged, benmişim gibi.

Meseleyi olduğundan daha karmaşık hale getirmiş gibi hissediyorum, kendime diyorum: Ortada büyük bir felsefi problem yok, bunun öncelikli sebebi, hikayeye dinleyerek, okuyarak ya da seyrederek muhatap olabilmenin ilk kuralının, kendini başkalarının (kahramanın) yerine koyabilmek gerekliliği olmasıdır. Hikaye, insana kendini başkalarının yerine koymayı öğretir, hikayeye muhatap ve İnsan olmanın yeter şartı aynıdır; kendini başkalarının yerine koyabilecek hassasiyete, inceliğe, içgörüye sahip olmak. Her hikayede dinleyiciler ve kahramanlar birleşip tek kişi olurlar, dışarıdaki dünyadan soyutlanıp sanatçının/ anlatıcının inşa ettiği o kristalize edilmiş mikro evrende tek seferlik ve tek kişilik bir tecrübe yaşarlar. Tek seferlik çünkü bir daha bu dünyaya geldiklerinde artık eskiden oldukları kişi değillerdir, tek kişilik çünkü aynı hikayenin içinde olsalar bile her bir dinleyici anlatılandan ancak kendi payına düşeni alabilir. Yani evet, on beş yıl önce Roke’un kapısında bekçiye “ismini” söyleyen keçi çobanı, Çevik Atmaca Ged bendim. Hatta sadece bendim. Hatırladığım o çocuğun benden başkası olması imkansızdı.

Bir diğer sebep ise insan fıtratının somut olayları değil hisleri ve düşünceleri hatırlanmaya değer bulmasıdır. Biz ölümü hatırlarız, endişeyi, şüpheyi, beğeniyi, aşkı, öfkeyi, nefreti, özlemeyi; hatıralarımız dediğimiz o film şeridi, bizim duygularımızın, düşüncelerimizin bu hisleri anlamlandıran uygun olaylarla görünür, hissedilir hale getirilmesidir. Bir dakika! Bu, hikayenin tanımlarından biri değil mi zaten? Ursula, büyük fantezileri boşuna rüyalara benzetmiyor. İnsan için rüya neyse toplumlar için de mitler, masallar vs. odur. Onlar, “kelimeleri kullansalar da müzik gibi işlev görürler; sözel akıl yürütmeyi devre dışı bırakıp doğruca söylenemeyecek kadar derinde yatan düşüncelere giderler.”

Tekrar edelim, yani evet, on beş yıl önce Roke’un kapısında bekçiye “ismini” söyleyen keçi çobanı Çevik Atmaca Ged bendim. Ardından gölgesiyle tanışan, karanlık tarafının karşısında yenilgiye uğrayan, yaralanan, tekrar kendini toparlayan, ustasından el alan, insanlara yardım eden, gölge-siy-le yeniden karşılaşmak için en yakın dostuyla dünyanın ucuna seyahat eden de. Hatta benden başkası değildi. Sadece bendim.

Çünkü Yerdeniz Büyücüsü, genç bir keçi çobanının bir büyücüye dönüşmesinin, ejderhalarla boğuşmasının, ne olduğu bilinmeyen bir yaratıkla karşılaşmasının, uçmasının, bir atmacaya sahip olmasının hikayesi değildir; tek kelimeyle söylenecek olursa bu hikaye “büyümek hakkındadır”. Yani insan hakkında.

Leguin, bütün hayatı boyunca “gerçekdışı” şeyler yazdı ve türün diğer yazarları gibi uzun bir süre gerçeklerden kaçmakla suçlandı. Oysa, onun yazdıkları, bütün masalsılığı ve “akıl dışılığı”yla hakikate daha yakındı. Hele de gerçeklerle kandırılıp durduğumuz, gözümüzün her gün rakamlarla, istatistiklerle boyanıp durduğu zamanımızda. Hayali olanın, safsata ile eş anlamlı sayıldığı günlerden, ilginç zamanlardan geçiyoruz sonuç olarak. Hikayenin “yalan dolan” sayıldığı günlerden.

En sevdiklerin hakkında konuşmak, en iyi bildiğini sandığın şeyler hakkında uzun uzadıya yazmak zormuş doğrusu. Oysa lafı bir şekilde Ursula’nın şu sözüne bağlayacaktım: “Sonra insanlar, bunları okurlar ve telefonu açıp derler ki: Ama sen de kimsin? Bana kendini anlat! Biz de deriz ki: Anlattım ya işte. Hepsi orada, kitabın içinde. Önemli olan her şey orada. Peki ama sen onları uydurmuştun hani! Evet ama nereden?”

Ursula nine, nereden uyduruyordu? Binlerce yıldır birlikte görülen bir rüyanın kayıtlarından? Sadece kendisinin ve sadece kendisi hakkındaki tecrübelerinden? Sadece kalbinden? Hissettiklerimizden, hatırladıklarımızdan payımıza düşenlerden? Hepsi ve hiçbiri.