“Ben Depresyon Hırkası’nı, / Kendim Giydim Eynime”
Nurcan Toprak, ilk kitabı Depresyon Hırkası’nda kısa öyküler mırıldanıyor okurlarına. Hatta öykü kişileri ağzından apaçık söyleniyor diyebiliriz. Mutfakta söylenip gezinen anne gibi hayatın içinde gezinerek günümüzün aralıksız söylenen depresif insanına kulak kabartıyor.
Kendi sesimizin yankısından kurtulmanın yanı sıra sanıyorum biraz da başkasını duymak/duyurmak mümkün olduğu için bu kadar seviyoruz edebiyatı. Ne duyduğumuz eskisi kadar mühim değil artık. Çünkü ses, bu kocaman karnavalda -tıpkı ışık gibi- bize ulaşana dek kırılıyor, dağılıyor, hatta başka seslere ulanıyor. Ama maharet, anlatıcının nasıl duyurduğunda olunca duymaktan da öte bambaşka bir şey duyumsuyoruz. Evet, edebiyatı bu yüzden çok seviyoruz.
Nurcan Toprak, ilk kitabı Depresyon Hırkası’nda kısa öyküler mırıldanıyor okurlarına. Hatta öykü kişileri ağzından apaçık söyleniyor diyebiliriz. Mutfakta söylenip gezinen anne gibi hayatın içinde gezinerek günümüzün aralıksız söylenen depresif insanına kulak kabartıyor. İç sesin artık o kadar da içerde olmadığı, akıl okumanın en fazla dudak okumak kadar zor olduğu bir zaman diliminde, her şeyin pek yakında gözümüzün önünde, burnumuzun dibinde ve hepsinden önce parmağımızın ucunda gerçekleştiğine dikkat çekiyor.
Son dönemde okuru tam anlamıyla doyurmayan, küçük atıştırmalıklar şeklinde ilerlemesinden korkulan kısa öykü kanalında böylesi iştah açan öykülere rastladıkça seviniyorum. Yine de dikkatimi çeken bir şey var. Tüm o yeniliklerin, kurmaca tekniklerin, sınırsız düş gücünün yanı sıra günümüz anlatılarının içinde yaşadığımız dünyaya giderek daha çok bağlandığına şahit oluyoruz. Çevreden fazlasıyla esinlenen, sürekli gözlemleyen (burnunun ucunu kaşıyanı gören) bir anlatıcı tutumuyla karşı karşıya kalıyoruz.
Kastettiğim Stendhalvari bir realite değil elbette. Onun roman sanatı için sarf ettiği “yol boyunca gezdirilen ayna” metaforu, öyküde çoktan “yol boyunca gezdirilen insan”a dönüştü. -Yolun da bizimle yürüyen bir yol olduğunu söylememe lüzum yok sanırım.- Evet, anlatıcının böyle bir aynaya artık ihtiyacı yok. Kendi kendimizin aynasıyız ve her şeyi kendimizden yansıtıyoruz. Gerçekliğin çok yakın tanıklarıyız. Buna rağmen giderek içe dönük, dışı bile içe çeviren bir bakış açısıyla yazıyoruz. “Palto”yu, astarı dışında kalacak şekilde giyiyoruz. Ve korkarım, bu bir depresyon belirtisi.
Kitabın ismi bu sebeple manidar… Öykü kişileri kendi içlerine o denli dalmışlar ki, “film gibi dışlarında akar hayat.” Bir şarkıya -mesela strangers in the night’a- tutunup hayatı bir anlığına anlamlandırmaya çalışırlar. Bir şekilde içinde olup her nasılsa dışında kaldıkları hayatı… Bazen de zaman ve mekân ansızın silinir, öykü kahramanı bir otobüs camına başını dayar dayamaz tarlalar, tırlar, sular, saatler akıp gider. Bu dalgınlık öyle bir hale bürünür ki yanlış otobüse binip, çok yanlış bir adamı severken bulabilir kendisini. Modern insanın kronikleşen dalgınlık ve yalnızlık halini şu cümle ne güzel özetliyor:
“Yorgun olduğum akşamlar kendimi ışıklarda unutuyorum, bir şarkıyı dudaklarımda. İnsanlar kuruyorum kendime, devrik cümleler.”
Gogol’ün Palto’su, Atay’ın Beyaz Manto’su ve meşhur Gonçarov kahramanı Oblomov’un sabahlığı derken kendimizi Depresyon Hırkası giyer halde bulacağımız belliydi. İyi yazmanın karşıtının kötü yazmak değil belki kısaca “yazmak” olduğu günümüz yazın dünyasında, yeni ve farklı bir soluk Nurcan Toprak. Onun hırkasında hepimize yer var.