Bir Gece Vakti

FATİH AHMET ÇUHADAR
Abone Ol

İbo, Ahmet’in düşen yüzünü görünce çıkacağız, gideceğiz merak etme, dedi. Ahmet saati unutuverdi de gitmenin hayallerine sarıldı sanırsam çünkü İbo’ya bakarak sırıtmaya başlamıştı.

— Ne diyorsun İbo, gidiyor muyuz?

— Başka çaremiz yok gibi.

Kronos’un çocuklarını yediği günlerden biriydi sanırım, nereye gidiyorlardı, neden kaçıyorlardı bilmiyorum ama ikisinin de yüzünde dünden kalma bir öfke vardı. Dün ise ne zamandı, ne olmuştu, işte onları biliyorum. Dün çok uzak değildi, belki de hâlâ devam ediyordur, kim bilir. Birisi, İbo, çok küfür savururdu etrafına, aman bilmezdi, sanki dünyadan alacağı varmış da dünya borcunun üstüne yatmış gibiydi. Küfürleri Ahmet’i çok rahatsız ederdi, o küfrü de kaçmaya benzetirdi, aslında kaçmanın kendisi dışında her şey kaçmaya benzerdi ona göre. İnternetten buldukları İran müzikleri çalan radyoda Bijan Bijani çalıyordu, Ta Bare Doost, dost geçiyordu içinde şarkının ve bu kaçmayı yeterli bir sebep haline getiriyordu. İçeriden kestane cızırtıları geliyor, kokusu odaya yayılıyordu. Sanırım ortam “son kez”e uygundu.

İbo eskinin adamıydı. Hep kendi eskisini arar, bunları bir şekilde Ahmet’te bulurdu. Küçükken çalıştığı marangozun kokusunu bile onun üstüne sinmiş olarak bulurdu. Her zaman tekrar ederdi, marangozda çalışmak, mobilyacıda çalışmaktan bin kat daha iyidir derdi. Yoldaşı anlamazdı, yoldaş mı, bunlar nereye gitmişlerdi ki yoldaş olsunlardı?

Ahmet gidemeyeceklerini biliyordu fakat ne zaman olmayacaktı bu hadise kestiremiyordu. Aslına bakarsanız Ahmet saatten bile bihaberdi. Bir an saat merakı oluştu ve İbo’ya uzun süre konuşamayan adamda oluşan ses boğukluğuyla “Sence saat kaç?” dedi. Önce İbo pek sallamadı Ahmet’i, biraz zaman geçtikten sonra “Ne bileyim ulan!” diyerek başından savar gibi yaptı. Bu cevap karşısında Ahmet’in yüzü iyice düştü, hele bir de zamana dair tek belirtinin soğumuş ve yanmış kestaneler olduğunu görmesi onu daha da beter hale getirdi. Ne var ki aklına bir çözüm geldi, o vakit yüzü biraz olsun ışıdı. Saat dedi mesela altı buçuk yedi olsun ve güneş gitmeye hazırlanmış olsun. Evet, diye iç geçirdi, saat tam yedi olmalıydı ama güneş daha kızarmamış olsun. Mevsimler pek tutmuyordu ama tutan bir yer vardı muhakkak ve belki de bu ikili mevsimin tuttuğu yere gideceklerdi.

Saat yediyse saymaya başlayabilirdi, 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10… Bir yerde fark etti ki sayması hızlanmıştı bir hayli. Saniyeyle aralarında büyük bir fark oluştu.

Allah kahretmesin dedi, başa sarsa olmazdı çünkü ya önceki saat doğruysa diye ürküyordu, devam etse fark oluşmuştu bir kere ve kaçta kaldığını unutmuştu.

İbo, Ahmet’in düşen yüzünü görünce çıkacağız, gideceğiz merak etme, dedi. Ahmet saati unutuverdi de gitmenin hayallerine sarıldı sanırsam çünkü İbo’ya bakarak sırıtmaya başlamıştı.

Bijan Bijani’nin şarkısı baya uzundu. Kestane bir türlü pişmek bilmiyordu, herhalde pişmesi yarını bulacaktı. Olsundu, ne fark ederdi ki zaten, en nihayetinde kaçmak için önce dünü bitirmek gerekir diye düşünüyorlardı. Çok merak ediyordum nereye gideceklerini ama bu bir sırdı ve bu sır geçmişlerini andırıyordu, sanki dün gibi ama değil, sanki anlayabilirsin ama asla tam olarak kavrayamazsın. Ahmet şöyle bir İbo’yu süzdü, üstünde siyah bir parka içinde koyu renkte bir kazak ve sıradan bir kot vardı, ha bir de İbo parkasının kapüşonunu kafasına geçirmişti. Bu kapüşon İbo’yu dünyadan koruyor gibiydi. Ahmet,“Bazen bir şarkı yıllarca sürer, sen bitmesini beklersin ama şarkının biteceği yoktur, önündeki seçeneklerde bellidir ha, ya radyoyu tümden kapatırsın- ki bu durumdan insanlar rahatsız olurlar-, ya şarkıyı değiştirirsin, ya da sen bir şarkı söylersin,” dedi

İbo’ya. İbo da şöyle bir Ahmet’i süzdü bu kez. Ahmet sıradanlığı şiar edinmiş bir şairdi. Bu onun sıra dışı bir insan olması için yeterli bir bahaneydi. Kirli sakalları ve dağınık saçları ile herhangi bir işsizden farksızdı. Ama olsun İbo’ya göre o bir şairdi ve her şair gibi olağandışı bir insandı. İbo da Ahmet’in söylediklerine yanıtsız kalmadı ve “Başkan, bütün benzetmelerin anasını belleyeyim öncelikle, biz ne o şarkıyı kapatırız ne de dediğin o diğer şeyleri yapabiliriz, biz yapsak yapsak sağır taklidi yaparız, o kadar.”

Kestane pişmeden dışarıya, sokaklara atılmaya karar verdiler, ne de olsa geldiklerinde hangi gün olursa olsun, kestane pişmiş olacaktı. “Belki de kestane bizim için lükstür,” dedi. Dışarı çıkmaları hiç gün eksiltmedi pencerelerinden, yine o lanet olası aynı gündü, yok geceydi ve gece olması günün bir şekilde devrileceği anlamına geliyordu ya da öyle olmasını umuyorlardı. Dışarıya çıktıklarında hava sisliydi ve yağmura benzer ama kesinlikle yağmur olmayan bir ıslaklık karşılamıştı onları. Felaket derecede olan soğuk hava onlara yaşadıklarını hissettiriyordu. Yaşamak hissedilecek bir şeydi ve bu ikisi ara sıra bu hisse kapılmaktan kendilerini alıkoyamıyorlardı.

Bu saatte sokakta haydutlar, dalavericiler vurguncular, hayınlar ve vurdumduymazlar bulunurdu. Fakat her nasılsa kimsecikler yoktu sokakta, sokak başıboş bir köpek gibi salınıyordu adeta ve Ahmet köpekleri sevmezdi. İbo bütün köpeklerin başını okşamaya çalışırdı ve her seferinde Ahmet İbo’ya kızardı. Amma işin içine Spartaküs girince işler değişir, onun sevilmesine karşı çıkamazdı.

Ben hatırlıyor gibiyim, sanki bu ikisi dün de dışarı çıkmışlardı. Dün dışarı çıktıklarında bir şeyler arıyor gibiydiler. Muhtemelen gidecekleri yere dair bir iz bulma peşindeydiler. Bulduklarından emin değilim, hem bulsalar bugün niye dışarı çıksınlar ki? Fakat şuna eminim ki ikisi de aramaktan oldukça yorulmuştular. Bir bulsalar her şey değişecek gibi bir duygu vardı ortalıkta gezinen. Aslında ortalıkta gezinen korkunun ta kendisiydi. Bulmak her şeyi değiştirebilirdi, dünü bile.

Ahmet yürümekten sıkılmıştı, bir yerlere oturup çay içmek ikisine de iyi gelecekti. Her zamanki yerlerine gittiler. Salih de oradaydı ve ikisinin geldiğini görünce içindeki aleve soğuk su serpildi. Çünkü Salih Reis onların gitmesinden en çok korkan insandı. Bu durum İbo’yu boğuyordu, kendilerini en çok düşünen insan bir çaycıydı. Salih onlara iki çay getirdi. Çayların üzerinden buğular yükseliyor ve yükselen her buğu gökteki sise karışıyordu.

O esnada Salih damlamıştı artık aralarına. Birdenbire İbo ve Ahmet’in yüzü değişmişti. Salih’in engellemesinden korkuyorlardı. Halbuki, belki Salih de gitmekten yanaydı, bunu bilmiyorlardı ama ya engel olursa ya önlerine set çekerse, işte bundan korkuyorlardı.

İkilinin yüzünün düşmesinden Salih rahatsız olmuşa benziyordu ve “Gideceksiniz değil mi? Hem de bana sormadan gideceksiniz. Gidin bakalım, gidin de ben burada bekleyeyim sizi. Sorun değil benim için,” dedi. Ahmet cevaben “Ne bilelim, gelmezsin diye düşünmüştük, hem sen gitmeleri pek sevmezsin değil mi ama?” dedi. Salih bu duruma biraz daha sinirlendi. Zaten çayın buğusu da kalmamıştı. İbo sustu önce ve ardından sakince başını sallayarak “Gel abi sen de gel,” dedi. Salih bu cevabı arkaya doğru gerinerek olumlu karşıladığını belli etti.

Üçü beraber eve doğru yol almaya başladılar. Az önceki sisten eser yoktu. Sis yerini akıl almaz bir ayaza bırakmıştı. Eve geldiklerinde kestane yanmıştı, her tarafı yanık kokusu almıştı. Hâlâ geceydi ve Ahmet alçak sesle, yine gidemeyeceğiz herhalde, dedi.