Çoğul Bakış

ABDULLAH HARMANCI , İSMAİL ÖZEN , MEHMET KAHRAMAN , BETÜL OK
Abone Ol

“İkinci kitap”ı okumak, yukarıda değindiğim meseleden dolayı her zaman tedirgin eder beni. Zira bir sanatçının ilk kitabındaki başarısını yineleyip yineleyemeyeceği veya ilk kitabındaki çizgisini daha da ileri götürüp götüremeyeceği sorusu cevaplanmayı bekler. Annemin Gözleri’ni de “eleştirmen tedirginliğiyle” okumaya başladığımı söylemeliyim. Peki, ne oldu?

ABDULLAH HARMANCI:

İlk kitaplar, uzun seneler boyunca demlenmişliğin ürünüdürler. İkinci kitaplar ise hem ilk kitabın psikolojik baskısı altında yazılırlar hem de ilk kitaba göre oluşum zamanları daha kısadır. Dolayısıyla yerine göre daha kısa süreli bir birikimin ve demlenmenin sonucudurlar. Bu, elbette her zaman böyle olmak zorunda değildir. Ama ikinci kitapların eleştirmen ve yazar bakımından daha zor ve gerilimli kitaplar olduğunu düşünmüşümdür ben genellikle. Mustafa Başpınar’ın ikinci kitabını okurken aklım hep ilk kitabındaydı. İlk öykü kitabı hakkında daha önce şunları yazmıştım:

Annemin Gözleri, Mustafa Başpınar, Dergâh Yayınları

“Meleğin Gölgesi, ‘çocuk’a odaklanan çok başarılı bir ilk kitap. Yazar, çocuğu anlatmayı veya çocuğa anlattırmayı tercih ediyor. Her halükarda, odağında çocuğun, çocukluğun yer aldığı öyküler, ister istemez ‘çocuksu’luğun, naifliğin, masumiyetin, iyi niyetin, ağır başlılığın metinleri… Bir yandan bütün anlatılanları saran bir merhamet, şefkat, temiz bakış; öbür yandan yoksulluk, öksüzlük, işsizlik, dışlanmışlık, sakatlık hatta intihar gibi olumsuzluklar… Kemalettin Tuğcu-vari bir kadersizlik ile Ziya Osman Saba-vari bir iyimserlik adeta bu öykülerde mecz olmuş… Klasik anlatımın sınırlarının hiçbir şekilde zorlanmadığı öykülerde, her şeyi oranınca anlatmayı başaran, okurun sabrını zorlamayan ama olayları sabırsızlıkla geçiştirmeyi de düşünmeyen, içten içe işleyen bir anlatıcı var. Bundan sonra, ‘benim öykücülerim’den biri de hiç tereddütsüz Mustafa Başpınar olacak!”

“İkinci kitap”ı okumak, yukarıda değindiğim meseleden dolayı her zaman tedirgin eder beni. Zira bir sanatçının ilk kitabındaki başarısını yineleyip yineleyemeyeceği veya ilk kitabındaki çizgisini daha da ileri götürüp götüremeyeceği sorusu cevaplanmayı bekler. Annemin Gözleri’ni de “eleştirmen tedirginliğiyle” okumaya başladığımı söylemeliyim. Peki, ne oldu?

Öykülere şöyle hızlıca bakalım: Kitabın ilk üç öyküsünde anlatıcının kırsalda geçmiş çocukluk günlerini hatırladığı ve bu hatırlayışların içinden başlarına bazı facialar gelmiş figürleri seçerek bizlere aktardığı görülür. Bir yanda tertemiz bir çocukluk ve Anadolu kasabası varken öbür yanda cinayetler, ölümler vardır. Aslında bir “Başpınar tarzı”ndan bahsedebiliriz. Bütün bir kırılganlık, temizlik, saflık, iyi niyetlilik anlatısı içinde birdenbire ortaya çıkıveren tecavüzler, ölümler, öldürümler, özürlülükler, siyasal ayrımcılık, bürokratik sorunlar…

Bunlar gene de üstüne bastırıla bastırıla değil de, hayatta birbirimize aktardığımızdaki gibi bir ihtiyatla, dikkatlilikle anlatılır. Söylenip geçilir. Okurda bir üzüntü yaratması için gayret edilir sanki. Kitabın dördüncü ve beşinci öyküleri; edebiyat ve yayın dünyasını anlatan metinlerdir. Kitaptaki altıncı öykü “Işıltılı Bir Dünya” gözleri görmediği anlaşılan bir bebeğin acısını açar okura. Yedinci öykü ise, Doğu’da yapılan bir seçim etkinliği üzerinden devlet-millet ilişkisi veya ilişkisizliği üzerinde durulur. Son öyküde, küçük bir ilçede stajyer bir öğretmenin yalnızlık çekerken aşık olduğu bir kütüphane memuresi ve bu aşkın öğretmene ödettiği bedel öyküleştirilir.

Bu özetleri şunu söyleyebilmek için yaptım. Kıyaslamak faydalıdır. Bütün bu öykülerde okurun yazardan beklediği şey, olup bitenlerin olup bitişleri esnasında anlatımın okura tattıracağı hazlardır. Örneğin İsmail Özen, anlattıkları ne kadar olağan olursa olsun, anlatımına bir tatlı lirizm, bir gizem katarak bizi metne bağlar ve öyküleri bittiğinde içimizde bir iz kalır. Güray Süngü; ironiyi, mizahı, anlatıcıya veya kahramana yönelmiş bir sevimliliği, patolojik bazı durum ve sahneleri devreye sokarak metinlerini sonuna kadar okunur kılar. Mehmet Kahraman, elektrik akımı gibi bir gerilimden, bir hız ve akıştan faydalanır.

Bütün bunlar, öykücülerin öyküledikleriyle okurları arasında bir bağ oluşturmak için içgüdüsel olarak buldukları yöntemlerdir. Örneğin lirizm de bu yöntemlerinden biri olabilir. Metnin duygusal yükü, okuru metne bağlar. Mustafa Başpınar’ın ilk kitabında değil ikincisinde gördüğüm bir durum var. Anlatırken olağan üslupta ısrar etmesi, yazarı ilk kitabında düşmediği bir “tekdüze anlatım” problemine doğru çekiyor. Yazar, bu çekime zaman zaman mukavemet ediyor, zaman zamansa bu çekimle başı derde giriyor. (Oysa ilk kitabında böylesi bir problem yoktu. Duruluk, yalınlık, öykülerin bizde bir yer edinmesine engel olmuyordu.)

O halde iki belirleme yapmış olduk: 1. Başpınar temiz, saf, iyi niyetli bir bilincin, bakışın içine yerleştirdiği “facia atmosferi” ile bir zıtlık, bir kontrast oluşturmasını başarıyor. 2. Okuru metne bağlayacak yöntemler (detaylar, ironi, mizah, gizem, duygusal yoğunluk, sıra dışı tipler, akılda kalıcı tipleştirmeler) bulmakta ise -zaman zaman- zorlanıyor.

İSMAİL ÖZEN:

İçeriği, anlatımı, dili hatta imlası itibariyle tertemiz öyküler var Mustafa Başpınar’ın Annemin Gözleri’nde. “İyi bir öykü iyi bir şarkı gibidir,” demiştim geçen bir konuşmamda. Bütünü oluşturan her parça güzeldir ve bir şarkıyı sonunu merak ettiğiniz için okumazsınız. İyi bir öykü güzel bir tablo gibidir, her ayrıntısı önemlidir ama temel bir teması da vardır.

Başpınar’ın öykülerinde cümleler bizi bir etkiye, bir sona doğru hazırlasa da ayrıntıların iyi işlendiğini; eşyaya, dünyaya bakmayı bilen bir gözün kelimelerle küçük, zarif tatlar devşirdiğini görüyoruz.

Orhan Pamuk Saf ve Düşünceli Romancı’da, ancak iyi okurların metinde neyin kurgu, neyin gerçek olduğunu ayırt edebildiğini söyler. Bu anlamda genç öykü okurlarının özellikle ilk üç öyküyü böyle bir yaklaşımla okumaları -neyin gerçek, neyin kurgu olduğunu ya da gerçekliğin nasıl kurguya dönüştürüldüğünü kavramaya çalışmaları- onlara önemli kazanımlar sağlayabilir.

Öykülerde gösterme ve anlatma yöntemlerinin, geriye dönüşlerin ve şimdiyi anlatan bölümlerin iyi dengelendiğini de söyleyebiliriz.

Cemil Kavukçu bir söyleşisinde kısalığı sebebiyle öyküde aşkı anlatmanın zor olduğunu söylüyordu. “Yaralarınız İyileşti mi?” adlı öyküsünde Mustafa Başpınar’ın bunu gayet iyi başardığını görüyoruz.

Nostaljik bir taşra tadı taşıyan ilk üç öykü, karakterleri ve mekanları itibariyle birbirini bütünleyen metinler. “Işıltılı Bir Dünya” dokunaklı bir kader öyküsü. “Problem Yok”Güneydoğu’da yaşananlara farklı bir bakış açısı sunan bir öykü. “Talihsiz Yolculuk” ve “Sabriye’nin Kerameti” adlı öyküler diğerlerinden hem tematik olarak farklı hem de biraz daha kurgusallığın öne çıktığı metinler. Fakat bu farklılığa rağmen aynı kalemden çıktığı belli. “Sabriye’nin Kerameti” edebiyat dünyasında kadın yazarların eleştirmenler tarafından daha fazla kayırıldığına, moda tabirle pozitif ayrımcılığa tabi tutulduğuna dair bir hiciv. Ben de okurken Sabri değil de Sabriye olmanın edebiyat dünyasında gerçekten bir ayrıcalığı var mı, diye düşündüm.

MEHMET KAHRAMAN:

Bir yazarı ya da bir öyküyü değerlendirirken okuma biçimlerimizin belirgin bir etkisinin olduğu aşikardır. Bu yüzden kendi öykü yazma çalışmalarımı düşündüğümde kendime yakın bulduğum bir isimdir Başpınar. Öykülerinde yer alan aile, çocuk, hatıralar, hesaplaşmalar gibi izleklerin benim okuma ve yazma tercihimle örtüştüğünü düşünüyorum. Bu nedenle Başpınar’ın öyküleri bana biraz daha öznel diyebileceğimiz bir tat veriyor. Zira yaşadığımız her şey genelde aile merkezli olarak ortaya çıkıyor.

Ya anne, baba faktörü ya da çocuk yaşlarda oluşan izlenimler, bir şekilde geleceğide şekillendiriyor. Yazarın ilk kitabında olduğu gibi Annemin Gözleri’nde de iki öykü dışında aile merkezli öyküler okuyoruz. Bizi içine alan, sarmalayan, ruhumuzda kıpırtılar oluşturan, bildiğimiz ama yine de etkilendiğimiz hikayeler toplamıdır bu bakımdan. Yaşantıya dokunan, vicdan muhasebesi yaptıran, sorgulatan, geride kalanın ne olduğunu düşündüren öyküler bütünü de diyebiliriz. Yazar daha çok bildiği, gördüğü ya da duyduğu konuları öyküleştirmiş gibi geliyor bana. Kurgunun gerçek hayatla örtüştüğü öyküleri okumaktan daha çok keyif aldığımı söylemeliyim.

Kitap kendi içinde üç bölüme ayırılabilir. İlk üç öykü birinci bölüm, sonraki iki öykü ikinci bölüm ve son üç öykü ise üçüncü. İlk üç öykünün konusu, yıllar önce kasabadan yara alarak ayrılmış anlatıcının kasabaya ve kendi hayatına dair hatırladıkları etrafında hayatın muhasebesinin yapılmasıdır. Sonraki iki öykü (“Talihsiz Bir Yolculuk” ve “Sabriye’nin Kerameti”) yaşantısal olandan ziyade kurgusal olana yakındır. Birincisinde okunmayı bekleyen bir kitabın yolculuğu anlatılır, ikincisinde ise yazarın isminin yanlış yazılmasıyla başlayan bir karmaşa öyküleştirilir. Son üç öykünün ortak noktası ise beklentinin, umut edilenin yara alması, parçalanmasıdır.

Başpınar, karakterler üzerinden insanlık vicdanına dokunur. Olaylar, okurun içine temas edecek şekilde verilir. Hüzün, özlem, ayrılık öykülerin ortak özelliğidir. Haliyle karamsar bir atmosferde şekillenen öyküler okuruz. Aydınlık bir uç yok gibidir. Sığınılacak bir yer, kaçacak başka bir dünya bulamayız. Kelimeler üzerimize oturur adeta, bir gönül kırıklığı olarak kalır. Birey her durumda yara almıştır. Bu insanlık durumlarıyla da alakalı bir haldir. Bir tarafıyla iyi ve kötü her zaman olacaktır. Fakat insan böyle bir durumdayken yeniden kendini konumlandıramayabilir. Başpınar, hikayeyi anlatır ama insanın kendini yeniden konumlandıracağı bir yol göstermez. Sizi olayların sızısıyla birlikte bırakır. Vicdanı kanatır ve öylece bırakır.

Başpınar, öykülerinde hepimizin bir şekilde temas ettiği öyküler kaleme alır. Hayatı merkeze çeker. Gördüğümüz, bildiğimiz hikayeleri başkasının gözüyle yeniden okuruz. Bu okuma esnasında okuru yormayan bir dil kullanır yazar. Klasik anlatıma yaslanarak sadece anlatır. Neyi söylemek istiyorsa lafı dolandırmadan söyler. Cümleleri kısa ve nettir. Bu yüzden öykülerin okunması ve anlaşılması kolaydır. Fakat bu durum çoğu zaman öykünün aleyhine de işleyebiliyor. Anlatım ve kurgunun hemen her öyküde aynı olması tekdüzeliği de beraberinde getiriyor.

İnsanın iyileşmeyecek yanlarına ışık tutan bir kitap Annemin Gözleri.Garip Sülo, mahcup gülüşlü Nurten, annesinin bakışıyla ve yalanıyla yaralanan anlatıcı, kendine hazırlanan ışıltılı dünyayı göremeyen bir bebek, yalnızlıktan kurtulmak için aşık olan genç öğretmen Annemin Gözleri’nden bana kalanlar.

BETÜL OK:

Mustafa Başpınar’ın, öyküde sade anlatım tarzı ve lirizmi yakaladığı kitabında sekiz öykü bulunmakta. İlk üç öykü; kişiler, duygu durumları ve gerçekçilik bağlamında bir ortaklık taşıyor. Okuyucu öyküleri peş peşe okuduğunda sanki bir romana başlamış duygusuna kapılıyor. Yazar, “Talihsiz Yolculuk” adlı öyküde bir kitabın başından geçenleri kitabın dilinden anlatıyor. İntak sanatı örneğini teşkil eden bu öyküde zaman ve kişilerin değişmesi ile olay çeşitlilik kazanıyor. “Sabriye’nin Kerameti” adlı öykü ise bir yazarın varoluş savaşını anlatıyor. Genel olarak, yalnız oluşun öne çıktığı, duygu yoğunluğuna sahip öyküler, ümitsizlik ve hüzün sarmalında devam ediyor. “Işıltılı Bir Dünya” adlı öyküde insanın acziyetini, hayatın hesaplanamaz bir gerçeklik oluşunu anlatan yazar, okuyucuyu etkilemeyi başarıyor.

Başpınar’ın öykülerinde olağan dışılıklar, okuyucuyu sürükleyecek hayal unsurları neredeyse yok denecek düzeyde olmasına rağmen, öyküleri canlı kılan şeyler var. Bunlar; ritmik yapı, tanıdık hayat maceralarının öyküleştirilerek sunuluşu, sevgi temasının abartıya kaçmadan anlatılışı, cümlelerin kısa tutuluşu, konuşma diline yakın hitabet, olayların gündelik hayattaki gibi sıralanışı... Yazar, eserin son öyküsünü uzun tutarak okuyucuya adeta bir film senaryosunun içindeymiş havasını yaşatıyor. Gel-gitler, iç konuşmalar, sorgulamalar, dini ve siyasi göndermeler, düzene karşı çıkış ile başlayan bu öykü, aşkın da öyküye dahil olması ile anlam katmanlarını çoğaltıyor. Kişilerin betimlenişi, olaylar arasındaki bağıntı yeterli düzeyde esere yansıtılmış. Yazar, öykülerde geçen karakterleri anlatırken daha çok kişilerin yüz yapısını ve fiziksel özelliklerini vurgulayarak, görünüşlerinin tasviri ile bizlere tasavvur imkanı veriyor.

Başpınar, öykülerinde sürpriz son yahut okuyucuyu meraka itecek bir dil ve olay örgüsü kullanmıyor. Oldukça yalın ve düz bir anlatıma sahip öyküleri ile insanın içine işleyen, hayatın trajik yanlarını dile getiriyor. Çocuk, anne, baba, iş, yalnızlık teması etrafında şekillenen kitapta olağanüstü bir durumla karşılaşmıyoruz. Geleneksel tarzda süregiden öyküler, anlatımın düzlüğüne rağmen akıcı. Rahat okunabilirliği ve üslup özelliği açısından kendi çizgisini yakalayan yazar, kolay anlaşılır, temiz bir dili olmasına rağmen düz anlatımı sebebi ile öyküde heyecan ve merak unsurunu saf dışı bırakıyor.