Başlangıçların Benzerliği
Kurmaca Bahtin’in deyişiyle Kronotop’un bozulması haliyle ortaya çıkar ya da başlar. Kronotop bozulur; huzur gider. Ardından bütün öykü kişileri bu kronotopun düzelmesi için uğraşır; Cennetten kovulan Adem ve Havva’nın yeniden cennete dönme gayretlerinde olduğu gibi.
Deniz Feneri vs. Oğlumuz; Yoksa Bu Olmayacak bir DENEME mi MARCO?
RAUND 1
Zaman Düşer Ellerimden Yere
Kurmaca için biçim vermektir diyebiliriz. Ya da demiri demirle dövmek biri soğuk biri sıcak.
Bir yönetmenin belli sahneleri, belli diyalogları senaryodan çıkarması gibi yazar da fazla kelimeleri, fazla diyalogları, sahnelemeleri eksiltir. Fazla bölümleri yok eder. Ağırlık kaldırmaz öykü; uzun uzun anlattırmaz yazarına kendini. Hızlıdır. Dakiktir. Söylenecek olan söylenmeli ve kişioğlu derhal susmalıdır.
Kurmaca fazla yüklerinden kurtulmak başka bir deyişle günahlarından arınmaktır.
Kurmacanın bir başka özelliği ise gösterilmiş olmasıdır. Yani yazar tarafından görüntülenen bir “an” vardır. Gerekli olan bu görüntüler arkası arkasına yazar tarafından koyularak birleştirilir ve ortaya öykü-kurgu çıkar.
Virginia Woolf Deniz Feneri romanının henüz giriş paragrafında bu noktayı başarıyla gösterir. James Ramsay Deniz Feneri’ne gitme sözü aldığı anı “öteki anlardan ayırt edip tek başına vurgulayacak güçtedir.” Üstelik bu an “yıllar kadar uzun süren bir zamandır beklediği mucize, bir gecelik bir karanlıkla bir günlük sandal yolculuğundan sonra gerçekleşecekmiş gibi sonsuz bir sevinç verdi.” Zaman eğilip bükülür. Ayrıca bu giriş paragrafıyla romandaki zaman algısı somut göstergelerle romana başka bir dil kazandırır.
“El arabası, çayır biçme makinesi, kavakların hışırtısı, yağmurdan önce akçıllaşan yapraklar, haykırışan kargalar, oraya buraya çarpan süpürgeler, elbiselerin hışırtısı, bunların hepsi çocuğun zihninde öyle renkli, öyle birbirinden ayrı biçimler almıştı ki daha şimdiden kendine özgü gizli kapaklı bir dil edinmişti.”
James’in zihnindeki bu dil neye işaret eder ya da şöyle mi sormalıyız; yukardaki nesneler zamanla birlikte metni oluşturan taşlar mıdır? Kubilay’ın görünene takılan soruları karşısında Marco Polo gibi düşünüp cevaplarsak bu soruyu şöyle deriz; cevap Tarık Buğra’nın “Oğlumuz” öyküsündedir. Oku ve bul köprüyü ayakta tutan kemerin kavsini. Ayrıca metin bir hacdır; durarak bu hac tamamlanmaz; tavaf etmek, işlemek gerekir “zamanın” yettiğince.
Tarık Buğra’nın “Oğlumuz” öyküsü de zamanı biçime dönüştürür. Bu öyküde de zaman kendini öne çıkarır.
“Doğruldu. Kül rengi pencerenin önünde sadece bir gölgeden ibaretti. Fakat bu gölgede beraber geçirdiğimiz yirmi küsur yılın her gününden bir şey vardı.”
“sanki asırlardan beri beyhude yere bekliyordu.”
Bu göstergeler kurguda-öyküde geride duran figürleri ele verir. Bu iki örnekte de zaman öykünün-kurgunun ana unsurudur. Öyle ki “Oğlumuz” öyküsünde asırlardır bekleyen bu anne figürü mitolojik bir görüntüyü de zihnimizde canlandırıyor. Oğlunu bekleyen anne akla Truva savaşı sonrası kocası Odyysseus’u yirmi yıl bekleyen Penelope’u getirir. Penelope da bekler “Oğlumuz”un annesi de peki Mrs. Ramsay beklemez mi? O da ertesi gün havanın iyi olmasını umarak yarını bekler.
Zaman hem Deniz Feneri romanında hem de “Oğlumuz” öyküsünde Marco’nun taşları olur.
Ve
Zaman düşer ellerimden yere; izinsiz çalışır saatler hep bir sonraya...
Raund 2
START VERİLDİ VE KOŞU BAŞLADI; OLAYLAR, OLAYLAR...
Kurmaca bir yol alma biçimidir. Yola çıkmak ise zamanın, mekânın değişimidir. Yola gidenle kalan bir değildir. Mantıku’t Tayr; kurmacanın nasıl dönüştürdüğünün en iyi örneğidir. (Zavallı Samsa!) Bir başka örnekse Yer Deniz Büyücüsü romanında bulunabilir. Romanın başkişisi sık sık pişmanlıkla birlikte şöyle cümleler kurar: Keşke Gont’lu büyücü Ogion ustamın yanında kalsaydım çünkü orada huzur vardı. Yine buna yakın başka bir cümle daha kurar: Roke’ye gelmeseydim huzurlu bir yaşam sürerdim.
Neden böyle der, yola çıkmak insanı neden huzursuz etsin ki? Dağılan bir şeyler vardır çünkü. Ortalığa saçılan parçalar. Şarkının sözlerinde olduğu gibi: Parçalandım ve her bir parçamı ayrı yere bıraktım.
Peki genç büyücü Ged gerçekten Gont’lu büyücünün yanından ayrılmasaydı ne olurdu. Kurmaca tıkanır ve bir hikâyeye ihtiyaç duymazdık. Olay örgüsü yoksa kurmaca da yok; durağan olan yol alamaz.
Kurmaca Bahtin’in deyişiyle Kronotop’un bozulması haliyle ortaya çıkar ya da başlar. Kronotop bozulur; huzur gider. Ardından bütün öykü kişileri bu kronotopun düzelmesi için uğraşır; Cennetten kovulan Adem ve Havva’nın yeniden cennete dönme gayretlerinde olduğu gibi.
Bir de Görünmez Kentler’e bakalım:
Marco Polo, tek tek her taşıyla bir köprüyü anlatıyor.
“Köprüyü taşıyan taş hangisi?” diye sorar Kubilay han.
“Köprüyü taşıyan şu taş ya da bu taş değil, taşların oluşturduğu kemerin kavsi,” der Marco.
Kubilay Han sessiz kalır bir süre, düşünür. Sonra ekler:
“Neden taşları anlatıp duruyorsun bana? Beni ilgilendiren tek şey var, o da kemer.”
Marco cevap verir: “Taşlar yoksa kemer de yoktur.”
Kronotop Görünmez Kentler romanında Kubilay’ın merakla sorduğu köprünün “kemeridir.”
“Neden taşları anlatıp duruyorsun bana? Beni ilgilendiren tek şey var, o da kemer.”
Marco Polo’nun verdiği cevapsa çok yerindedir.
“Taşlar yoksa kemer de yoktur.”
Marco Polo ve Kubilay Han arasında geçen bu konuşma bize kurmacanın görünmeyen unsurlarını bulmaya iter.
Artık niyetimizi belli edecek olursak; Virginia Woolf’un Deniz Feneri romanının ilk paragrafında her şey yerli yerindeyken neden hava bozar ya da hangi cümle yaşamın akışına çomak sokar? İlki kitabın açılış cümlesidir: Mrs Ramsey “Elbette, ama yarın hava iyi olursa,” dedi. Burda bir niyet beyan edilir ardından her şeyi allak bullak edecek cümle Mr. Ramsay’den gelir. “Ama hava iyi olmayacak.” Kitabın açılış paragrafında bütün her şey darmadağın edilir. Bu ikinci cümleyle Deniz Feneri romanı dağılır, huzur yiter ancak böylelikle olaylar gelişir.
Her şey büyük bir hızla büyük bir yıkıma doğru gider; savaşlar, ölümler, derken yıllar geçer. Hiçbir şey eski haline dönmez; sur üflenmiştir. Parantez açılır kapanır. (Behçet Necatigil şiiri gibi) Zaman ve mekân içerisinde kişi etrafında olaylar gelişir. Bu noktada roman anlatılan bir hikâyeden başka bir noktaya; kurgulanan bir sanat eserine dönüşür. Bu romanı bir sanat eserine dönüştürense içinde bulunduğu senfonik haldir; karakter, olay örgüsü, zaman ve mekân arasındaki bütünselliktir. Bunu da henüz ilk paragrafta yazar okura gösterir.
Tarık Buğra’nın “Oğlumuz” öyküsünde de yaşlı bir çift pencere kenarında Tanpınar’ın her şey yerli yerinde şiirini doğrularcasına bekliyor. Eşya, zaman, mekân ve kişi huzurlu bir uyum içerisinde. Kurmacanın bu gidişatını bozan cümle ise “Sesi bana hüzün verdi. Odamız bu dünyadan, duyguların erişemeyeceği kadar ötede gibiydi ve karım, Kur’an’la vaat edilen mutluluğunu, sanki asırlardan beri boşuna bekliyordu.” oluyor. Aksayan bir şeylerin olduğunu okura sezdiriyor. Beklenilen de okur tarafından buydu zaten. Olayların ardı ardına gelmesi tıpkı at yarışında anlatıcının söylediği gibi “Start verildi ve koşu başladı.” Öykünün başlangıcında zaman, mekân ve kişi ve kutsal olanın birlikteliği göz ardı edilemez; bu bize huzurun tanımıdır. Ancak huzurlu olanın öyküsü yazılmaz. Ortada bir huzursuzluk çıkmalı ve kronotop bozulmalıdır.
Anlatının zaman, mekân, olay örgüsü ve kişi bütünlüğüyse bize Deniz Feneri romanında olduğu gibi köprünün kemerini sunar. Kemeri oluşturan taşlar anlatının öğeleridir.
Sonuç olarak hem Deniz Feneri romanının ilk paragrafında hem de “Oğumuz” öyküsünün ilk bölümünde elimizde dört öğenin birlikteliği vardır. Dört öğe bize tek tek kurmacayı sunmaz ancak hepsinin bir araya gelmiş olması kurmacayı oluşturur. Peki, her birliktelik bize aynı estetiği sunar mı? Bu da sanırım işçilikle ve mimarının kudretiyle alakalı bir durum. Bütün bunlarla birlikte bu dört öğe arasında olay örgüsünün liderlik ettiği olgun bir sentezi unutmamalı elbette.
RAUND 3
Pencere mi Vizör mü?
Metin okumak iz sürmek gibidir. Bilinir ki hiçbir kurmaca eserde rastlantı yoktur. Eğer varsa o iyi bir metin değildir. Gülün Adı romanında ilk bölümde Baskervilleli William etkileyici biçimde adı Brunellüs olan atı bulur. Yanındaki çırağı bile bu durumu hayretle karşılar. İçi içini yiyerek sorar:
“Nasıl bildiniz?”
William’ın cevabı bir kurmaca eserin nasıl okunacağının tarifi gibidir:
“Benim iyi Adso’m,” dedi üstadım, “yolculuğumuz boyunca, dünyanın tıpkı kocaman bir kitap gibi bizimle konuşurken kullandığı belirtileri tanımayı öğretiyorum sana... Ama evren Alanus’un sandığından daha konuşkandır; yalnızca en çok şeylerden değil (o zaman bunu hep üstü kapalı bir biçimde yapar), daha yakındaki şeylerden de söz eder; hem de çok açık seçik olarak.”
Kurmaca eserler de böyledir. Okuyabilene.
“Karım, güneş belirmeye başlayan pencerenin önünde oturuyordu. Bütün geceyi orada geçirmişti.”
Tarık Buğra’nın “Oğlumuz” öyküsü bu cümlelerle açılır.
Sessiz, sade, orta halli bir açılış...
Mrs. Ramsey, “Elbette, ama yarın hava iyi olursa,” dedi. “Yalnız sabahleyin erken kalkmalısın.” Virginia Woolf’un Deniz Feneri’nin “Pencere” adlı ilk bölümü de bu cümlelerle açılır.
Böyle ağdasız açılışlar epey bir sanat gerektirir.
İki metnin devamında ise pencere önünde kendi toplumlarına göre konservatif sayılan iki aile portresi çıkar karşımıza.
Açılışlar böyledir; önce bir sahne yaratma ve okuru ele geçirmeye çalışma havası ardından içine düşüreceği tuzağın kapısından yavaş yavaş onu içeri sokma gayreti. Bu ustalık gerektiren bir meziyettir elbette. Kurmaca metinlerin ilk paragrafları (kimine göre ilk cümleleri) bize eserin küçük bir modelini sunar. Kimine göreyse kurmacaya girilen kapıdır bu. Metnin bize sunduğu ilk tat. Biz hem “Oğlumuz” öyküsünün ilk paragrafı hem de daha sonra ele alacağımız Deniz Feneri romanının ilk paragrafı için kurmacaya girilen kapıdan ziyade kurmacaya girilen “pencere” diyebiliriz. Zira iki metin de pencere önünde başlar. Ve her şey pencere önünde ilk elden bize sunulur. Pencere önünde geleneklerine bağlı iki aile vardır. Çocuklarını dert edinmiş geleneksel tarzda iki anne ancak bunlardan farklı iki baba figürü. Çatışma bu noktadan neşet eder.
Oğlumuz öyküsünde annenin hali, evin durumu atmosfer her şey pencere önünde şekillenir. Okur olarak biz her şeye orada tanık oluruz. Bir pencere ve dalgın anne... Anne oğlu için endişelidir, babaysa beklerken uyuyacak kadar tasasızdır. Öykünün devamında karşılaşmayı umduğumuz bir başka manzaraysa yirmi yıllık evliliğin bölümleri. Çünkü bize yazar bunun ayak izlerini sunar. “Doğruldu. Kül rengi pencerenin önünde sadece bir gölgeden ibaretti. Fakat bu gölgede beraber geçirdiğimiz yirmi küsur yılın her gününden bir şey vardı.” Öyküden de beklenildiği gibi ikinci bölümde önümüze çocuklarının doğumuyla başlayan bir özel hayat tarihi dökümü gerçekten de serilir. Evliliklerinin süresi (yirmi yıllık) boşu boşuna oraya kondurulmamıştır. Yazar okuru yavaş yavaş kuracağı metne göre hazırlar. Görünüyor ki daha ilk cümleden metnin inşası başlıyor. Öyküde zamanın daha ilk cümleden vurgulanması da ayrıca önemlidir. Demek ki öykü ve zaman arasında bir bağ vardır. “Bütün gece” imlemesiyle henüz ikinci cümlede sabaha dek pencere kenarında yol gözlediğini gördüğümüz anne, ters giden bir şeylerin habercisidir bizim için.
Bu noktada Görünmez Kentler romanıyla bir bağ kurmak istersek ki kurmalıyız zira bize bir metnin inşasında kıymetli olanı vurgulamak için yol gösterici olacaktır. Marco Polo ve Kubilay’ın konuşması bir kat daha değerlenir şimdi. Kubilay’a köprünün kemerini anlatan Polo herhalde boşa konuşmuyordu. Ayrıca kurmacanın işleyişini aktarmak için yazının başında andığım William’ın sözleriyle Polo’nun sözlerini arkası arkasına koyduğumuzda kurmacanın nasıl inşa edildiğini anlayabiliyoruz.
“Köprüyü taşıyan şu taş ya da bu taş değil, taşların oluşturduğu kemerin kavsi,” der Marco.
Kubilay Han sessiz kalır bir süre, düşünür. Sonra ekler:
“Neden taşları anlatıp duruyorsun bana? Beni ilgilendiren tek şey var o da kemer.”
Marco cevap verir: “Taşlar yoksa kemer de yoktur.”
“Oğlumuz” öyküsüne bir anlık ara verip Deniz Feneri romanının ilk paragrafına bu bağlamda bir göz atalım. Deniz Feneri de bize kendini bir pencere önünde sunar. İlk paragrafta çatışma başlar. Mrs Ramsay’in “Elbette, ama yarın hava güzel olursa,” cümlesiyle James “sonsuz bir sevinç” yaşar ancak Mr. Ramsay’in “Ama hava iyi olmayacak.” cümlesiyle de babasını öldürmek isteyecek kadar öfkelenir. Romandaki karakterlerin ilişkileri ve birbirlerine olan tutumları, kırgınlıkları o malum pencerenin önünde ortaya dökülür. Henüz ilk paragraf bize hareketi (zihinlerde), durağanlığı ve daha çok suskunluğu verir. Romanın genel görüntüsü de ilk paragrafı yalancı çıkarmaz: Romana doğrudan az yansıyan ancak zihinlerde yer tutan olaylar ve susmayı tercih eden karakterler... Bu durum “Oğlumuz” öyküsünde olduğu gibi henüz ilk paragraftan kurgulanır. Ressamın tuvale attığı her fırça darbesi bu metinde de elbette önemlidir. Deniz Feneri romanının ilk paragrafında da karşımızda anlatılan bir metinden ziyade gösterilen bir sahne vardır. Sahne kurmak, öykü ya da roman fark etmeksizin kurmaca metinlerde olayın okura aktarılması için etkili bir yöntemdir.
Baktığımızda hem Deniz Feneri romanının hem de “Oğlumuz” öyküsünün ilk paragrafı karakterler hakkında bilgi vermez. (Saçı uzundu, Boyu kısaydı. Resim yapmayı severdi vs. gibi), İki metin de bize görüntüler sunar. Oğlumuz öyküsünde anlatıcının karısı neden pencerede bekler bunu ilk elden duymayız; yani yazar bize “Sabaha kadar dini bütün karım kendini içkiye ve gece hayatına veren oğlumuzu pencere önünde büyük bir üzüntüyle bekledi,” demez. Ayrıca yazar bunu söylemiş olsaydı öykü başarısını yitirmiş olurdu ya da biz okurlar olarak da bundan sıkılabilirdik. Aynı şekilde Deniz Feneri’nde de pencere imgesi okurun yaratıcılığına bırakılır.
İki yazarın da ayrı ayrı metinlerde yaptığı pencere imgesi “vizörle” eş değerdir. Onlar bize bir fotoğraf sunar; ötesi okura kalır. Hem Deniz Feneri’nde hem de “Oğlumuz” öyküsünde kurmacanın asli işlevi olan her kelimenin doldurduğu bir boşluk vardır. Taşları takip eden okur bu iki metinde de ulaşacağı yeri bulur yeter ki başını kaldırıp pencereden bakmayı akıl etsin.