Bir Galat-ı meşhur
O günden beri Galata Kulesi'ne uğrayan olmamıştı. Halk arasında yayılan şeamet dedikoduları almış yürümüştü. Civardaki dükkânların, balıkçı tezgâhlarının, incik boncuk dizili sergilerin yerinde yeller esiyordu. Uğursuz baykuşun gazabına uğramaktan çekinen kim varsa, pılını pırtısını toplayıp kayıplara karışmıştı.
Pîr-i Nakkal Cezayirli Üzeyir Efendi'nin rivayet ettiğine göre, Galata Kulesi'nin o zamanlar daha kısa ve enli olan korkuluk demirlerine, ta Firenk diyarından kalkıp dağ bayır dolaşarak tenezzüh eyleyen dini bütün bir baykuş tünemişti. İslam'a zor bela duhul ettikten, şahadet getirip cizye vermekten ebediyete dek azat olunduktan sonra Cenevizlizâde namıyla zadegânlara karışan kule bekçisi, baykuş ile dalaşında pek muvaffak olamamıştı. Hayvan ne uç git anlamındaki el kol hareketlerine ne çalı süpürgesi darbelerine ne bekçinin en değme küfürbaza dahi feleğini şaşırtacak nev-lügat küfürlerine aldırış ediyordu. Baykuşun kuru ve uğursuz bir dal gibi oracığa saplanıp kısa sürede dal budak salmasından endişe duyan adam, kulenin karşısındaki derme çatma kulübesine koşturup dede yadigârı arkebüzünü omuzladığı gibi kulenin sarmal merdiven basamaklarını hızla tırmandı. Tam nişan alıp yağlı kurşunu baykuşun kel kafasına sıkacaktı ki göklerden kurumlu bir seda yükseldi. Tehditkâr lakırdılar havada uçuşuyordu. İftira üstüne iftira, itham üstüne itham işitti. Esasında bir tutam kuru gürültüye pabuç bırakacak biri sayılmazdı fakat görünmez ifritin kimi sözleri haysiyetli bekçinin bam teline dokunuyordu.
Güya kaparozcu bir İsevî iken nasılsa elan öyleydi bekçi Muzaffer. İman tahtasına musallat olan güveler orada yenilmedik yer bırakmamışlardı. Yalın kılıcı görüp de bin yıllık entarisinden sıyrılıveren iç donsuz bir facire sayılırdı. İnci, mercan, akik ve firuze taşlar şöyle dursun, tek bakır sikke, üç beş değersiz metelik pahasına ana babasını, öz karındaşını satabilecek tıynette birinin böylesi mimarî bir şahesere bekçi tayin edilmesi kıyamet alametlerinden bir alamet olmalı idi. Koskoca Konstantiniye'de adam mı kalmamıştı ki çarpık çurpuk kaldırım yosmalarını kolundan tutup kule dibine götüren edep erkân yoksunu tüccar oğullarının rüşvet karşılığı kulenin berrak zemin taşlarını irin kusan zekerleriyle kirletmelerine müsaade eden bu aymaz, zadegânlar nezdinde itibar görüyordu? Yüzü kıpkırmızı kesilen bekçi burnundan soluyordu. Fitnepervaz deyyusun vızıldamalarının aslı astarı olsa içi yanmayacaktı, fakat söz konusu kalbinde henüz filizlenen Muhammedî iman olunca ihtiyar bekçinin kan sıçrayan gözünde terütaze pars motifleri peyda oluyordu. Madem öyledir, ne diye garabet yüzünü gizlemektesin be hey iftiracı ifrit, bir görünüver de seni doğduğuna doğacağına pişman edeyim, diyerek erkekliğine yaraşır bir tavır sergilemekte gecikmemişti.
- Behey kör bekçi, işte burnunun ucundayım, nidası gelince uzun ve kemerli burnunun ucuna safça bakarak iri siyah gözlerini şehla edivermişti; lakin yaptığının rakibine yarayacağı düşüncesiyle burnunun ucuna bakmaktan derhal vazgeçti. Duyunca küplere bindiği meşum seda, karşısında fodul duran şu kel baykuştan zuhur etmekte idi. Arkebüzünü hışımla doğrulttuğu hayvana ilk kurşunu öyle bir sıktı ki az kalsın iyice abandığı tetik kırılıp dede yadigârı demir çubuğun hurdaya çekilmesine sebep olacaktı. Efsunlu baykuşa bir şey olduğu yoktu. Muzaffer'in attığı kurşunlar taş bir puttan sekiveren yamru yumru teberlere benzemişti. Nevri iyice dönmüş, cinnet getirip kendi bacağına sıkmasına ramak kalmıştı. Baykuşun çirkin yüzündeki garip tebessüm ürkütücü olmaktan ziyade kerihti ve bir gece vakti Beyoğlu'nun arka sokaklarında zifiri karanlık ciğerlerine kuru afyonu yağ gibi çekiveren ayyaşlar, kalbi temiz bekçinin yerinde olsalardı hiç yoktan acı kusmuklarla boğulabilirlerdi. Öfkesi dinmeyen kule bekçisi bir yandan la havle çekiyor, diğer yandan ifritin hâlâ baykuşun bedeninde gezindiği vehmiyle aval aval bakınan hayvancağıza ağza alınmayacak küfürler yağdırıyordu.
Derme çatma kulübesine varıp sıcak battaniyesine sarınarak tatlı bir uyku çekmek yerine, ayaza aldırış etmeden tedarik niyetiyle yanında bulundurduğu iki ibrik suyun tekiyle abdest alıp kâfir baykuşun inadına kulenin daracık eyvanında namaza durdu. Kıldığı nafile, bitmek nedir bilmiyordu. Tesbih faslına nihayet geçip Ulu Yaradan'ı usulüne uygun olarak tenzih etmeye başladığında sabah ezanı okunmak üzereydi. Akabinde gür sesli beddualarıyla yeniden baykuşu kaçırtmak hevesine kapıldı ancak kem talihli bekçinin her çabası nafile idi. Kara büyüye tutulan kurbanlarda olduğu gibi dinmeyen bir kasvet yürüyordu giderek daralan göğsüne. Nefesini bir nebze açmak için kuru öksürüklerle yetiniyor, ipek mendiliyle sürekli ağzını ve burnunu kapatmayı ihmal etmiyordu. Sarığının kıvrımları arasından çıkardığı kâğıt rulosunu usulca açarken kafasından son bir hinlik geçirdiği aşikârdı. Minnacık harflerle Ayet'el Kürsî yazılı kutsal mührü sessiz sedasız, kıpırtısız ve ürküsüz duran hayvanın nefti tüylerine zamkla yapıştırıp oracığa gönül rahatlığıyla uzanıverdiğinde, nereden geldikleri meçhul martılar çığlık çığlığa Karaköy rıhtımına koşturuyordu.
Öğleye doğru uyandığında titriyordu. Güneş asli vazifesinin hilafına ihtiyar bekçinin burun deliklerine kıymığa benzer buz taneleri batırmaktan vazgeçmiyordu. Biraz evvel gördüğü tatlı düşlerin tesiriyle uğursuz baykuşu ilkin hatırına getiremedi lakin saniyeler sonra başından aşağı kaynar sular döküldü. Hayvancağız oracıkta, hiçbir şey olmamış gibi beklemeyi sürdürüyordu. Üstelik tüylerine devrin en kuvvetli zamkıyla yapıştırdığı kâğıt parçası görünürde yoktu. Dün geceden beri yaşadıkları bir alamet olmasına alametti, ne var ki hangi felaketlerin kapısında beklediğine dair kule bekçisinin hiçbir duru fikri bulunmuyordu. İçine dalıp gittiği belirsizlik çukuru ruhunu mengene gibi sıkıştırmaya başlamış, ne yapacağını bilemez bir halde başını elleri arasına alarak biraz evvel doğrulduğu yere tekrar çömelmişti. Dakikalar sonra yeni bir kide keşfeden simya üstatları gibi yerinden sıçrayıp kulenin merdivenlerini şimşek hızıyla indi. Yakın ahbabı semt kadısını kolundan tuttuğu gibi Galata Kulesi'nin eşiğine kadar getirdi.
- Şehadet parmağıyla uğursuz baykuşu işaret ediyor, bir ifritin cisimleşmiş hali olan hayvancağızdan davacı olduğunu, baykuşu ikindi namazına müteakip idam ettirmezse büyük bir vebal alacağını, İstanbul'u büyük bir zelzele ya da tufan tarumar etmeden kadı efendinin kalemini kırması gerektiğini dehşet içinde tekrar edip duruyordu. Kadı Nizamettin Çelebi şaşkındı, evvela ne yapacağını bilemedi. Giderek büyüyen hiddetini gizlemek için çocukluk arkadaşına tebessüm ediyordu. Behey muhterem karındaşım, diyordu; şuncacık bir kuş için mi beni işimden gücümden geri bırakırsın? Nice ahali kapımızda adalet bekler. Falakaya yatırıp sana yüz sopa çektirmediğime dua edesin. Eline bir nar çubuğu alıp şu garibanı ebesinin terekesine dek kovalamayı da mı akıl edemedin? İstihza yüklü sözleri gururuna yediremeyen bekçi, bir an nefsine uyup kadı efendinin yakasına yapışmış, adamı iyice bir silkelemiş, kaftanındaki kıymetli incileri yere dökmüştü. Yedi kule zindanlarına atılıp gün görmemiş işkencelere maruz kaldığında, duçar olduğu belaya güle oynaya katlanmasını bildi.
Şeriatın kestiği parmak acımazdı, yeter ki azat edilip işinin başına döndüğünde şu uğursuz baykuş gitmiş olsundu ama kader ağlarını üst üste örmeye başlayınca kör olası sicimler eline ayağına dolaşıyordu insanın. Aylar sonra yara bere içinde kulenin eşiğine vardığında, mendebur hayvanı kös kös oturup sırıtırken bulmuştu. Bekçinin yerine geçici olarak tayin edilen Karaköylü bir acemi, daracık eyvanı süpürürken nasıl olduysa tepetaklak olmuş, korkuluk demirlerine son anda tutunup kopardığı yaygarayla bütün Beyoğlu'nu kule dibine toplamıştı. O korkuyla ne yapacağını bilemeyen, kusmuk nöbetine tutulan delikanlı boşlukta sallanan ayaklarını ters takla açıp eyvana basmak yerine, gözlerini sımsıkı yumarak ahalinin branda gibi gerdiği battaniyeye atlamayı tercih etmişti. O günden beri Galata Kulesi'ne uğrayan olmamıştı. Halk arasında yayılan şeamet dedikoduları almış yürümüştü. Civardaki dükkânların, balıkçı tezgâhlarının, incik boncuk dizili sergilerin yerinde yeller esiyordu.
Uğursuz baykuşun gazabına uğramaktan çekinen kim varsa, pılını pırtısını toplayıp kayıplara karışmıştı. Meydan hepten bekçi Muzaffer'e kalmıştı ve onun mağlubiyeti kabullenip bir köşeye sinmeye hiç niyeti yoktu. Belayı veren, o belayı def edecek saikleri halk etmeye de kuşkusuz muktedir idi.
Kuleye çıkmadan kulübesine çekilen bekçi, tedarik ettiği bayat kahvaltılıklarla aç karnını bir güzel doyurdu. Taharetlenip abdestini aldı ve akşam namazından sonra Eminönü'ne inip köhne bir kayıkla Haliç'in yolunu tuttu. Kutsal Eyüpsultan semtinde Seyit soylu, nefesi kuvvetli bir şeyh yaşıyordu. Dergâha edep ve erkânla kadem basan bekçi meramını anlatmak, bir hal yolu sual eylemek üzere şeyh efendiyle görüşmek istediğini yeşil takkeli dervişlere söyledi. Huzura buyur edilmesi iki saatten fazla sürmüştü zira histeri nöbetleri geçiren meşhur bir paşa, şeyh efendiyle hasbihal etmek üzere ta Çamlıca sırtlarındaki yalısından buraya kadar teşrif etmişti. Ecinnilere karışmış olması muhtemel paşanın bu dertten kurtarılması memleket sathında büyük bir sürur doğuracaktı.
Aldığı desturla ulu şeyhin dizinin dibine nihayet çömelen bekçi, başından geçenleri noktasına virgülüne bile dokunmadan anlattı. Meramını çözse çözse kerametlerini çok işittiği, çayını kahvesini içmeyi çok isteyip yanına uğramaya bir türlü fırsat bulamadığı Kalenderî Bülbül Baba çözebilirdi. Şeyh hazretleri dinlediklerine bir anlam verememişti. Bekçinin kafayı oynattığı zehabına kapılsa da hüsnü zan ederek belki bir faydası olur diye yapması gerekenleri davudî sesiyle tane tane anlattı. Büyük bir sevinçle gece yarısı şimşek gibi kulübesine geri dönen bekçi, kutlu sabah için hazırlıklara derhal başladı. Su dolu bakır leğeni ayaklarının dibine alıp Kalenderî Bülbül Baba'dan öğrendiği sırlı duaları teker teker okuyup suya güzelce üfledi. Her üfleyişinde su yüzeyinde irili ufaklı kabarcıklar peyda olunca doğru yolda olduğunu idrâk ederek hince gülümsemeye başladı. Hayatı günlerdir kendisine zehir eden o mendebur baykuş yaptıklarının bedelini henüz kuşluk vakti çıkmadan ödemiş olacaktı.
Vakit geldiğinde Bekçi Muzaffer leğeni kaptığı gibi kulenin eyvanına çıktı. Uğursuz hayvan oracıkta mutat olduğu üzere pis pis sırıtarak bekliyordu. Bakır leğeni besmele çekerek kaldırdı. Bütün suyu baykuşun üzerine hışımla boca etti. Garip bir sis peyda olmuş, baykuşun nefti tüyleri nedense seçilmez olmuştu. Az sonra Bekçi Muzaffer'in gözleri yerinden uğradı. Düş mü görüyordu yoksa sahiden kafayı mı yemişti, bir türlü kestiremedi. Uğursuz baykuş sırlı suyun tesiri ile bembeyaz kanatları olan güzelim bir beygire dönüşmüştü. İçinden bir ses, günler boyu gördüğü kâbusun bittiğini fısıldıyordu bekçiye. Mukavemet edemediği bir sevkitabii ile ışıldayan hayvana doğru sürüklendi. Hiç yabancılık hissetmeden kırk yıllık bir süvari gibi kanatlı beygirin sırtında almıştı soluğu. Boğazın üzerinde bir müddet gezinip karşı kıyıya yol aldılar, Kız Kulesi'ni tam tepeden seyran ettiler. Bulutların altını üstüne getirdiler. Uçmak öylesine leziz bir şaraptı ki bekçinin başı o sürurla fır dönüyordu. Duyduğu mutluluk bin yıllık dünya hükümranlığına bedel sayılırdı. Öylesi bir itimat yürüyordu ki köhne damarlarına, çakı gibi bir yeniçeri olsa gerekti.
Yeryüzündeki hiçbir güç, yedi iklim dört bucağa korku salan padişah dahi, kanatlı beygirin süvarisi olduğu müddetçe karşısında duramazdı. Tılsımlı bir fırtınadan yontulan yâreni ile tek lakırdı etmeden anlaşabiliyorlardı. Bekçinin aklından geçen neyse kanatlı beygirin tuttuğu yol oydu. Ulufe meydanının iki yanına dizilmiş olan karpuz ve kavun sergilerine doğru dalış yaptılar. Muzaffer, çalak bir kıvrılışla birkaç kocaman karpuzu kucaklayıp beygirin yelesine sağ eliyle zorlukla tutundu. Neye uğradığını şaşıran sergi sahipleri, sağa sola kaçışıyordu. Kimisi başını sokacak güvenli bir delik ararken cevval olanları palalarını çekip ulu çınarlara hücum ettiler. Güya yücelere tırmanıp orada pusu kuracak, başlarına kâbus gibi çöken hırsız beygiri çelimsiz kuşlar gibi şikâr edeceklerdi. Ettikleri Ahilik yeminini çiğneyip halka çürük ezik zerzevat yediren, kurtlu mercimeği, su katılmış zeytinyağını, dana budu diyerek sattıkları kokuşmuş eşek etini, ayarı oynanmış altını ve gümüşü reva gören cümle aymazlara esaslı bir ders vermek niyetindeydi korkusuz süvari.
- Kanatlı beygirini çarşıya pazara sürüp sağdan soldan aşırdığı cephaneliği aşağıda böbürle gezinenlerin üzerine şimşek gibi yağdırıyordu. Kafasında kabak, karpuz patlayan tecimenler neye uğradıklarını şaşırdılar. Ezik domateslerle yere serilen sarraflar, çürük ceviz yağmuruna tutulan asesler feryadı kopardılar. Kurtlu elmalarla hücum edilen kimi dükkânlar yerle bir oldu. Çarşı pazar sergileri dağıldı gitti. Cingöz simsarlar, zalim tefeciler, doymak nedir bilmez bilcümle haramzade can korkusuyla toprağı kazarak yerin bin kat dibine girmeye çalışıyorlardı. Kanatlı beygirin süvarisi verdiği zarar ziyanla yetinmemiş, ambarlara, mal yüklü gemilere, sırça köşklerin kiler odalarına saldırıp sağı solu acımasızca talan etmeye başlamıştı. Fakir fukara ziyadesiyle memnundu. Gece vakti kapı eşiklerine bırakılan erzak dolu çuvalları imece usulü ile barakalarına taşıyorlar, sokaklara dökülen yalın ayaklı çelimsiz çocuklar rezil rüsva olan kimi bîçareleri birbirlerine şehadet parmaklarıyla gösterip kahkahayı basıyorlardı. Payitaht, büyük bir karmaşaya sürüklenmiş, dirlik düzen hepten bozulmuştu.
Haşmetli padişahın gözünü uyku tutmuyor, vüzera ve saray erkânı her an tetikte bekliyordu. Cümlesi hürmete layık nice şeyh efendi, başlarına musallat olan belanın tez zamanda defi için halka oluşturup her gece niyazda bulunuyorlardı. Divan erkânı alelacele toplanıp meseleyi tüm teferruatıyla ele almıştı. Seferberlik fermanına tuğra çekileceği sırada içeriye dalıveren kanatlı beygirin süvarisi, padişahın tahtının hemen dibine "Bazı taleplerimin yerine getirilmesi şartıyla emrinize amadeyim." muhtevalı bir name bırakıp süratle sır olmuş, bocalayan padişah şeyhülislam hazretlerine danışıp bu çılgın süvariye şehremini makamını ihsan etmesine cevaz olup olmadığını dahi sormuştu. Fetva gayet sarih idi; her ne kadar hüsnüniyet arz eden bazı fideli amellerde bulunmuş olsa da ifrata düçar olan meçhul süvari kantarın topuzunu hepten kaçırıp bir çuval inciri berbat etmiş, nice masumun canını tehlikeye atıp haklıyı haksızı zamanla birbirine karıştırır olmuştu. Bu hâl mucibince sersem süvarinin yıllar evvel memnu edilen Rum ateşiyle yakılmasına bile cevaz var idi.
Gelin görün ki cezanın tatbiki imkânsızdı. Havaya savrulan mızrak ve oklar kanatlı beygire değemeden ahalinin üzerine savruluyordu. Kocaman mancınıklar ile şimdiye dek görülmemiş Rum ateşlerini göğe fırlatmaları işe yaramamış, güzelim Belgrad Ormanı feraset noksanlığı yüzünden kül olup gitmişti. Feleğini şaşıran padişah teslim sancağını göğe yükseltmek üzereyken işin aslı anlaşıldı. Saraya telaşla koşturan Kalenderî Bülbül Baba huzura kabulünü talep ediyordu. İşlediği ufacık bir hatanın böylesine büyük bir belaya yol açabileceğini tahmin edemeyen şeyh, salya sümük akıtarak hüngür hüngür ağlıyor, haşmetmeabın affını rica ediyordu. Eğer kendisine fırsat verilirse zühûlünü bir çırpıda telafi edebilirdi. Şeyh efendi içine ifrit kaçan uğursuz baykuşu cehennemin dibine kaçırtma hususunda tavsiye isteyen çaresiz bekçiye bir anlık gaflet sonucu yanlış tılsım tarif etmiş, hayvancağız alev kusarak uçup gideceği yerde kanatlı bir beygir olup tozu dumana katmıştı. İş bu çetrefilli derdin yegâne çaresi, sersem süvari bir gece vakti Galata Kulesi eyvanına inince Kalenderî Bülbül Baba'nın bir anda zuhur ederek beygirin kulağına efsunlu sözler içeren yanık bir mersiye okumasıydı.
Padişah, ak sakallı pîre itimat gösterip maiyetine emir verdi. Kocaman bir seramik küp hazır edilip içinde Şeyh hazretleri olduğu halde dört beş iri yarı yeniçeri tarafından kulenin eyvanına zor bela taşındı. Her ihtimale karşı kulenin ahşap kapısına kilit vuruldu. Meraklı ahalinin olay mahallinde toplaşıp ortalığı yaygaraya vermemesi için kulenin etrafına iki fil boyunda avlu duvarı örülüp kesme taşların üstüne zehirli kaktüsler yerleştirildi. İçeriye yalnız eski bir cellât olan Ebleh Cüneyt'in girmesine müsaade ediliyordu. Aldığı canlar bini aşan, gözleri şehla, kafası dumanlı bir tiryaktı Cüneyt Efendi. Zamanında sağ kolundaki onmaz yarayı mazeret gösterip azlini talep etmiş, padişah ise önceki muvaffakiyetlerini göz önünde bulundurarak genç adamı hassa fedaileri arasına dâhil etmişti. Ebleh Cüneyt kuleye günde iki defa uğrayıp seramik küpün deve bağırsağından mamul ince mahfazasını itina ile açıyor, tavuk budu, cacık, mercimek çorbası ve bazlama bulunan gümüş siniyi şeyhe uzatarak hiçbir şey söylemeden küpü tekrar kapatıyordu. Kalenderî Bülbül Baba'nın hali haraptı.
Ona nasırlı elleriyle yiyecek taşıyan Cüneyt'i küpün içinden her görüşünde yüreğine sebepsiz bir sıkıntı hücum ediyor, iştahı büsbütün kesiliyordu. Eski cellât, muhtemel bir hezimet akabinde şeyhin boğazını sıkıp onu oracıkta öldürmesi için padişah tarafından hususi olarak vazifelendirilmişti. Aradan üç koca gün geçmesine rağmen kule eyvanına asık suratlı Cüneyt müstesna, kimsenin uğradığı yoktu. Şeyh Efendi, sıkıntıdan kurdeşenler dökerken kanatlı beygirin süvarisi sanki kırklara, yedilere karışmış yahut yeryüzünü kendi haline bırakıp bu kez de eflâkı iblis soylu yârenleriyle beraber istilaya niyet etmişti. Zira şehirde ses soluk kesilmiş, saldırı haberleri gelmez olmuştu. Padişah bunun taktik icabı bir geri çekiliş, kuvvet kazanma adına sergilenen hileli bir ricat olduğu düşüncesine kapıldığından, cümle tebaasının teyakkuz halinde bulunmasını emretmiş, alınan tedbirleri katbekat arttırmıştı. Kanatlı beygirden hiçbir iz yoktu. Bekçi Muzaffer günlerce ne yaşamış olduğunu hatırlamıyordu.
Elde morarmış bir ceset vardı. O meşum günde yaşanan hengâmenin aslını faslını hiç kimse tam olarak bilemese de halk arasındaki şayialar almış yürümüş, her kafadan ayrı bir ses çıkar olmuştu. Güya seramik küpün içinde bir hafta aç susuz bekleyip imanı gevreyen Şeyh Efendi, korkulu düşler görüp ecinnilere karışmış, en nihayet kendini boşluğa bırakmıştı. Onun yıllarca muhafaza ettiği güçlü imanını bir anlık gafletle hiçe sayarak zayıf bünyeli bir çocuk gibi intihar etmeyi seçmesi bir kısım ahaliyi derinden yaralıyordu. Diğer bir rivayete göre, bir hafta sonra Galata Kulesi'ne teşrif buyuran Kanatlı Beygir, seramik küpün içinden fırlayan ihtiyar yüzünden ürkerek Bekçi Muzaffer'i sırtından atmıştı. Üstelik şeyhin kulağına fısıldadığı mersiye ile kendinden geçerek sabun gibi eriyip eyvanı mülevves bir tabaka halinde kaplamış, üzerine basıp ayağı kayan Şeyh Efendi korkuluk demirlerine tutunamayıp kaza eseri aşağı yuvarlanmıştı. Başka bir dedikoduya göre, kanatlı beygirin süvarisi kendisine yardım edip olmadık serüvenler yaşatan şeyhe minnet duymuş, Kâbe-i Muazzama'yı yedi arşın yükseklikte ak bineği ile tavaf ederek dua ve niyazda bulunmuştu.
O gün bir mucize eseri iki faninin beden elbiseleri yer değiştirmişti. Ebleh Cüneyt'in şeyh zannederek boğduğu kişi aslında Muzaffer'di. Ulu şeyh kanatlı beygire atlayıp dolunaya doğru süzülmüş, ilahî inayet ile İsa Mesih gibi göklere çekilmişti.