Ateşe bakarlar
Kapıyı inceledim. Ahşap kapıyı. Üzerinde yarım ışıkta bile görünür cinsten "Ozanın Kayığı" yazmaktaydı. Mesele gölge. Ve elbette o da ahşaptı. Daha fazla başa sarmayacağım. Söz veriyorum bu son. "Hiç konuşmazlar, onun yerine ateşe bakarlar. Bu han böyledir garipsediysen gidebilirsin." Her defasında olduğu gibi. Hancı beni bir kez daha handan dışarı savurdu.
"Hiç konuşmazlar, onun yerine ateşe bakarlar. Bu han böyledir garipsediysen gidebilirsin." Bunu hancı söyledi, ben dinledim. Bu havada nereye gidebilirim ki, dedim. Hiçbir yere gidemezsin. Öyleyse susabilirim. Güzel, şimdi ben içeri giriyorum. Kendini hazır hissedince gelirsin. Bir süre duraksadım, dışarıda hava boğucuydu. Ormanda bitmek bilmeyen bir is kokusu vardı. Ayrıca nem yüzünden aldığım her nefeste yoruluyordum. Ama içeri girmeye de cesaret edemedim. İki adım sola, sonra iki adım sağa ve nihayetinde tekrar iki adım sola attım. Gidebilecek bir yerim yoktu, piç gibi ortada kalmıştım. Dönüp kapısına baktım hanın, ahşaptı. Duvarlar ahşaptı, masalar ahşap. Biraz önce, yani kovulmadan, hancı üzerime yürümeden önce içerideydim, biliyorum. Oraya girdim ve doğrudan kayığa yürüdüm. Ateşi çevreleyen kasa kayık şeklindeydi. Ocağın etrafında yükseliyordu. Belki de hakikaten eski bir kayıktı bilmiyorum. Defalarca zımparalanmış, boyanmış. Zımparalanmış, boyanmış. Niye kimse konuşmuyor dedim.
Hancı, elindeki işi bırakıp bana doğru hızlı adımlarla yanaştı. Sanırım ahşap bir bardağın içinde kalmış bir lekeyi sökmeye çalışıyordu. Ya da fırlamış bir kıymığı birisinin ağzına batmadan ve yine o birisiyle bol sövüşmeli bir kavgaya tutuşmadan düzlemeye. Beni ensemden kavrayıp dışarı doğru sürükledi. Neler oluyor birader diyemedim bile. Aslında diyebilirdim, benim boylarımdaydı, öyle pek iri yarı bir adam sayılmazdı. Ama netti. Net adamları bilirsiniz, onlara dalaşmamakta fayda var. Kafasında soru işareti olmayan tipler bunlar. Dışarı çıkınca silkindim. Etrafta küller uçuşuyordu ya da bana öyle geliyordu, ağır is kokusunu tekrar almak hoşuma gitmemişti, günlerdir zaten bu kokuyu soluyordum. "Hiç konuşmazlar, onun yerine ateşe bakarlar. Bu han böyledir garipsediysen gidebilirsin." İşte yine başa sardım. "Öyleyse susabilirim." "Güzel, şimdi ben içeri giriyorum. Kendini hazır hissedince gelirsin." Günlerdir dallar arasında doğru patikayı bulmaya çalışıyordum.
Dünyanın bu ucuna yeşil duvar derler. Söylediklerim mantıksız gelebilir. Çünkü yeşil duvar nedir bilmiyorsun. Dallarının nasıl olduğu hakkında bir fikrin yok mübalağa ağaçlarının. İs kokusunu koklamadın ormanın. Ve hepsinden önemlisi başa sarmak nedir en ufak fikrin yok. O halde ileri sarayım. Bin bir yıl öncesiydi ve yeterince uzaktı. Kimsenin ruhu bile duymadı. Demirden koruların, on yedi tepeli sıradağların, çatallanmış yolların, denize düşmüş yıldızların, marifetlilerin ve onların marifetsiz muhafızlarının, esir düşmüş ecinnilerin, susamış çobana aşık perilerin, tek gözlü devlerin, değil gözü, yüzü olmayan yaratılmışların, seyis kralların, suyu okuyup yolu bilenlerin, taşı taşın üstüne koyup uykuyu, taşı çeliğe vurup ateşi uyandıranların yani bildik dünyanın ötesinde göğü yer, yeri gök bilmiş bir ormandan bahsedilir. O orman, mübalağa ağaçlarının yurdudur, öyle söylenir. Tek ağacının tek dalına köy oturtulur ki bu sözümde tek mübalağa, ağacın ismidir.
Dalları, toprağı muhtacın ihtiyacı, yoksulun varlığı, karanlığın ışığı, annenin yavrusunu kucakladığı gibi kucaklar. Ancak bu doğru değildir, der eskiler, bu işte bir terslik var. Bu işte hakikaten bir terslik vardır, ama kökleri havada yolunu elbette bulur. Nasıl ki tekenin sarp yamaçta kendi izleğini doğurması yahut yaydan çıkan okun muhakkak hedefini bulması gibi. - gün olur tekenin ayağı tökezler, ok olur hedefini şaşırır. Derler. İşte böyle söylerler. Oysa tökezleyen ayak, izleğe dahil. Ve yaydan çıkan oksa sadece hedefini vurmakla mükellef. Gözdür yanılır, senin hedef bildiğin esasen hedef değildir. Keçiye gelince, onun da ömrü bitmişse izleği tökezdir. Bu da böyle biline. Ağaç diyordum, bir değil iki değil. Koca bir orman. Omuz omuza. Duraksız ve aralıksız. Evet, şaşırmadın ve ben yalan söylemedim. Kökleri göğe bakan bu ağaçların dalları toprağı eşeler. En azından bir zamanlar öyle imiş. Ama henüz oraya gelmek için erken.
Önce bu hikayeyi niçin anlatıyorum, onu bilmelisin. Beni can kulağıyla dinlemene gerek yok. Belki de anlattıklarım ilgini çekmeyecek. Sana hiçbir zaman büyük destanlar vadetmedim. Bir orman var önümde. Ben ormanın içinde. İşte bu beni heyecanlandırdı. Yeşil duvar dedikleri buymuş demek, dedim. Hakkında neler neler işittim. Kökleri suyu boğan bu ağaçların dallarında gezindim. Bir ağaçtan diğerine yeri geldi iki günde geçtim. Ama is kokusu hiç gitmedi. Nereden geldiğini anlatmasa o büyük anlatıcı, tahayyül edemezdim. Dediğim gibi sana destanlar vadetmiyorum. Bir orman ve onun tuhaf hikayesi. Ancak bu. İlgini çekmeyebilir. Ateşin anlattıklarından daha fazla ilgini çekmeyebilir. "Ateşin anlattıklarından daha iyisini anlatamıyorsa bir ozan onu dinlemek vakit kaybıdır." Bunu hancı söyledi. O söyledi ben dinledim.
İşte bu yüzden, dedi: "Ateşe bakarlar." Tekrar başa sarayım, çünkü buna mecburum. "Hiç konuşmazlar, onun yerine ateşe bakarlar. Bu han böyledir garipsediysen gidebilirsin." Bunu hancı söyledi, ben dinledim. Bu havada nereye gidebilirim ki, dedim. Hiçbir yere gidemezsin. Öyleyse susabilirim. Güzel, şimdi ben içeri giriyorum. Kendini hazır hissedince gelirsin. Kendimi hazır hissetme meselesini fazla ciddiye almış olmalıyım. Epeyce bir süre bekledim. Etrafı inceledim. Hanın üzerine kurulduğu dalı inceledim. Hana çıkan yüksek merdiveni... merdiveni inceledim. Ahşap korkulukları, asma köprüleri ve karşı dalda gecenin karanlığını ateş böceğinin kararsız ışığı gibi delip duran titrek kandili inceledim. Sanıyorum yine ahşap ama hep ahşap bir evin kapısına asılı boydan boya sallanıyordu. Küçük büyük esen her rüzgar kandilin tek hava alırından girip ışığı titretiyor, bu sefer söndü yanılgısına düşürdükten sonra ona takılıp kalanları, tekrar uyanıyordu.
Kapıyı inceledim. Ahşap kapıyı. Üzerinde yarım ışıkta bile görünür cinsten "Ozanın Kayığı" yazmaktaydı. Mesele gölge. Ve elbette o da ahşaptı. Daha fazla başa sarmayacağım. Söz veriyorum bu son. "Hiç konuşmazlar, onun yerine ateşe bakarlar. Bu han böyledir garipsediysen gidebilirsin." Her defasında olduğu gibi. Hancı beni bir kez daha handan dışarı savurdu. Artık bazı şeyleri biliyorum. Bardaktaki kıymığı biliyorum, karşı daldaki titrek kandili biliyorum. Nemin sebebinin zemini doldurmuş su olduğunu mesela, biliyorum. Ama hala bilmediklerim var. Nerden geliyor bu bitmek bilmeyen is kokusu ve neden bütün orman fersah fersah is kokuyor. Bunu sana ben anlatamam, dedi hancı. Ancak susmayı bilirsen en iyi anlatıcıdan dinlersin. Ben bir ozanım, dedim. Bunu her yerde gururla söylerim. Bunu her yerde gülerek karşılarlar. Oysa gülünecek nesi var bunun? "Ben bir ozanım." En iyi anlatıcı kimse tanışmak isterim. Şüphesiz benden maharetlisinin karşısında susmayı bilirim.
En iyi anlatıcı içeride, dedi hancı. Sen sadece onu fark etmedin. O hep anlatmakta, hiç susmadan, duraksamadan. Nefes alıp verirken bile anlatmakta. Yüreğim kabarmıştı. Bu hancı ya benimle dalga geçiyordu. Ya da bilmediğim, erişemediğim bir irfana sahipti. Artık buradan geri dönemezdim her türlü bir cevap almalıydım. Tamam, dedim, ne ise ne. Madem ben körüm ve onu görmedim. Madem sağırım ve onu işitmedim. Yol göster kimmiş bu maharetli anlatıcı tanışayım. Beni takdim et ona, ancak bil ki ben de sihre sahibim. Dilim yetimce döner. Beni de dinleyin. Kim daha maharetli siz söyleyin. Hem burası "Ozanın Kayığı" değil mi? Kayıkçı kimse hodri meydan. Hancı ilk kez güldü, bu gülüş sinirlerimi iyiden iyiye oynatmıştı. Gülünecek nesi var bunun? "En iyi anlatıcı ateştir." İşte bu beklemediğim bir şeydi. Artık benle dalga geçtiğini düşünmüyordum. Ya deliydi ya da bilmediğim bir efsuna şahitti. "Ateşin anlattıklarından daha iyisini anlatamıyorsa bir ozan onu dinlemek vakit kaybıdır.
Soracak sorun kalmadıysa içeri gel, önce dinlemeyi öğren. Sonra dilersen konuş." "Benim için kâfi." Merakla hancının adımlarını izledim. Ahşap kapı açıldı, içeri girdik. Genç ihtiyar ama daha çok ihtiyar, saysan on kişi vardı. Saymadım, anlatıcıdaydı aklım. Yine de garipsemiştim, bize dönüp bakmadılar bile. Çünkü ateşe bakıyorlardı. Kayığın gövdesindeki ateşe. Ateşte eriyorlardı. Ateş olup dans ediyordu bakışları. Gözleri başka bir şey görmüyordu. Yanaştım. Bir sandalye çektim, ahşap. İşte karşısındaydım. Diğer ateşlerden ne farkın var senin. Bana görmediğim ne gösterebilirsin. İşitmediğim ne anlatabilirsin? Sen ne gösterebilir ne anlatabilirsin? Sihrin ne senin? Yanılmışım. O halde ileri sarayım. Bin bir yıl öncesiydi ve yeterince uzaktı. Kimsenin ruhu bile duymadı.
Demirden koruların, on yedi tepeli sıradağların, çatallanmış yolların, denize düşmüş yıldızların, marifetlilerin ve onların marifetsiz muhafızlarının, esir düşmüş ecinnilerin, susamış çobana aşık perilerin, tek gözlü devlerin, değil gözü, yüzü olmayan yaratılmışların, seyis kralların, suyu okuyup yolu bilenlerin, taşı taşın üstüne koyup uykuyu, taşı çeliğe vurup ateşi uyandıranların yani bildik dünyanın ötesinde göğü yer, yeri gök bilmiş bir ormandan bahsedilir. O orman, mübalağa ağaçlarının yurdudur, öyle söylenir. Tek ağacının tek dalına köy oturtulur ki bu sözümde tek mübalağa, ağacın ismidir. Dalları, toprağı muhtacın ihtiyacı, yoksulun varlığı, karanlığın ışığı, annenin yavrusunu kucakladığı gibi kucaklar. Ancak bu doğru değildir, der eskiler, bu işte bir terslik var. Bu işte hakikaten bir terslik vardır, ama kökleri havada yolunu elbette bulur. Nasıl ki tekenin sarp yamaçta kendi izleğini doğurması yahut yaydan çıkan okun muhakkak hedefini bulması gibi.
Gün olur tekenin ayağı tökezler, ok olur hedefini şaşırır, dedim. Bunu ben söyledim ama kimse duymadı. Sadece ateş. O duydu ve hemen yanıtladı. Derler. İşte böyle söylerler. Oysa tökezleyen ayak, izleğe dahil. Ve yaydan çıkan oksa sadece hedefini vurmakla mükellef. Gözdür yanılır, senin hedef bildiğin esasen hedef değildir. Keçiye gelince, onun da ömrü bitmişse izleği tökezdir. Bu da böyle biline. Bildim. Merak ettiğim ne varsa öğrendim. Bu tüm gece ve ertesi sabah ve ertesi gece boyunca sürdü. Ya da yüz yıl, çünkü onu dinlerken öldüm. Sonra tekrar doğdum. On farklı zamanda on farklı yaşımda onu dinledim. On birinci ömrümde onun ısıttığı ve ışıttığı hana hancı olmaya karar verdim. Kıymığı fırlamış bardakları düzledim kayığı zımparaladım, boyadım. Zımparaladım, boyadım. Defalarca kendimi yani hazır olmayan beni handan attım. Öyle emindi ki o ben kendinden, ona güldüm. Bozulduğunu gördüm ve ikna oldum. Nihayetinde onu içeriye aldım. Ama hikaye ben değilim.
Hikaye orman. Hikaye ateş. Ona geri dönmek isterim. Ben sadece ara hikaye olabilecek bir kerametin parçası olmakla yücelmiş kimseyim. Orman diyordum. Ateş anlattı ben dinledim. Ormanda zaman farklı akar, mübalağa ağaçları gibi büyüktür. Yücedir, uludur. Biz onu fark edemeyiz. Yanında karınca kalırız. Kelebek gibidir ömrümüz ve sadece bir is kokusudur koca bir yangında duyduğumuz. Bin bir yıl öncesiydi, diyordu ısrarla ateş. Muhtemelen sadece uzak bir zamanı anlatmaktı niyeti. Dalları toprağı eşeler, kökleri göğü aşarken ağaçların. Dünyada, ters düz, düz tersken. Yeryüzü yeşil donunu henüz giyinmemişken. Yaratıcı, yaratılış nefesini üfleyiverdi. Üflediği ağaç işte bu ağaçtı. Ağaçların en kuvvetlisi ki uç dalları o vakit arzın yedi kat altına erişmişti. Her katta birer zindandan yedi zindan taşırdı.
Kainatta yaşam yok değildi arzda giz idi, burada zuhur etti ve yeryüzü nasiplendi. Yaşam, asla tek başına gelmez. Beraberinde ölümü getirir. Çukurlar ve tümsekler gibidir. Ters olmadan düz, düz olmadan ters neye denir. Mübalağa ağaçları yaşamı kucakladı ama aynı yaşam yani o nefes onlara fazla geldi. Yıldırımlar dövdü duvarı belki yüz yıl ve için için yanmaya başladı her ağaç. Ama yağmur hiç durmadı. Duvarda tek ağaç kalmamıştı ölümden nasiplenmeyen. Ve yaşamdan kuşkusuz. Kökler dal oldu, dallar kök. Birer filiz belirdi ağaçların ucunda. En nihayetinde duvar yeşillendi. Altı göl oldu, üstü gök. Yine de yaratılış nefesi ağırdır. Bir gün ömür biçildi onlara, tamamen kömüre dönmeden önce. Ağaç ömründe bir gün. Yanıyorlar, dedim ya, için için. İs kokusu ondandır. Bendeki sırsa, dedi ateş, o nefeste gizlidir. Diğer ateşlerden farkımı sormuştun, işte cevabı budur. Her ateş bir anlatıcıdır, ancak bende yaratılış nefesi, bende hu, bende kelam var, vesselam.