Ava
Parlak turuncu; yerini sarıya, ardından beyaza bıraktığında, ağır adımlarla etrafta dolaşmaya başladın. Renkli ağaçlara, yerdeki küçük dikenlere, dans eden çiçeklere ilgiyle bakarken az ileride bir kadın gördün. Yanına yaklaşınca omzuna dokundun. "Yok," dedi, "bulamadım." Bir şey söylemedin. Arkasına dönünce göz göze geldiniz. Uzun uzun baktı sana, gülümsüyordu. Dudaklarını güçlükle açtın ve sordun. "Sen mi buldun beni?"
Selma Gürbüz'e
Onu bulduğunda kanlar içindeydi. Sırtına alıp Adhaya'nın evine götürdün. Odadaki birkaç eşyayı ancak aydınlatabilen ışığın altında yatağa bıraktın onu. Yatak dağınıktı, hâlâ sıcak. Önce kadına, sonra kıpkırmızı gözlerle seni izleyen Adhaya'ya baktın. "Nerede buldun onu? Bizim adamızdan değil." dedi öfkeyle. "Ölmek üzere." dedin. "Sıcak su getir." Hareketsizce yatan kadını izledin uzun uzun. Saçlarının arasında, kulaklarında, gözlerinde kum vardı, sol yanağı gövermişti. Neredeyse parçalanmıştı beyaz elbisesi, çıkardın. Adhaya, elinde suyla geldiğinde kadının sırtını gösterdin; yarası, omzundan beline uzanıyordu. Hiçbir şey söylemeden işe koyuldu. Yarayı parmaklarıyla aralayarak içine su döktü. Kurumuş kan ve kum aktı dışarı. Kadının sırtından akıp giden suya bakarken bilmediğin duaları mırıldanmaya başladı. Sen anlamadığın dualardan hoşlanmazdın, dışarı çıkmak için ayağa kalktın. Kapıya yaklaştığında arkana döndün ve başını tavana kaldırıp "Diva lisanına yeminler olsun Adhaya." dedin.
O sırada kadının morarmış kasıklarını gördün. "Elindekini bırak," diye fısıldadın korkuyla, "bak şuraya." İzleri görünce Adhaya'nın yeşil gözleri büyüdü. Bu sefer sıcak suyu, kadının karnından başlayarak kasıklarına kadar döktü. "Bu nasıl olur?" dedi Adhaya. "Katu dikeni lazım, sen burada bekle." Aceleyle kilere gitti. Sen de diz çöküp kadının nefes alıp almadığını kontrol ettin. Hâlâ tuz kokuyordu, denizde ne kadar kaldı kim bilir, diye düşündün. İfadesiz yüzüne bakarken acı çekmediğine yemin edebilirdin. Çok geçmeden yanınıza geldi Adhaya. Daha önce hiç bu kadar telaşlı görmemiştin onu. Sıcak suya attığı katu dikenleri yumuşayınca odayı acı bir koku doldurdu. Dikenleri ezip yaranın üzerine koydu. Kadına bakarken birlikte mırıldanmaya başladınız.
"Suva karanna. Husma ganna. Taya danna."
Duayı bitirince derin bir nefes aldınız. Temiz bir elbise giydirip üzerini örttünüz. Ayağa kalktın, pencereye yaklaştın ve bir an önce sabah olsun, diye dualar ettin, sarı kanatlı ura kuşları sabahı getirsin diye.
*
Güneş doğduğunda kadının yanına geldin. Zayıf da olsa nefes alıp vermeye devam ediyordu. Adhaya, yere oturmuş, sırtını yatağa yaslamış, sana bakıyordu. Diz çöküp fısıltıyla teşekkür ettin ona. Sessiz adımlarla çıktın evden. Kuda Ormanı'nda dolaşmaya başladın. Herkes sana bakıyordu. Gök ilmiyle uğraşan Ahasakna, eski zaman hikâyeleri anlatan Kalaya, deniz kabukları toplayan Ema, gezgin rüyalarınızı yorumlayan Dayavata ve Mava Adası'nda yaşayan herkes. O kadını senin getirdiğini biliyorlardı. Bal rengi gözleri korkuyla büyüyen Ema, yanına yaklaştı. "Yurdumuzda doğan ve yurdumuzda ölen kadınların hiçbiri Mava Adası'nın ötesini görmedi. Masallarımız burada doğup burada ölmeyi öğütledi bize. Biliyorsun Raya, sınırımızı çizen büyük suya karşı çıkanların sonunu." dedi, yüksek sesle. "Biliyorum." dedin. Gözlerini diğer kadınlara çevirerek devam ettin. "Meraklı ve cesur kadınlarımızdan Yanna fırtınalara teslim oldu. Gördüğü rüya için adayı terk eden Tarava kıyıya vurdu." "Bu kadın nereden gelmiş olabilir, bilmiyoruz. Gelirken kötülük getirip getirmedi mi..." diyerek, sohbetinize katıldı Dayavata. "Haklısın." dedi Ahasakna. Söyleyeceklerinden çekinir gibi konuşuyordu.
"Ama şu da bir gerçek artık. Bu kadın adamıza gelebiliyorsa başkaları da gelebilir." Elini kaldırıp Mava Adası'nı işaret ettiğinde herkes ne yapacağınızı anlamıştı. Ahasakna, Dayavata, Ema ve sen önde, diğer kadınlar arkada ilerlemeye başladınız. Çift gövdeli, kızıl yapraklı yanaya ağaçlarına ulaştığınızda kovuklarına baktınız. Bu ağaçların kalbinde, Mava Adası'nın gizli yolları vardı. Ağacın birinden girip bir başkasının kovuğundan çıkınca rüya bilgini Ratuların yaşadığı mağaraya ulaştınız. Kocaman ayaklarını beyaz, yumuşak gövdelerine çekmiş, uyuyorlardı. Küçük, yumuşak karınları sessizce alçalıyor ve yükseliyor; gördükleri rüyanın etkisiyle yüzleri renkten renge giriyordu. Ratulardan birini ayağının ucuyla dürttün. Mor gözlerini kırpıştırarak sana baktı. Uyandığı için öfkelenmişti. Ayağa kalkıp sizi kovalarken, "Gidin," dedi huysuz huysuz, "düş-uykudan uyandırmayın bizi." Mağaradan dışarı çıktığınızda hayal kırıklığına uğramıştınız. Ema yanına yaklaşıp, kolunu omzuna attı ve kulağına fısıldadı.
"Acaba... Bu kadını pasbara kuşları mı getirdi Raya?"
"Pasbara kuşları bu mevsimde adaya uğramaz."
*
Günlerdir dört telli sazını eline bile almamış, pek bir şey yememiştin. Harava Irmağı'nın kıyısında dolaşmış, kadının uyanmasını beklemiştin. Ormanınıza düşen ışıklar bir bir çekilirken ve ağaçlarınız gölgeye dönerken Adhaya geldi yanına. Adınla seslendi sana. "Raya." dedi. Elindeki eflatun çiçekleri yere atıp kollarına sarıldın. "Ne oldu, haberin ne?" dedin merakla. "Getirdiğin kadın," dedi, "az önce uyandı." Haberi duyunca ayaklarına, eteğine takılan katu dikenlerine aldırmadan Kuda Ormanı'na daldın. Adhaya da senin peşinden koşmaya başladı. Bir anlığına arkana bakınca göz göze geldin onunla. Sarı saçları birbirine karışmış, başının üzerindeki mavi dallar yere düşmüştü. "Şu katu dikenleri, hangi hastayı iyileştirebilir ki! Baksana ayaklarımızın hâline." diye söylendin. "Sözlerine dikkat et, Kuda Ormanı seni işitir. Bir gün katu dikenleri adayı terk ederse hastaları mazaya çiçekleriyle iyi edersin artık." Adhaya'nın aynı huysuzlukla cevap verdiğini görünce dayanamadın, gülmeye başladın. Bir türlü anlaşamıyordunuz onunla. "Konuştu mu peki?" "Yalnızca adını söyledi." Nihayet, mazaya ağaçlarını gördün. Eflatun dalları, ahenkle dans ediyor, beyaz yaprakları ışıl ışıl parlıyordu. Onları da geçince Adhaya'nın evine ulaşacaktınız. "Neymiş adı?" "Ava." "Nasıl?" "Ne düşündüğünü biliyorum. Ama Kanta diyarı da, Kanta diyarının kadınları da, Kanta diyarında yaşayan kadınların adları da eski kitaplarda kaldı."
Adhaya'nın küçük, mavi evinin önüne vardığında soluk soluğaydın. Kapıya asılmış deniz kabukları, deniz dişleri, istiridyeler ve deniz salyangozları birbirine çarparken Ema'nın söylediklerini hatırladın. "Bu deniz canlıları, kabuklarını terk ettikleri için kıyıya vuruyorlar." Ema'nın sesini dışarıda bırakıp Adhaya'nın evine girdin. Kadının günlerce kıpırdamadan yattığı yatak, bomboştu. Adhaya, evi dolaşırken sen de dışarı çıkıp aramaya başladın onu. Akşam yemeği için masayı hazırlayan Ema dışında etrafta kimse yoktu. Canın sıkılmıştı iyice. Kadının nereye gidebileceğini düşünürken omzuna bir el dokundu. "Yok," dedin, "bulamadım." Ses gelmeyince başını çevirip baktın. Göz göze geldiğinizde onun, Ava olduğunu anladın. Getirdiğin geceki halinden eser yoktu şimdi. Sen onun pembe yanaklarına, mavi gözlerine bakıp gülümserken sordu sana. "Sen mi buldun beni?" Ema'nın yemek çağrısını duyunca "Hadi," dedin, "önce yemek yiyelim." Sen masaya oturduğunda başını yere eğmiş, bekliyordu Ava. "Otur lütfen." diyerek yer gösterdin.
Oturdu ama başı hâlâ önündeydi. Tabağındaki balığa dokunmadı, lezzetli ırmak suyundan içmedi. Masadaki herkes, dudaklarıyla değil gözleriyle konuşuyordu. Onun kim olduğunu öğrenmeden sofradan kalkmak istemiyorlardı. Dayavata hariç. O, geçen gece gördüğün rüyayı yorumluyordu. Bir yudum su içtikten sonra "Elimde bir ayna mı var demiştin?" diye sordu sana. "Evet," diye başladın söze, "ama aynaya baktığım zaman kendimi göremedim, karşımda başka bir kadın vardı." "Çok garip." dedi sıkıntıyla. "Eski kitaplara bakmadan bir şey söyleyemem." Bir süre sonra, Kalaya, kızıl gözlerini Ava'nın üzerine dikti ve kim olduğunu sordu. Ava, başını kaldırıp bakmadı bile. Kalaya'nın yok sayılmaktan hoşlanmadığını biliyordun. Gürültüyle ayağa kalktı. "Kim olduğunu bilmediğim insanlarla aynı sofrada oturmamı istemeyin benden." diye tısladı, giderken. Derin bir iç çektikten sonra, "Önce yemek yesin." diye sızlandın. "Günlerdir bir şey yemedi." "Kalaya, söylediklerinde haksız sayılmaz." dedi Adhaya.
"Kimsin, buraya nasıl gelebildin?" "Yeter!" diye bağırdın. "Misafire böyle davranmanız gerektiğini eski masallarınızdan mı öğrendiniz?" Sen çıkışınca sustular. O masalları hatırlamak bile istemiyorlardı. Sağ elinle Ava'nın omzuna dokunduğunda irkildi, korkarak geri çekildi. "Sakin ol, gerçekten sorun yok. Sadece merak ediyoruz." dedin, yavaşça. "Ama önce yemeğini ye." İncinmişti. Nihayet başını kaldırıp gözlerinize baktı, tek tek. "Adım Ava." dedi. "Yaralandım ve ölüme terk edildim. Buraya nasıl geldim, inanın bilmiyorum." Sofradaki herkes çok şaşırmıştı. Az önceki sözlerinden utanmış görünüyorlardı. Şimdi iyi misin, bir ihtiyacın var mı, diye sorduklarında Ava yalnızca gülümsedi ve teşekkür etti. Ahasakna, az önceki gerginliği yumuşatmak için "Günler önce bir çiftyıldız gördüm." dedi. Bahsettiği bu çiftyıldızı, nice masalda duymuştun. Sen; birbirine bağlı iki yıldızı, birbirinin etrafında dönen iki yıldızı, birbirine düğümlenen iki yıldızı düşünürken Ava, ayağa kalktı. Kuda Ormanı'na doğru yöneldiğinde peşine takıldın merakla.
Az ileride, mazaya ağaçları vardı. Eflatun dalları uykuya dalmış, hareket etmiyordu. Ava, onlardan birinin dalına oturdu. Yerdeki mazaya çiçeklerine bakmaya başladı. "Bu ağacın tüm çiçekleri dökülmüş, neden?" diye sordu. "Yaralısın Ava. Ölümden döndün. Günlerdir bir şey yemedin ve merak ettiğin tek şey mazaya ağaçları mı?" dedin öfkeyle. "Özür dilerim," dedi, "yaşadığım yerde bu ağaçlardan hiç görmemiştim." "Mazaya ağaçları böyledir; birden çiçeklenir, sonra birden döker hepsini. Adhaya, bunun esrarını öğrenmek için kaç zamandır uğraşıyor. Ama mazaya ağaçları, kendi baharını kendi belirliyor." "Garip ağaçlarmış." dedi, şaşırmıştı. "Yemekte konuşamadık. Evet, ben buldum seni." "Teşekkür mü etmeliyim, bilmiyorum. Gözlerim kapalıyken her şey çok daha iyiydi." Elini, Ava'nın yüzüne uzattın. Çenesinden tutup yüzünü kendine çevirdiğinde göz göze geldiniz. "Ne saçmalıyorsun sen?" dedin. "Seni sırtımda Adhaya'nın evine kadar taşıdım. Günlerce uyanmanı bekledim. Seni getirirken çirkin katu dikenleri ayağıma battı. Onlar olmasaydı belki daha erken... getirebilirdim seni."
"Kendini mi suçladın," dedi gülerek, "yani katu dikenleri yüzünden? Şu yıldız şeklindeki dikenleri diyorsan, ben onları sevdim. " "Belki de onlara borçlusun yaşamını." Ava, cevap vermedi. Bir süre daha, mazaya ağacının dallarında oturup katu dikenlerine bakmaya devam ettiniz. "Bana böyle davranmakta haklısınız ama adanıza nasıl geldiğimi bilmiyorum gerçekten. Öncesi de zaten karanlık." "Nasıl karanlık?" dedin merakla. Başını kaldırıp uzun uzun baktın ona. Nihayet, derin bir nefes aldı. Söyleyeceklerini toparlamaya çalışıyor gibiydi. Yerdeki mazaya çiçeklerine bakarak "Biri vardı," dedi, "adı Zaha." Bir ömrü beraber geçirmek için birbirlerine söz verdiklerini, bir gün Kanta'nın kadim ormanında yürüdüklerini, içinde bir huzursuzluk olduğunu, ormanda ilerledikçe ve hava karardıkça Zaha'nın gözlerindeki karanlığın büyüdüğünü, daha da büyüdüğünü, kendisine yaklaştığı zaman niyetini anladığını, göğsüne vurarak kendinden uzaklaştırdığını, olduğu yerde öfkeyle sallandıktan sonra üzerine atıldığını, "Ne yani," dediğini, "ne yani, beni istemeyecek bir kadın mısın sen?" diye bağırdığını, öfkelendiğini, daha da öfkelendiğini, sonra karnına yumruk attığını, nefes alamadığı için yere düştüğünü, o an kaybedeceğini anladığını, ama yine de mücadele ettiğini, Zaha'nın yerden aldığı bir odunla sırtına vurduğunu, ayağa kalkmayı bırak, bacaklarını bile hissetmediğini, ama güçsüz olmadığını, inatla karşı koyduğunu, korkmadığını, çünkü direndiğini, yine de Zaha'nın istediğini aldığını, tekrar tekrar aldığını, karşı koydukça hırpalandığını, onu böyle bırakmayacağını, öldüreceğini düşündüğünü, Zaha'nın gözlerindeki binbir yıldızın coşkuyla parladığını, o yıldızlara bakarken bildiği tüm sözcükleri unuttuğunu, annesinin öğrettiği tüm duaları unuttuğunu, bir an Uda'yı hatırladığını, tanrıyı, tanrının adını; o gece yalnızca Uda'yla göz göze geldiğini anlattı.
Derin bir nefes aldı, sonra da sustu. O susarken sen de endişeyle sarıldın Ava'ya. Başını kaldırıp sana baktığında yanağındaki yaşları sildin. "Uda'yı hatırladım, tanrıyı, tanrının adını. Bilgeler bilgesi Zaha'nın zalimliğini Uda mı anlatacak? Uda mı anlatacak yalnızca?" diye sordu sana. "Geçti," dedin, "geçti. Şimdi güvendesin, benimlesin, bizimlesin." Mazaya dalları uyanmaya, hareket etmeye başlayınca inip toprağa oturdunuz. "Unutacaksın Ava. Bazı günler, hatırlamayacaksın bile." "Unutmak değil, hatırlamak değil, yalnızca yaşamaya devam etmek istiyorum." dedi, hıçkırıklarının arasından. "Ağaçları yeniden görmek istiyorum, kuşları yeniden. Yalnızca kelimelerimi geri istiyorum, yalnızca sesimi." Ava, sustuğunda sabah olmak üzereydi. Ellerinden tutup evine götürürken ura kuşları çoktan ötmeye başlamıştı. İçeri girdiğinizde güneşin zayıf ışıkları odayı aydınlatıyordu. Üzerine ince bir örtü verdikten sonra, "Biraz otur, lütfen." dedin. Sen Ava'nın yatağını hazırlarken o da pencereden dışarıya bakıyordu. Yatağını serdikten sonra seslendin. Ağır adımlarla yanına gelip yatağa oturdu. "Güvendesin," diye fısıldadın, "bizimlesin." Teşekkür ettikten sonra yatağa uzandı, gözlerini kapattı. Üzerini örtüp başucunda diz çöktün. Sapsarı kirpiklerini, yüzündeki çilleri seyretmeye başladın. Uyuduğundan emin olunca, artık inanmadığın duayı mırıldanmaya başladın.
"Suva karanna. Husma ganna. Taya danna."
O geceden sonra, Ava'nın hikâyesi hakkında hiç konuşmadınız. Geçmişi hakkında konuşmak yerine güzel günler geçirmesini istiyordun. Mava Adası'nda yaşayan kadınlar da zamanla Ava'ya alışmış, ona iyi davranmaya başlamıştı. Ahasakna, yeni bir yıldız ailesi bulduğundan; Kalaya, okuduğu son masaldan; Ema, deniz kabuklarıyla yaptığı kolyeden; Dayavata, uzun zamandır rüya görmediğinden; Adhaya ise katu dikenlerinin faydalarından bahsediyorlardı ona. Siz de birlikte çift gövdeli yanaya ağaçlarına çıkıp denize bakıyor, huysuz Ratulara rüyalarınızı anlatıyor, Kanda Dağları'nı izliyor, Harava Irmağı'nın sesiyle uykuya dalıyordunuz. Başı için çiçeklerden ve istiridyelerden taç yapıyor, ellerini tutuyordun. O da yalnızca geceleri ağlıyor, bağırarak uyanıyor, kötü rüyalar görmeye devam ediyordu. Yalnız dolaşmak istediğini söylediğinde onu rahat bırakıyordun. O, adada dolaşırken sen de dört telli sazına dönüyor, Kuda Ormanı'nda duyulsun diye şarkılar söylüyordun.
*
"Gördünüz mü?"
Uyandığında nefes nefese kalmıştın. Aylardır seni terk etmeyen aynı rüyayı görmüştün. Elinde yuvarlak, büyük bir ayna; karşında başka bir kadın. Kendini aynada her göremediğinde hem korkuyor hem de öfkeleniyordun. Rüya olduğunu anlayıp biraz sakinleştikten sonra etrafa bakmaya başladın. Ava'nın yatağının boş olduğunu görünce ayağa fırladın. Üzerine beyaz elbiseni geçirmeden enseni ve saçını kuruladın. Tepeden tırnağa ter içinde kalmıştın. Evin içine şöyle bir baktıktan sonra dışarı çıktın. Ema, evinin az ötesindeydi. Gözlerinin içi gülüyor, ağaçlarla birlikte dans ediyordu. "Neyi gördük mü Ema?" dedin merakla. "Pasbara kuşlarının geçişini tabii ki... Ak gerdanları güneşte nasıl da parlıyordu!" dedi neşeyle. Sen bu yıl da görememiştin pasbaraları. Demek ki bereketli olmayacaktı günlerin. Canın sıkıldı. "Ava nerede, gördün mü?" diye sordun. Pasbara kuşlarıyla ve mutluluğuyla ilgilenmemen onu hiç etkilememişti. "Gördüm gördüm, zaten kuşları bana o gösterdi. Kuda Ormanı'na doğru gidiyordu galiba." dedi.
Başını sallayıp ormana doğru yürümeye başladın. Çok geçmeden, ayağına katu dikenleri battı. Sağ ayağının üzerinde durarak sol ayağının altındaki dikeni çıkardın. Huysuz katular, ayağında iz bırakmıştı. İzler, kırmızı bir çiftyıldıza benziyordu. Ormanı geçip ırmağa ulaştığında etrafa bakındın ama hayır, göremedin onu. Yine nereye kayboldun Ava, diye mırıldanıp gidebileceği yerleri düşünmeye başladın. İlk aklına gelen yer, her zaman buluştuğunuz ağaçtı. Hızlı adımlarla ağaca doğru ilerlerken sabah yürüyüşünden dönen Ratulara rastladın."Hey!" diye bağırdın. "Ava'yı gördünüz mü?" Seni pek sevmedikleri gözlerinden okunuyordu. Meraklı görünen bir Ratu sana doğru gelince diz çöktün, göz göze geldiniz. Cevap vermesi o kadar uzun sürdü ki beyaz gövdesini, kocaman ayaklarını, upuzun kollarını ve rengi daima değişen gözlerini izledin bıkkınlıkla. "Evet, gördük. Birleştirdiği odunları sırtlamış, denize doğru gidiyordu." "Nasıl yani?" dedin gülerek. "Gündüzleri de düş görmediğinize emin misiniz?" "Kabalık etme Raya." dedi, incinmiş görünüyordu.
"Her gün ağaç dallarını toplayıp onları iplerle birleştirdiğini bilmiyor musun?" Ellerinden güç alarak hızlıca ayağa kalktın. Ratuya cevap bile vermedin, katu dikenlerini umursamadan, ne kadar acı verse de, koşmaya başladın. Mazaya ağaçlarının dans eden dalları yolunu kesince üzerinden atladın. Gövdesi dağlar kadar büyük kaha ağaçları önüne çıktığında etrafından dolaşıp koşmaya devam ettin. Yukarıdan büyük çatırtılarla yere düşen dallardan kendini sakındın. Sapsarı dambara ağacı, büyüleyici kokusuyla seni çağırdı ama oralı olmadın. Kuhara ağacının gövdesindeki sayısız delik, adınla seslendi sana. "Gitme Raya!" dedi. Ama ağaçlara kulak vermedin. Korktuğun soru dolaşmaya başladı aklında. Yine de, "Evini terk mi edeceksin Ava?" diye sormadın, yalnızca koştun. Ormanın bittiği, sahilin başladığı düzlüğe nihayet varmıştın. Siyah kumların üzerinde deniz kabukları duruyordu; denizdişleri, deniz salyangozları. Gözlerini kısıp birkaç adım daha attıktan sonra dalgalanan denize doğru baktın. Oradaydı, Ava değil, dallardan yaptığı küçük sal. Suyun üzerinde, bir oraya bir buraya sallanıyordu.
Ratulara inanmak istememiştin. Eksilerek belki ama artmadan, yaralansanız da ölümden korkmadan onunla birlikte Mava Adası'nda yaşayacağınızı zannetmiştin. "Ava!" diye bağırdın güçlükle. Kendisinin de, sesinin de olmadığını fark ettin. Sesine bir karşılık bulmak istedin. Sözüne mukabil bir söz duymak. Onu bulmak. Kalp atışlarını kulaklarında duyuyordun şimdi. Endişeyle denize yaklaştığında su, katu dikenlerinin kanattığı ayaklarına ulaşmıştı. Suya doğru adım attıkça korkun da artıyordu. Yurdunuzda doğan ve yurdunuzda ölen kadınların hiçbiri, bu denizin ötesini görmemişti. Masallarınız, size burada doğup burada ölmeyi öğütlemişti. Sınırınızı çizen büyük suya karşı çıkan kadınların sonunu iyi biliyordunuz. Adanı terk edemezdin ama Ava'yı da bırakamazdın. Masalları bir kenara koyup denizin beyaz kollarına attın kendini. Dalgalardan kurtulmak için nefesini tutup suyun altına daldın. Gözlerini açtığında hiç solmayan deniz çiçekleri dışında bir şey göremedin. Suda olduğunu unutup "Ava!" diye bağırdığında ağzına acı sular doldu. Suyun üstüne çıktın. Birkaç nefes aldıktan sonra tekrar daldın ve ilerlemeye devam ettin. Nihayet, Ava'nın yaptığı sala ulaşabildin. Üzerine çıktıktan sonra birkaç nefes daha aldın. Yere yığılmadan önce son kez bağırdın. "A-V-A!"
Gözlerini açınca tahta tavanla göz göze geldin. Tavandaki ince odunlara bakarken ciğerlerinin ağrıdığını hissettin. Acı bir koku doldurmuştu odayı, havasızdı. Derin bir nefes almak istediğinde öksürmeye başladın. Ellerini göğsünün üzerine koyup sakinleşmeye çalıştın. Nerede olduğunu bilmiyordun. Uzandığın yataktan güçlükle doğrulup odaya baktın. Küçük pencerelerine, yerdeki soluk kırmızı kilime, köşedeki kitaplığa, yerdeki kuru otlara, başucundaki bezlere ve suya. Hatırladın, neyi unuttuğunu hatırladın. Kendine hâkim olamayarak "Ava!" diye bağırdın. Ciğerlerin daha da ağrımıştı bağırınca, öksürmeye başladın tekrar. Gözlerini sımsıkı kapattın. Ne olduğunu hatırlamaya çalışırken ayak sesleri duydun. Korkuyla geri çekildin. Bir kadındı bu, elindeki kitabı yavaşça masaya bıraktı. Sarı saçlarının üzerine mavi dallar takmıştı. Sana yaklaşırken yemyeşil gözlerinin içi gülüyordu. "Adın bu mu? Yani... Ava?" diye sordu, merakla.
Ağzını açıp tek bir şey söyleyemedin. Sana ilgiyle bakan yaşlı kadın, sorusuna cevap alamayınca biraz şaşırdı. "Biraz daha dinlen." diyerek evden çıktı. Kapıya asılmış deniz kabuklarının sesi odayı doldururken yalnız kalmıştın. Hatırlamaya çalışmaktan vazgeçip dışarı çıkmaya karar verdin. Binbir zahmetle ayağa kalktığında, bacaklarının seni taşıyamadığını fark ettin. Başının dönüyordu, kapıya yaslandın. Bir süre ışığa alışmayı bekledin. Parlak turuncu; yerini sarıya, ardından beyaza bıraktığında, ağır adımlarla etrafta dolaşmaya başladın. Renkli ağaçlara, yerdeki küçük dikenlere, dans eden çiçeklere ilgiyle bakarken az ileride bir kadın gördün. Yanına yaklaşınca omzuna dokundun. "Yok," dedi, "bulamadım." Bir şey söylemedin. Arkasına dönünce göz göze geldiniz. Uzun uzun baktı sana, gülümsüyordu. Dudaklarını güçlükle açtın ve sordun.
"Sen mi buldun beni?"