Aydınlık gün
Hayatımda bazı şeylerin kökten değişeceğini hiç ummamıştım. İşitme duyumun hassasiyet kazandığını gördüm. Eskiden duyma hususunda bu kadar keskin bir kulağa sahip değildim. En uzak yerlerdeki sesler bile kulağıma geliyordu. Uzaklarda iki kişinin kendi aralarında yaptıkları konuşmaları duyuyordum.
Andrey Tarkovski’ye ithaftır
Hastalığımın o korkunç günlerini sizlere burada anlatıp canınızı sıkmak istemiyorum. Son altı aydır zaten gazetelerde, televizyonda bundan başka bahis olmadı; insanlar arasında konuşulan, gündelik hayatımızı mecburen belirleyen bilinen şeyler bunlar. Bunları tekrar etmenin kimseye bir faydası yok. Ama sizlere belki de kimsenin tahmin etmeyeceği bir şeyi, bir hakikati anlatmak istiyorum. Bu hakikatin, benim gibi hastalığı on dört gün içinde yenmiş insanlar tarafından bilinip bilinmediğini de merak ediyorum. Ama az çok hastalığı yenmiş kişiler kendi bedenlerindeki dönüşümü, geçirdikleri duygusal evreleri herkesten daha iyi bileceklerdir. Belki de bunun için insanın kendisine dışarıdan bakabilmesi gereklidir. Bu ise çoğu insanın yapamadığı bir şeydir. Neyse söz konusu bu hastalığı nereden kaptığımı bilmiyorum. Bunun ne önemi var. İnsan gözlerinin göremediği apayrı bir dünya var ve bu dünya da yaşantısını bir şekilde sürdürüyor. Çok kısa süre içinde ateş, ishal, öksürük hem de nasıl ciğerleri yırtan bir öksürük; halsizlik, eklem yerlerinde ağrılar, yataktan kalkacak gücü kendimde bulamama hali ile hastalık bende gün yüzüne çıktı.
Bedenimde derman kalmadığını, halsizliğin varlığımı kapladığını hissediyordum. Zaten yalnız yaşadığımdan, karantina dönemini acı çekerek geçirmiştim. İnsanlarla temasım olmadığı için hastalığım hakkında kimseye bir şey demedim. Bir koltuktan diğerine zar zor ilerleyebilme zamanlarından, iştahsız dahi olsam mutfakta bulabildiğim ne varsa onları direncimi güçlendirmek için zorla yeme haliyle kendi kendime mücadele ediyordum. Hastalık nasıl sessiz sakin bedenimi ele geçirdiyse, güneşli bir günde de öylece sessiz sakin çekip gitti. Bu işin bedensel yanı. Bana inanmayacaksınız hastalıktan kurtulmama, özel hastanede yaptırdığım testlerde negatif sonucu almama rağmen sevincimi yaşayamadım. Hayatımda bazı şeylerin kökten değişeceğini hiç ummamıştım. İşitme duyumun hassasiyet kazandığını gördüm. Eskiden duyma hususunda bu kadar keskin bir kulağa sahip değildim. En uzak yerlerdeki sesler bile kulağıma geliyordu. Uzaklarda iki kişinin kendi aralarında yaptıkları konuşmaları duyuyordum. Sırtüstü uzandığım ve kitap okuduğum zaman resmen dünyanın dönüşünü hissediyordum. Algı kapılarımın bu denli açıklığı beni korkutuyordu.
- Karanlıkta görüşüm keskinleşmişti. Zaten miyop olduğum düşünülecek olursa bu gözlerin, gündüzü bırakın gece bile görüş keskinliği neye yorulacaktı? Eskiden evden çıkmak istemiyordum. Film izlemek, kitap okumak, çok eskiden beri biriktirdiğim kasetlerimi dinlemek bende bir hobiyken, kendimi içten gelen ve tarif edemediğim bir duygunun beni kışkırtmasıyla karanlıklara atıyor, dışarıda buluyordum. Artık karanlığı seviyordum. Evime yakın çocuk parkında banklarda oturuyor, yağmur da yağsa, sırılsıklam ıslansam da eve gitmiyordum. Bir gün yine gece yarısı çocuk salıncaklarının paslı demirlerine kendimi baş üstü astım. Öylesine bir istekti bu. Bunu neden yaptığımı size anlatamam. Çünkü bu duygunun bende nasıl oluştuğunu da bilmiyorum. Biraz ters asılır sonra eve giderim dedim. Orada sabaha kadar asılı kalmışım.
Haylaz çocukların parka attıkları envaiçeşit çöpü temizlemekle sorumlu temizlik görevlisi beni öyle asılı bulmuş. Sabahın erken vakitlerinde çerçöpü toplarken beni tepe üstü asılır vaziyette görünce epey şaşırmış. Hemen uyandırmak istemiş. Yapmış da. Kendime geldiğimde halimden utanmıştım. Eve kendimi zor attım. İlerleyen günlerde de halim iyice kötüye gitti. Odanın köşelerinde bazen halının üstünde, bir şekilde nemli olan banyonun camlarından içeri sızan karıncaları, hamamböceklerini; evde kaysı kurularından ya da başka meyve poşetlerinden sızan küçük kelebekleri eskiden öldürmez ve onları binlerce gayretle yakalayıp ait oldukları doğaya atar; onları camdan dışarıya atmak için çok çırpınırdım. Sadece bu eylem için tahsis ettiğim bir ince belli çay bardağı alır, iskambil kartlarından da oyunlarda hiç kullanmadığım jokeri böcekleri bardağın içine atmakta yardımcı unsur olarak kullanırdım.
Bedenimle ve ruhumla artık gece yarısına gerindiğimden, karanlıkta ortaya çıkan böceklerin zamanına sarkıntılık ettiğimden onlarla daha sık karşılaşır olduk. Halının üzerinde bir yerlere doğru ivedi giden bir hamamböceğini gördüm. Bardağı ve joker kartını almak aklımın ucundan bile geçmedi. Bu böceğe karşı bir iştah belirmişti bende. Halının üzerinde o parlak karanlık, çoklu bacaklarındaki devinim. Böceği yakaladım ve elime aldım. Hiç düşünmeden ağzıma attım. Damaklarımda çoklu bacakları titriyordu. Dil ve damağımı bastırıp, böceği emdim. Sıvı genzimde bir mayhoşluk oluşturdu. Pencere kenarlarına baktım. Koltuk aralarına. Evde örümceklerin kurduğu ağlara uçan sinekler, börtü böcekler gelsin, onlar da aç kalmasınlar diye eskiden camları açardım.
Yanlışlıkla bir kelebek girmişti işte içeriye. Kırık bir uçuşu andıran kanatlarıyla ışığa başını vurup duruyordu. Belki de serinlikli çimlerde, sonsuz çiçeklerde bal özüyle beslenmesi gerekirken başını ve toz kanatlarını durmadan lambaya çarpıp duruyordu. Hızlı bir hareketle yerimden kalktım. Bir iki hamleyle yakaladım kelebeği, parmak uçlarıma hep kelebeğin toz kanatları bulaştı. Onu örümceğe bırakmadım.