Bir Tanrı’nın Ölüm Korkusu

REMZİ ŞİMŞEK
Abone Ol

Olmadı… Tüm hiddetim ve mağlubiyetimle yüzümü seyirciye döndüğümde salonda korkunç bir gürültü kopmuştu, görebiliyor ama duyamıyordum. Gözlerim gencin gözlerinde öylece dimdik durmaya çalışıyordum ama nafileydi çabam. Mağlup olmuştum, ölebilirdim artık…

Şu metroyu bekleyen, etrafındaki kalabalığa bir pislikmiş gibi bakan adam, işte o adam benim ve birazdan yaşayacağım kendime yabancılaşma halinden önceki halim buydu, aslında son elli yıldır belki de daha fazla bilemiyorum böyleydim, yukarılarda olanlar yukarıdan bakmayı öğreniyor zamanla. O genci görene dek yukarılardaydım. Evet bunları size anlatabilen şu anki ruh halime trene bindikten birkaç dakika sonra gördüklerim sayesinde eriştim ve belki de sırf bu hal yüzünden anlatma ihtiyacı duydum. Tıpkı filmlerdeki gibi olmuştu, hususi arabam bozulmuş ve yetişmem gereken yere en çabuk gidebileceğim vasıta olan metroyla yola devam etmek zorunda kalmıştım. Oysa ben öyle çok fazla film de izlemem, çok konuşmayı da sevmem. Pek halkın içine de karışmam sizin anlayacağınız.

O genç, -şöyle saçları kıvırcık ve gür bir delikanlı, hani ne diyorlardı şimdilerde neyse, tahminen üniversite öğrencisi, gözünde gözlük kulağında ise kulaklık şu kocaman olanlarından- müzik dinliyordu. Hani benim ömrümü verdiğim ve zirve noktasına erişip oradan insanları seyrettiğim müzik var ya işte onun başka bir türünü dinliyordu muhtemelen. Aslında bu cümleyi o an bu şekilde kurmazdım çünkü basit bir müzik dinlediğini düşünerek tıpkı trene binerken insanların bendenize dokunmaması için gösterdiğim çabanın bir benzerini gösterip kendisinden uzak dururdum ama hiç de öyle olmadı. Dikkat buyurunuz efendim birazdan anlatacaklarım şiddet içerir, evet birazdan anlatacaklarım ruhumda açılan yaraların… Neyse.

Trende genç adam bir süre sonra gözlerini kapadı, böylece kendisini daha iyi seyretme imkanı vermiş bulundu bana, minnettarım. Önce kaşları düştü, çatıldı, şaşırdım. Burnundan nefes aldı –rahatlamak için olmalı, yürek daraltısından bir anlık da olsa kurtulmak için belki- başı sola düştü, dudakları acıyla buruştu, kirpikleri titredi, başını düzeltti, kaşları tekrar düştü, kaldırdı kaşlarını sonra, en tepeye, derin bir nefes aldı, bıraktı, gözlerini açacak diye korktum, bakışlarımı kaçıramaz, yakalanırdım. Çünkü o sırada ilk yaramı almış, kendime yabancılaşmakla meşguldüm.

Üçüncü durakta ayaklandı delikanlı, yetişmem gereken yere yetişmemin bir manası kalmadığından bendeniz de peşinden ayaklandı. Bendeniz dediğim emekli orkestra şefi Selim Osman Sarkaç’tan başkası değil ama inanın şu anda anlattığım kişi bir ömür yaşadığımdan çok farklı biri. Yürüdüğümde önüm sıra açılan kapılara alışıktım ben, kaldığım otelde her seferinde nezaketen sorduğum sorunun cevabını en baştan bilendim ben.

— Hesabı çıkarabilir misiniz bu akşam çıkış yapacağım.

— Hesabınız ödendi efendim iyi yolculuklar.

Yağmurda şemsiyemi tutan, uzatılan bir demet çiçeği kibirle aldığımda sağ yanımda derhal uzatıp kurtulduğum biri mutlaka vardı. Sonra kadınlar, yaşlılığımın sınırlarına ulaştığım -belki bunamanın demeliydim- şu dönemde bile kadınlar hep sevdi beni. Tüm bu geçmişim, lüksüm ve kudretimin yanında şu anda ne yapıyordum ben; delikanlıyı takip ediyordum, aklımda hep aynı soru vardı, neydi dinlediği? Onu birkaç dakika içinde halden hale sokan yüzünde bir fırtına, duygu fırtınası yaratan şey neydi ve daha önemlisi gerçekten böyle bir şeyin olabilmesi mümkün müydü?

Bendeniz elli küsur yılını sahnede geçirmiş ve emekliliğinden sonra dahi hala sözü itibar gören büyük şef, ömrüm boyunca hiç aklıma gelmeyen soruların saldırısı altında -evet ya hatırladım bonus kafalı- bir genci takip ediyordum. Bendeniz ve orkestramı izleyen binlerce insan arasında acaba bir tanesi dahi şu bonus kafalı genç adam gibi bir etki altına girdi mi acaba diye düşünürken kurduğum bu uzun cümlelerin aslında can sıkmak amaçlı değil çaresizlik ürünü olduğunu fark etmem için alim olmama gerek yoktu. Ben nasıl çaresiz kalabilirdim? Bu nasıl mümkün olabilirdi? Orkestramın her bireyi bir tanrı gibi tapardı bana ve ben de seyirciye tapılası eserler sunardım. Ama bir gün olsun eser akarken yüzlerini görmedim, orkestram da görmedi, üstelik onların yüzleri seyirciye dönük olmasına rağmen çünkü bendeniz bir tanrıya yakışır biçimde gözlerini kamaştırıyordum.

Bugüne kadar bunun ihtiyacını da duymadım yani seyirci hiç merak etmedim. Ta ki o çocuğu görene dek, o an düştü aklıma seyirci ve ben de Zeus tahtımdan düştüm. Bu düşüş için mitoloji ne der ya da hikaye anlatma sanatında bir sonraki evre nedir, aydınlanma, buhran ya da her ne ise işte onu bekleyip görmem gerekiyordu. Bekleyip derken tabii ki de durup beklemedim, takibimi sürdürdüm. Yürüdüğü uzun caddenin ara sokaklarından birine saptı ve loş ışıklarla aydınlatılmış bir kafeye girdi. Hoş bir mekan hissi veriyordu ışıklar, masalar, sandalyeler estetik duruyordu hemen hemen her şey. Dolu da değildi masalar, bir iki müdavim havası veren yalnız adam, bir tane yalnız kadın ve bir çift heyecanla bekliyor gibiydiler bir şeyleri.

Bendeniz de yüzümün seçilemeyeceği bir köşe bulup oturdum, o an gözüme takılan fotoğrafta bir seyircinin kendisine gül uzattığı piyanist vardı. Öyle fazla takılmadan gözümü alıp bonus kafalı genci aramaya başladım. Nitekim bir süre sonra garson önlüğü ile çıktı ortaya, daha sonrasında sahneye bir genç adam çıkıp takdime başladı: “Hepiniz hoş geldiniz. Yine bu gece biz bize gibiyiz ama şikayetçi değiliz. Siz de fark etmişsinizdir bugün ilk kez gelen birini görüyorum hoş geldiniz hanımefendi,” dediği anda ürktüm, eğdim başımı iyice gizledim kendimi, ben de yabancıydım, belli ki o hanımefendi ve benim dışımdakiler her zaman gelenlerdi.

“Neyse bu akşam yine ritüellerimizden birini gerçekleştiriyoruz. Size iki saat boyunca Ferdi Özbeğen vaat ediyoruz iyi eğlenceler,” diye devam edip sözü uzatmadı. Kimdi bu Ferdi Özbeğen diye içimden geçirdiğim bir anda müzik çalmaya başladı, o nefret ettiğim piyanist şantör ekolünün elemanlarından biriydi anlaşılan ve iki saat boyunca o düzeysiz müzik çınlayacaktı kulaklarımda. Buna tahammül edebileceğimi düşünemediğim bir anda bonus kafalı garson yanıma gelip arzumu sordu, o an dinlediği müziği sormak istedim ama Ferdi Özbeğen müsaade buyurmadı, sinir katsayım artmaya başlamıştı, çay istedim, oysa nefret ederdim çaydan, kahve dururken çay da neymiş.

Çayımı getirdiği zaman sormaya şartladım kendimi ama şu müzik daha doğru düzgün düşünmeme bile fırsat vermiyordu, oysa insanlar yani şu bir avuç insan ne kadar da mutluydu ya da bana öyle geliyordu, yüzlerini, evet yüzlerini tek tek görmek istiyordum onlara da aynı şey oluyor muydu? Yoksa hepsi müziği benim gibi, büyük şef gibi yani muazzam bir ciddiyet ve ehemmiyetle mi dinliyordu gibi soruların cevaplarına odaklandığım anda çayımı önüme bırakıp bir an bile durmadan “afiyet olsun” diyerek çekiliyordu ki kolundan yakaladım.

— İsmin nedir delikanlı? Şaşırdı ama çabuk atlattı.

Mahir efendim.

— Müziği seviyorsun Mahir.

— Tabii, konservatuar öğrencisiyim efendim.

Dünyalar benim olmuştu, zaten benim olan dünyalar tekrar benimdi, işte şimdi korkmadan sorabilirdim.

— Metroda gördüm seni ne dinliyordun?

Uzunca bir süre düşündü. Şu an çalan gibi ucuz bir müzikten örnek vermeyeceğine emindim.

Tchaikovsky.

Sohbetimizin devamında üstadın müthiş eseri “Marche Slave”i dinlediğini öğrendim. Daha uzun süre sohbet edebilirdik ama çalan müziğe daha fazla tahammül edemezdim. Çayımı dahi bitirmeden oradan ayrıldım. Ayrılırken de çiçek alan piyanist resminin altındaki ismi okudum: Ferdi Özbeğen. Sırayla dizili diğer resimlere bakmadım bile.

Huzur dolu bir beden saçmalama hususunda çok daha müsaittir. Bendenizi böyle heyecanlı bir serüvene sürükleyen ve bir ara ciddi manada korkulara salan genç adama bir jest yapmak istedim. Evet efendim, son konserim için kendisine protokol sırasının hemen ardında ve sahneyi, dolayısıyla da bendenizi en iyi görebileceği bir yer için davetiye gönderdim. Huzurum konser günü yaklaştıkça bambaşka bir şeye dönüşüyordu, rahatsız değildim çünkü yıllar önce kaybettiğim heyecanımı bana yeniden tattıran bir şeydi bu, oysa bu heyecan kaybını o zamanlar üstatlığımdan kaynaklı bir durum olarak yorumlamıştım, değilmiş. Düpedüz gelecek olan genç adam için hazırlanıyordum ve çılgınlar gibi merak ediyordum aynı etkiyi yaratabilecek miyim diye. Konserin en zirve noktası diyebileceğimiz anda “Marche Slave”i çalmaya karar vermiştim, güzel olacaktı gerçekten, çok güzel olacaktı bundan neredeyse emindim ve bu cümleleri bana heyecanım kurdurtuyordu.

Günün gelip çatması çok sürmedi heyecanım ise günbegün arttı çünkü seyircilere bir de sürprizim vardı. Sahnenin tam ortasına çatıdan sarkıtılan bir ayna koydurttum, çılgınca durabilirim ama yaptım bunu çünkü o koltuğu ve sahibini görmem gerekiyordu, bunun doğurabileceği tüm sonuçlara da razıydım. Provalarda gözüm o koltuktaydı, hatta emin olmak için ekipten birkaç kişiyi farklı vakitlerde o koltuğa oturttum. Her şey tam istediğim gibi hazırdı. Maestro…

Geleceğini biliyordum, gelmişti, şık bir takım elbise ve kocaman saçlarıyla orada öylece duruyordu. Sözü uzatmanın alemi yok müzikten anlayan biri olarak dinledi tüm eserleri ve o an geldiğinde hala oradaydı. Bu eser onun içindi ve aynı zamanda benim içindi. Ölümsüzlüğümü garanti altına almam içindi her şey. Hoş tatlı bir girişi vardı bahsi geçen eserin ama çok sürmez yükselmeye başlar ondan sonra uzunca bir süre devamlı ama devamlı yükselen bir yapıda seyrederdi, en güçlü noktalarında doruğa ulaştırırdı sizi, benim de amacım oydu eserin sınırlarını sonuna kadar zorlamak ama ne yaptıysam olmadı. Genç adam eserin sükuta erip tekrar hareketleneceği geçişe kadar yüzündeki tatlı gülümsemeyi bir an olsun bozmadan seyretti, hiddetim artmıştı ve bu durum hareketlerime de yansımıştı. En ufak bir duygu kırıntısıydı beklediğim ama zerresi bile yoktu yüz hatlarında, zamanım daralıyordu. Daha önceleri içimde kelebekler uçuran kısma geldiğimde sinirlerim alt üst olmuştu, o an eseri kesip terk edebilirdim sahneyi ama yapmadım, son bir kurşun…

Olmadı… Tüm hiddetim ve mağlubiyetimle yüzümü seyirciye döndüğümde salonda korkunç bir gürültü kopmuştu, görebiliyor ama duyamıyordum. Gözlerim gencin gözlerinde öylece dimdik durmaya çalışıyordum ama nafileydi çabam. Mağlup olmuştum, ölebilirdim artık…

Kulise geçip yalnız kaldığımda geleceğini biliyordum. Sandalyemde oturmuş gözlerimi yere dikmiştim bir elimle ikinci bir sandalyenin sırtından yakalamış öylece dururken kapım çalındı. İçeri giren yardımcım kapıdaki genç adamdan bahsetti, içeri gelmesini söyledim. İçeri girdiğinde mekandaki sinir bozucu sessizliği yürekli davranarak o bozdu;

— Efendim, özür dilerim size yalan söyledim.

— Biliyorum Mahir.

— O gün…

— Hayır o gün ne dinlediğinin bir önemi yok artık.

— Neden?

Şu afili cümleyi onun için kurdum.

— Çünkü mağlubiyet bir tanrının kaldırabileceği bir şey değildir oğlum.

— Anlıyorum.

— Boşver hadi gel bir çay içelim…

  • Arkadaşlar, Calvino, Tanpınar, Rollo May, Borges, Bilge Karasu, Feyyaz Kayacan, Yücel Balku, Vonnegut, Ramazan Dikmen, Perec, J. Campbell, Filibeli, Bahattin Özkişi, Orhan Duru okuyoruz, değil mi? (AE)