Canavarlar ve insancıklar
Üçüncü adam öldükten sonra anlamışlardı ki yedi taneydi canavarlar. Büyük ve derin yaralar açan pençeleri, kalın, hiç ok işlemeyen derileri vardı. Gözlerinin içi halka halka, iç içe sarı rengindeydi. Aylar boyunca adamlar, kadınlar, çocuklar bu canavarlara yem olmuştu. Yüzlerce kafadan, onlarca kafaya düşmüşlerdi.
Mağaranın kapısını örten kayaya iyice kulaklarını yasladılar, dışarıdan gelen sese bir kez daha kulak verdiler. Küçük bir taşla kayaya vuruluyordu. Mağara karanlıktı, içerideki yüzler zar zor birbirini seçiyordu. Gün daha aydınlanmamıştı. Biri inliyordu, duyuyorlardı. Kelime yoktu, haykırış yoktu, içeri girmek için zorlama yoktu. Giderek sönen, derin, koyu bir inilti... Bu bir insan dedi Kopt, insan olmalı, canavarlar böyle inlemez. Taşın taşa vurduğu anda çıkan çınlama da giderek zayıflıyor, eğer vuran bir insansa gücü azalıyordu. Li dedi sonra bir umutla, ya Li ise? Birkaçı ok ve mızraklarını hazır ettiler, diğerleri de kapı niyetine kullandıkları kayaya yüklendiler. Mağaranın içini taşın sert sürtünme sesi ve beklenmedik misafirin korkusu doldurdu. Mağaranın en derininde uyuyan çocuklar, yaşlılar, bebeklerinin üzerine kapanan kadınlar bile dışarının, kışın son günlerinin serin havasını hemen ciğerlerinde hissettiler. Bir meşale tuttular serin gecenin içine, evet, kapıda inleyen bir insandı.
Yarı çıplaktı. Yer yer siyahtı. Kışın son karlarından, ince bir kar kaplamıştı üzerini. Baygın yatıyordu. Hemen içeri çektiler, alnını örten kanlı saçlarını, yüzünü yıkadılar. Siyah rengin, çok iyi bildikleri çamur olduğunu anladılar. İnsan, Li idi. İki gün doğumundan bu yana yolunu gözledikleri Li, bacaklarında, göğsünde, yüzünde, sırtında aldığı derin yaralarla dönmüştü. Neden yarı çıplaktı? Canavarlar nasıl onu sağ bırakmıştı ya da o nasıl kaçabilmişti? Çelimsiz vücudu bu yaralara nasıl dayanmış, çok yukarılarda olan bu mağaraya kadar nasıl gelebilmişti? Daha önce Li gibi pek çok adam canavarların yuvasına gitmiş çoğu geri dönememişti. Belli ki Li de ölmek üzereydi. Adamlar, uzun sakallarıyla Li'nin başına eğildiler. Son nefesini vermeden önce bir şeyler anlatabilecek miydi? Ağzından çıkacak her kelimeyi duymaları gerekiyordu. Canavarların zayıf noktası neydi, korkusuzca yaşadıkları o güzel hayatlarına kavuşmak için onlardan nasıl kurtulacaklardı?
Üçüncü adam öldükten sonra anlamışlardı ki yedi taneydi canavarlar. Büyük ve derin yaralar açan pençeleri, kalın, hiç ok işlemeyen derileri vardı. Gözlerinin içi halka halka, iç içe sarı rengindeydi. Aylar boyunca adamlar, kadınlar, çocuklar bu canavarlara yem olmuştu. Yüzlerce kafadan, onlarca kafaya düşmüşlerdi. Canavarlar hepsini avlayıp yok etmeden onlardan kurtulmalıydılar. Çok denemişler ama hiçbirini öldürmeyi başaramamışlardı. Su kenarlarında, meyve ağaçlarının yanında, bir ok atımıyla kolayca avladıkları hayvanların yaşadığı alanlarda, her yerde her an karşılarına çıkıyor, kendileri av oluyordu. Üstelik avladığı insanların etini beğenmiyor, sadece öldürüp bırakıyordu. Daha önce de pek çok canavarla karşılaşmışlardı. Tecrübeliydiler. Büyük pençeli, ağzındaki bir dişi insan eli kadar olanlar, parlak derililer, sürünerek yaklaşanlar, sessizler, sesi kadınların karnındaki bebeği korkutacak kadar tiz olanlar, hızlı koşanlar, ağaçlara tırmananlar, büyük boynuzlular...
Ama bu canavar sürüsünü hiç tanımıyorlardı, daha önce hiç görmemişlerdi. İlk geldikleri geceyi kimse unutmamıştı. Yaprakların döküldüğü zamanda, bazen bir armağan gibi günün uzun olduğu zamanların sıcaklığını duyarlardı. Öyle bir geceydi, herkes dışarıda, kendi ateşinin başındaydı. Sıcak et kokusu yayılıyordu. Çağlayan suyun sesi, coşkuyla aynı şarkıyı söylüyordu. Önce bir çığlık duydular, sonra başka bir çığlık, haykırış, yardıma çağıran sesler. Boşa atıldığı belli okların vınlaması, savrulan mızrakların düşüşü. Bir hamleyle kesildiği anlaşılan çocuk imdatları. Dinmeyen bebek ağlamaları. Geceleri yandığında kime ait olduğunu bildikleri ateşler tek tek sönüyordu; Tap'ların, Yı kişisinin, Kak'ların, Nat'ların... Hemen sonra kış geldi, hızlıca karar aldılar, burada açıkta yaşamak daha fazla ölümden başka bir şey getirmeyecekti. Kalan insanlarla büyük mağaraya sığındılar. Zaman içinde yiyecek bulmak ve su getirmek dışında kimse dışarı çıkmaz olmuştu.
En iyi avcılar ve en hızlı koşanlar gün doğumundan hemen sonra dışarı çıkıyor, küçük bir tavşan veya yenebilen kuşlardan herhangi birini çabucak avlayıp, taşıyabilecekleri kaplara su doldurup koşa koşa mağaraya dönüyorlardı. Aylar boyunca çok kurban vermişler, canavarların yanına yaklaşabilen cesur ve kuvvetli adamlardan çok az şey öğrenebilmişlerdi. Daha onlar yanlarına yaklaşamadan, bütün sürü hızlıca koşup üzerlerine geliyordu. Ne ok ne mızrak ne de büyük taşlar... Hiçbiri kâr etmiyordu. Ne yapacaklardı? Kış çok zor geçmiş, bir sürü insan ölmüştü. Havalar yakında ısınacaktı, sonsuza kadar bu mağaraya tıkılı kalamazlardı. Bazıları derin derin düşündükten sonra kızgınlıkla, O'na en güzel kurbanları verdik ama O, bizi unuttu diyordu. Bazıları da karşı çıkıyordu; O bizi unutmaz, asla unutmaz diyorlardı. Ateşin etrafında yumruklar sıkılırken ve büyüyen gölgeleri duvarda birbirine girerken, titreyen elleri, bembeyaz bir yün yumağı gibi duran beyaz sakalıyla en yaşlıları Ho da söz alıyordu.
Anlattıkları hep aynı şeylerdi; Hepiniz biliyorsunuz ki O'nun mesajını getiren kişiyi görenlerden biri benim babamdı. Babam bana anlattı, ben de sizlere. Ama beni dinlemediniz. Avlanmakta beceriksiz olanlara, hastalara ve küçük çocuklara avlarınızdan vermediniz. Güçlü olanlarınızın çoğu, zayıf olanlarınıza kötü davrandı. Çocuklarını öldürdü, kadınlarını ve güzel postlarını, silahlarını elinden aldı. Böyle yapmayın diyenleri duymadınız. Beş gün yetecek avınız varken en güzel boynuzlu olanları öldürmekten geri durmadınız, niçin? Şimdi bu mağarada hepimiz alt edemediğimiz canavarlardan kurtulmayı bekliyoruz. Ben en yaşlınızım ve biliyorum ki bugünler elbet bir gün geçecek... Daha önce de çok canavarlar gördük. Pençelerimiz, kalın derilerimiz, kürklerimiz, keskin dişlerimiz yok, yenemeyiz sandık ama hepsini yendik. O bize yardım eder, gene yeneriz.
Ama aynı ben yine biliyorum ki siz bunlardan ders almamaya devam edeceksiniz. Bugün O'na yalvarıp yakararak ders almış görünenleriniz, yarın güneşe, aya, suya ve ulu ağaçlara ve etli hayvanlara bakıp yine hepsini kendisinin zannedecek. Susturdular onu bağırarak, hep bir ağızdan. Ho etrafındaki öfkeye baktı, aralarında can kulağı ile dinleyenler vardı ama o kadar azdılar ki... Ah siz insancıklar dedi Ho, görünmez ağır yüklerin altında ezilen vücudunu adeta sürüyerek, yavaşça kendi köşesine çekildi. Tartışmayı uzaktan seyreden Li de ailesinin yanına gitti. Yarın ne yapacaktı? Bilmiyordu. Bu bilinmezlik duygusu ile baş etmek çok zordu. Geceler geçmek bilmiyor, sabah bir türlü olmuyordu. Sabah olunca da güneş hiç batmayacakmış gibi hep aynı renkte, göğün orta yerinde, sabit duruyormuş gibi geliyordu. Gece ve gündüz, kışın soğuğuna sarınıp bitmemek, geçmemek üzere yarışıyordu.
Çocuklarına baktı, kızlar ve oğlanlar, gene güçlerini denemek üzere alt alta, üst üste kavgaya tutuşmuşlardı. Kendisi çok gün doğumu görmüş, çok av yakalamış, dağlara çıkıp derin vadiler, başka ormanlar görmüştü. Nice meyvelerin tadını biliyordu. Uzak yakın bütün sulardan içmişti; hangisi yumuşak, hangisi buruk, tatlarını almıştı. İçine düşeni sürükleyen uğultulu suları, anne sesi gibi şarkı söyleyenleri duymuştu. Büyük ormanın içinde nerede ne var bilirdi. Kuşların hepsini sesinden tanırdı, onları canlı yakalamak için saatlerce dolaşmayı ne çok severdi. Baharda ovalarda arıların vızıltısını dinleyerek çiçeklerin kokularını ayırt edebilirdi. Yenebilenleri ve zehirli otları tanırdı. Ya oğulları ve kızları? Onlar bunları bilmeden, dünyayı keşfetmeden, yaşamanın tadına varmadan, büyük ormanın kokularını içlerine çekmeden, birbirinden güzel kuş seslerini duymadan bu karanlık mağarada ölüp gidecekler, geride sadece kemikleri mi kalacaktı?
İçine acı doldu. Buna izin veremezdi. Bir sürü cesur adam dışarı çıkmış ve canları pahasına canavarları avlayacak bilgi kırıntılarıyla dönmeyi başarmışlardı. Hissediyordu ki çelimsiz bedenine rağmen artık sıra kendisindeydi. O gecenin sabahında erkenden kalkmış, ailesine yedi gün doğumu yetecek kadar yiyecek bulmuş, bitkin ve umutsuz gözlerle uğurlandığı yolculuktan, ölümcül yaralarla da olsa dönebilmişti. Kopt yaklaştı, kanlar içindeki Li'nin başını kucakladı, söyle bize dedi, canavarlara yaklaşabildin mi? Li'nin göz kapakları hareketlendi, gözlerini açmaya çalışıyordu. Şakağındaki büyük yara yüzünden sağ gözünü açamadı. İnledi. Yüzüne bir gülümseme yayıldı. Kopt, dedi, seninle ne çok yaşadık değil mi? Aynı anda, aynı anneden doğmuşlardı. Herkes onları çok severdi. Avlarını paylaşırlar, çocukları eğlendirirler, can acıtmazlardı. Evet dedi Kopt, çok yaşadık seninle.
Yaralı bedeni soğuktan ve acıdan titriyordu, buraya kadar sürünerek geldim biliyor musun dedi. Kopt'un gözleri doldu, kardeşinin eline sarıldı. Li, göğsünde kalan kanı dışarı sızdıran bir nefes daha aldı. Kopt'la nefeslerinin dumanı birbirine karışıyordu. Ben dedi, bu sabah onlardan kaçarken kokulu çamura düştüm. Kokulu çamuru herkes bilirdi ve kötü kokusundan sebep insanlar oraya hiç gitmezdi. Li'nin vücudundaki siyah boyanın ne olduğunu anlamışlardı. Sonra dedi Li, çamurun içinden çıktım. Yıkanmak için suya gittim. Tam girecekken onlardan biri geldi. Kalakaldım. Hızla üstüme atladı. Ayağı göğsümün üzerindeydi. Kaçamazdım. Kokladı. İyice kokladı ve gitti. Anladım ki canavarlar insan kokusunu tanıyor, bu koku onları şaşırtıyor. Onlara yaklaşmak için çamurdan sürün ama çok... ve... gözlerini kör edin. Öksürdü, ağzından kan geldi. Neden gülüyorum biliyor musun diye devam etti, ben... Emin olmak için peşinden gittim.
Gözü gözüme bakacak kadar gittim. Sonra bir gözüne bıçağımı sapladım. Beni takip etti, artık çok kızmıştı. Beni yakaladı ama ben... Öbür gözünü de kör ettim... Tepenin eteğinde... Gidin bakın. Gün doğar doğmaz baktılar. Evet, tepenin eteğindeydi. Ölü canavarın etrafında dolandılar. Ağzını açıp dişlerine dokundular. Üstüne çıktılar. Karnına kargılarını batırdılar. O kadar büyük değilmiş dediler. Gözlerinden birinde Li'nin bıçağı, diğerinde sivri bir dal vardı. İki gece uzun uzun düşündüler. Sessizce konuştular. Üçüncü gecenin sabahında yola çıktılar. Neredeyse bütün kıyafetlerini çıkardılar, kokulu çamura sürünüp simsiyah gölgelerinden ayırt edilmez halde yürüdüler, yürüdüler, yürüdüler... Onlar yürüdükçe kuşlar havalanıyor, küçük orman hayvanları korkuyla kaçışıyordu. Ağaçlar giderek sıklaştı, nihayet güneş ağaçların arasından görünmez oldu. Durup su içtiler, yeniden kokulu siyah çamurdan süründüler. Hızla atan kalpleri yavaş yavaş sakinleşti. Hiç konuşmuyorlardı. Karanlık, soğuk ormanın içinde canavarların yaşadığı yere doğru ilerlediler. Hepsinin gözleri gecenin içinde parlayan yıldızlar gibi ışıl ışıldı. Ne yapacaklarını çok iyi biliyorlardı.