Dondurma yanığı

HAFSA ESEN
Abone Ol

Haftada bir gelen dondurmacı geçiyor önümüzden. Ben limonlu o vişneli alıyor. Sonra çıkıyoruz okul duvarının tepesine. Sonra Ziya ölüyor. Her seferinde hem de. Hiç birinde engel olamıyorum. Ve Cihan...Vişneli dondurma damlasının tam altından geçecek olan kişi. Saçları jöleli, bembeyaz bir gömlek olacaktı üzerinde.

Gelmek istemediğimi bile bile bunu bana yapmamalılar. Bu toprağın nemi ciğerime iyi gelmiyor. Mesela burada selvilerin en tepesi çok keskin. Ne zaman gelsem ya kalbimi kesiyorlar, ya bileğimi, ya da boynumu. Anlamıyorum dertleri ne! Görmezden geliyorum. Değişen bir şey olmuyor. Çok yüksekten bakıyorlar. Gölgelerine basıyorum. Onlar da beni kesiyorlar. Kendiliğinden oluyor. Güneş tam tepede iken ışığı arkasına alan ağacın birini gulyabaniye benzetiyorum. Ağzı gözü seçiliyor nerdeyse. Uzayıp kısalırken başım dönmüyor değil. Sonra o koskoca mahluk bir insanın koluna dönüşmeye başlayınca çığlığı basıyorum!

“Kaç Ziya! Işığını söndürecek!” Sonra tekrar sil baştan. Rehabilite, zaman ayarlı dozlar, mekanik sesler. Yeniden başlamak için, sterilize yepyeni bir kafa için ne gerekiyorsa işte.

Çünkü Ziya dondurmasını hep eritirdi. Gevezeydi çünkü. Sonra o gün...

Sen refakatçi olmamalısın anne. Ne kadar az bilirsen senin için o kadar iyi. Hem bu odada tek koltuk var. Ayaklarını uzatamazsın. Fakat uzatmazsan mutlaka ölürsün. Eline yakışsaydı, şöyle çil çil aksaydı şakağımdan ne varsa. Rahatlayabilirdim. Ki biz de şaka sandık başta arkadaşlarla. Sahiden. Kimsenin aklının ucundan geçmeyecek olan şey. Dibimde, hem de dizimin dibinde olup bitti de, ben... İşte o şey... Anlatacağım az bekle. Çok zor. Düzgün cümle kuramıyorum. İşe yarayabileceğini söylemiş doktorlar. Yazmayı denesin demişler. İşe yaramayacak ama neyse. Denemekten ne çıkar? Tavşan çıkmaz. O şapkadan çıkar. Küçükken okula gelen fotoğrafçı kulağımın arkasından bozukluk çıkarmıştı. Dondurma almıştık onunla...Dondurma kelimesini kullandığımda aynı şey oluyor. Kalbime taktıkları şu şeylerin bağlı olduğu cihaz var ya? Kenarında ki sayılar çoğalmaya başlıyor. Çünkü Ziya dondurmasını hep eritirdi. Gevezeydi çünkü. Sonra o gün...

Dondurma yine eridi. Sonra haliyle damladı. Biz yüksekçe bir taşın üzerinde oturuyorduk. Ayak topuklarımızı ritmik şekilde taşa vuruyorduk. İyi bir gündü. Her şey yolundaydı. Hatta her sabah onunla-şununla-bununla kıyaslanan ben, o sabah hiç kimse ile kıyaslanmamıştım. Kıyas bir makineydi ve onu muhakkak annem icat etmişti. Öyleydi. Sıfır kıyas. O kadar iyi bir gündü işte düşün! Ziya’nın dondurması erimişti. Eriyen her dondurma gibi damlamıştı. Yerçekimi diye bir şey vardı sonuçta. Her hatırladığımda o damlanın en yavaş şekilde düşmesini istedim. Yavaşlayan damlayış, asla olacaklara engel olacak kadar yavaşlamayacaktı. Fakat birden bire olan şeyle yavaş yavaş yaklaşan şey arasında her zaman bir fark vardı. Vişneli idi dondurma. Ziya’nın en sevdiği.

Dondurma yine eridi. Sonra haliyle damladı.

Ve Cihan...Vişneli dondurma damlasının tam altından geçecek olan kişi. Saçları jöleli, bembeyaz bir gömlek olacaktı üzerinde. Dondurma, kuş pisliği gibi şappadanak omzuna yapışacaktı. Sonra omzundan aşağı doğru kısacık bir çizgi çekip yerde son bulacaktı düşüş. Aynen dediğim gibi oldu. Biz o anda bütün replikleri unuttuk. Sus pus olduk. Cihan bizden sekiz yaş büyüktü. Kızınca bizden sekiz kat fazla kızardı. Gömleği kar gibi beyazdı Cihan’ın. Bağrını açık bırakmıştı.

Bana kalırsa o yolda asla durdurulmak istemeyeceği bir yere doğru hızla gidiyordu. “Kuş beyinliler!” diyordu gerisin geri dönerken. “Kuş beyinliler!!!” Deliliği tescilli, huyu bozuğun tekiydi aslında. Daha sivilcesi bile patlamamıştı. Ama sustalı gibi çekerdi sigarayı cebinden. Dal çekip ateşlemede üstüne yoktu senin anlayacağın. Çok hızlı konuşurdu, hiçbir şey anlamazdım dediğinden. Cihan’ın dingin olarak hafızamda kalan hiçbir fotoğrafı yok.

Hep bir pabuca iki ayak. Üstelik kırk beş numara. İplerini bağlamaya üşenirdi. Ayakkabının yan boşluğuna sokuştururdu. Vişneli dondurmanın gömleğini pislettiği o gün ayakkabı bağcığından, saçlarındaki tarak izine kadar tam bir garson tertibi vardı üzerinde. Bu her zaman görebileceğimiz bir şey değildi. Her zaman görebileceğimiz bir şey olmadığını, o anda şimdi söylediğim kadar net görebiliyor değildim. Sonradan düşüne düşüne buldum. Bir anda olan her şeyin ayrıntıları, hep birden ayağa kalkan bir salon dolusu insanın teker teker yerine oturmasına benziyor. Az çok zaman alıyor. Öyle oldu biraz. Hatta benim için çok daha uzun zaman gerekti. Belki fazladan, olmadığı halde olmuşluğunu gördüğümü sandığım başka şeyler de ekledim olanların üzerine. O kadar çok düşündüm ki. Kafamın içinde sürekli başa saran şekiller iz yaptı zihnime;

Uyandığımda aynı sabahtayım, ayaklarım yorgandan taşmış, üşümüş. Kafesli tülleri yakıp kavuran güneş. Yumurtalı ekmek kokusu. Lokma boğazımdayken kapıyı yumruklayan Ziya. Aşağıdaki harabede baykuş mu görmüş ne. “Çıksana oğlum! Acayipti. Kafayı böööle döndürüyodu yeminle!”“Döndürüyodu” derken kendi etrafında dönüyordu zevzek. Biz terliyoruz. Haftada bir gelen dondurmacı geçiyor önümüzden. Ben limonlu o vişneli alıyor. Sonra çıkıyoruz okul duvarının tepesine. Sonra Ziya ölüyor. Her seferinde hem de. Hiç birinde engel olamıyorum.

Kamp çakısının ağaç yontmaktan başka şeye aklı ermemeliydi.

Sonra Cihan evine gidip gömleğini fırlatıp atmış. Burnundan soluyormuş. Kendi kendine konuşuyormuş. Kendi kendine söylediklerini yine kendi başını sallayarak onaylıyormuş. Sonra şeytan! Kulağına fısıldamış. O da sakladığı kamp çakısını kaptığı gibi soluğu bizim yanımızda aldı. Gideli daha yirmi dakika ya olmuştu ya olmak üzereydi. Evet olmak üzereydi. Ziya tam istridye mantarlarından bahsediyordu. Mantarların konuyla hiçbir alakası yoktu. Kamp çakısının ağaç yontmaktan başka şeye aklı ermemeliydi. Erdi. Çocukların zararlı ilaçlara erişen tıfıl boyları gibi, çakı çapsızlığına bakmadan cinayete yeltendi. Ziya’nın tam kalbine! Güneşi arkasına alan Cihan uzun ve koyu bir gölge gibi duruyordu önümde. Kalkan kolunun ucundaki sivri keskin şeyi son anda gördüm. Bileğini tuttum. Var gücümle geri ittim kolunu. Bileğim kesilmiş boğuşurken.

İstridye mantarından bahsederken kalbine bıçak saplanan ilk insan olmuştu. Ben gözlerime inanamadım.

Sonra... Yere düşmüşüm. Birkaç saniyelik baygınlık. Kafamı kaldırınca Ziyanın tam kalbine, sonuna kadar tam kalbine sokulmuş çakıyı gördüm. Oluk oluk kandı yerler. Ziya kımıldamadan yerde yatıyordu. İstridye mantarından bahsederken kalbine bıçak saplanan ilk insan olmuştu. Ben gözlerime inanamadım. Cihan sapladığı çakıyı Ziya’nın kalbinden çıkarıp, çakının üstünde kalan kanı pantolonuna sildi. “Adam gibi yeseydin lan dondurmanı.” diyordu. Böyle mi diyordu? Yoksa; “Canın mı çekti, al sana dondurma!” tekrar saplıyordu bıçağı. Sesi, yüksek tavanlı bir salonda yankılanıyordu sanki. Tekrar siliyordu pantolonuna bıçağı; “Dondurma belasına başımı yaktın itoğlu it!” Hayır yanlış hatırlıyorum. Ne demiştin Cihan? Ne demiştin! Makineler çıldırdı. Odaya birileri doluşuyor. Kalbim bütün sakinliğini kaybediyor. Cihan bıçağı yeniden pantolonuna siliyor.

Diyor ki; “Oğlum Allah belamı versin lan! Şeytanın çatısını taşlasam yeğdi! Kalk oğlum Ziya! Allah aşkına kalk lan!” Böyle söyleyince sular geri çekiliyor. Kucağına alıyor Ziya’nın başını. Ellerinden nefret ediyor. Her sırtladığında başını belaya sokan öfkesinden nefret ediyor. Yavaşça sakinleşiyorum. Ekranın kenarındaki sayılar geri çekiliyor. Küçük bir merhamet belirtisinde bile makineler bunu anlayabiliyorken, insanlar hâlâ anlamıyor! “Cinayete tanık olmaya bağlı travma vakası.” Havalı bir tanı. Di mi? Cihan da havalıydı. Havasız kaldığım kimin umurunda.

Ziya’nın öldürüldüğü günü, bir ölü bir zanlı bir de hafif yaralı olarak kayıtlara geçtiler. Hafif yaralı derken beni kastetmeleri çok tuhaf. Neresi hafif bunun. Neresi hafif! Hafifse neden hâlâ Ziya düşüyor, Cihan çay söylüyor garsona, bizim evde günlere mercimek köfteleri sıkılıyor, dişlerim... Dişlerim anne. Bünyem güçlü olsaymış atlatırmışım şimdiye kadar. Hem hafif yaralıyım. Hem de güçsüz. Hem yaram hafif hem ruhum. Bütün cihanın bünyesi çok güçlü olmalı. Trafiğe karışmalıyım, kornaya basıp küfretmeliyim, dumanı üzerinde bir bardak çayı asabım bozulunca otobüs muavinin yüzüne atmalıyım, kulaklarıma iki ses bombası, dinlerken dünyayı unutmalıyım. Ziya’yı, Cihan’ı, hastane odasını, vişneli dondurmayı, çöplerdeki ölüleri, burnu kanayan kibar adamları, hileli komplimanları... hepsini unutursam hafif yaralı olmaktan kurtulup sağlığıma kavuşacakmışım. Sağlığıma...