Artık Hava Geç Kararıyor
Hava hala aydınlık, ne güzel. Okulu kırdıkları, fakat yok yazılmayacakları eski bir mayıs günü gibi; “Saatler ileri alındı, günler de uzadı, artık hava geç kararıyor. Bir sürü şey yapmak için vakit var.” Eve kadar yürümeye, gidince çay demlemeye karar verdiler; şirketteki gibi sallama değil, demleme.
Servisten indiler. Caddede birkaç vitrine öylesine baktılar. Berna’nın değiştireceği bluz için mağazaya uğradılar. Değiştirip çıktılar... Yürürken şirkettekileri çitlediler. Hava hala aydınlık, ne güzel. Okulu kırdıkları, fakat yok yazılmayacakları eski bir mayıs günü gibi; “Saatler ileri alındı, günler de uzadı, artık hava geç kararıyor. Bir sürü şey yapmak için vakit var.” Eve kadar yürümeye, gidince çay demlemeye karar verdiler; şirketteki gibi sallama değil, demleme; “Oh be, kışı hiç sevmiyorum, erkenden hava kararır, içini karartır. Yapacak şey bulamazsın, öyle salak salak.” Nasılsa vakit var, yıkanırken balini sutyenini yırtmış; dört taksit yapıyorlar, bulmuşken üç sutyen birden aldı Berna.
“Çayı demledim.”…Şebnem okuyormuş gibi yaptığı gazeteye bakmayı bıraktı, “Şu kadında da ne var anlamıyorum, burnu bööyle eğri bir kere, çenesi de dışarıda...” Ne güzel, ön bürodan başlayıp muhasebeye, oradan satışa geçip, yürürken içlerinin almadığı diğerlerini yiyecekler. Birilerinin boyunlarına yeni günahlar saracak; kimin ayrık bacaklı, kimin koca götlü olduğunu bir kere daha tekrar edip hafifleyecek; yaptıranların vakvak dudaklarına, vampir kaşlarına gülecekler, “Yok vallahi, hiç yaptıramam öyle silikonmuş milikonmuş,” diyecekler. Sıra patrona gelecek, transit, adamın karısına geçecekler.
Kadını itin götüne sokup çıkaracaklar, dünyayı dar edecekler, “Ne anlıyor o salak kadından…”Berna fişleri çantadan çıkardı, sliplerle beraber, biriktirdiği çanağın içine attı, “Bu ay çok açıldım, nasıl olacak bilmiyorum,” dedi. / “Sorma, ben de.” Şu uzamış gündüzde iç sıkmanın alemi yok, nasılsa parlak bir çözüm de yok, alem pırıl pırıl, kısa kestiler. “Betül diyor ki, ‘Abla sen hepsinin şifresini aynı yapıyorsun ama, yanlış yani…, çantanı kapsa birisi, ya da öğrense şifreni, … bu sefer bütün kartlarını iptal ettirmen lazım,’ hakikaten felaket olur.” “Haklı, öyle bir şey olsa, çabuk davranıp iptal ettiremezsen bir de, uf uf uf…” Nasılsa hava geç kararıyor, çok vakit var.
Şakacıktan başladılar, derken ciddi ciddi kafa patlattılar, sonunda bir formül buldular: “En eski kartın hangisi?” “Şu.” Onu, cüzdanın kartlar için yapılmış üst üste ve yan yana küçük ceplerinin olduğu bölümde birinci sıraya koydular, şifresi de Berna’nın annesinin doğum tarihinin tersten yazılmış hali oldu. Şebnem, “Sırala bakayım, ondan sonra en çok hangisini kullanıyorsun?, sonra ondan daha az, buna göre sırala.” “En çok kullanmak değil de…, kampanyalarına, bir de hesap kesim tarihlerine göre değişiyor, ben şimdi nereden bileyim.”, dedi Berna, “Mesela şunun bir sürü yerde ek taksit kampanyası var şimdi, çok kullanıyorum. Ama daha evvel hiç kullanmazdım.” Nihayetinde, tüm kartları sıraladılar ve buna göre ceplere dizdiler.
“Yok be, hiç de karışık olmadı.” İkinci sıradaki kartın şifresi, birinci sıradaki kartın son dört rakamı oldu. Üçüncününki, ikincinin son dört rakamı… , böyle böyle gidecek. “Unutursan hatırlaması da kolay yani. Şöyle çek, bak üsttekine. Bir tek makinadan şifreleri değiştirmek lazım.” “Telefonla da oluyor ya.” “Haa, doğru.” Arada Şebnem, gazetedeki kadının nasıl olup da hala bu kadar genç göründüğüne dair konuştu. Sokakta, işinden dönenler arasında park yeri yüzünden bir tartışma çıktı. Bağrıştılar, küfürleştiler, sonra sokak yeniden sakinleşti. Berna, kartları yollayan bankalardaki hesapların internet şifrelerini de kafasında aynı sırayla, aynı metotla kurdu.
Eğer şifre dört haneden fazlaysa, başı 1-0-1 diye gidecek. Ezberlenmesi kolay bir seri oldu, Berna’nın hoşuna gitti. Zaten güzel ve hoppa bir gün, artık hava geç kararıyor, iyi oluyor, “Bak ne güzel buluş oldu.”“Çaylar geldiii. Açık mı olmuş?” “Yoo, her zaman güzel yaparsın sen çayı şekerim.” Biraz bayatlamış ama Berna, geçen akşam televizyonda tarifini duyup not ettiği ve sonra da hemen denediği kurabiyelerden getirdi. “Hmmm…, ağızda dağılıyor, bir de buna biraz şey koysan…” “Muhasebeye yeni işbaşı yapan kız var ya, sırtı kambur, geçen gün kek yapmış getirmiş; nasıl rezil bir şey, bizimkiler de şapırdaya şapırdaya yediler.”
...Berna, hastanede olduğu gün Şebnem, “Patron şunu şunu acilen istedi.”, diye aradığında şirketteki bilgisayarın şifresini söylemek zorunda kaldı; mesela Şebnem artık şifreyi biliyor. Evdeki bilgisayarı da Betül’le ortak kullanıyorlar. Adresleri, üye olduğu birkaç site…, hepsine kartlarınki gibi bir düzen verip yeniden şifre koymak lazım aslında… Bir de şifreli kanallar. Berna taş değil ya, ara sıra, Betül olmadığında onun da canı oynaşlı bir şeyler seyretmeyi çekiyor. Şebnem gider gitmez, bir liste yapıp yeni bulacağı şifreleri dizmeyi kafaya koydu. Babasının doğum tarihini tersten yazmakla başlayacak başka bir seri.
Böylece, sucuda, tüpgazcıda ve 24 saat servis yapan pizzacıda kayıtlı numaraların; Berna’nın ve anne babasının evlerinin tırtıllı tarafı üste gelecek anahtarlarının; şirketteki dolabın asma kilidinin; hepsinin cep telefonlarının; demirbaş bavulun minik kilidinin; arabanın teybinin şifrelerinin yazılı olduğu, kendisi de şifreyle açılan bilgisayar dosyası sayfasının şifresini hatırlayamadığında sinirden kudurmayacak… İyi oldu bu şifre işi. Şebnem gidince, bir an önce…
Kalkıp gitmeye hiç niyeti yok Şebnem’in, kanepeye bir güzel yayılmış. “Amaaan,” diyor, “…şimdi Sedat sinir küpü olmuştur. Yani …, nasıl da beceriksiz, o kadar olur. Orada, kılavuzda, tek tek tarif ediyor aslında, şunu şöyle yap, bunu buraya sok, kırmızıyı şuraya yerleştir, maviyi buraya… Ama beceremiyor işte. Bir de sanki becerebilecekmiş gibi ne zaman kurulacak olsa yeni bir şey, hiç bana bırakmaz." “Yapamıyorsun, bırak,” dediğimde de kavga çıkarıyor.” / “Aa?..., Sedat?” / “Eveeet…, hiç beceremez ki öyle işleri, sen bilmiyorsun.” / “Allah Allah, çok şaşırdım vallahi. Hani başkası desen tamam da, e işi bu adamın, bütün gün kullanma kılavuzlarını, teknik şeyleri tercüme etmiyor mu?” / “Aman sen ona ne bakıyorsun, orada yaptığı teknik tercüme…”Sedat kaç sene aradı, hayal ettiği gibi bir iş bulamadı. Allah’tan Almancası iyiydi, babasının arkadaşının vasıtasıyla şimdiki işine başladı. Önceleri hiç sevmedi, sabahları işe ayakları geri geri gitti. Fakat şirket büyük, aldığı maaş hiç fena değil. Şikayetçi olursa hem nankörlük, hem akılsızlık, hem de ayıp edeceğini bildiğinden kırdı dizini oturdu; alıştı sonunda. Gastrit ülsere çevirmeden geçti.
“Kimse sana mani olmuyor ki, yine mesleğinle alakalı dergileri oku sen.” Onun hayallerini gerçekleştiren başkalarına dair haberleri okudu. Kendine oyunlar buldu. Tercümesini yapacağı zamazingonun entegresinin bir parçası, bazen cam üzerine sıvanmış bir devre, bağıl neme duyarlı bir sensör ya da becerikli bir mikro işlemcinin yerine girdi; ‘ben olsam şöyle yapardım’ oynadı. Şefi kullanma kılavuzlarını, kurulum kitapçıklarını hatasız tercüme etmesinden memnun oldu, iki defa zam aldı.
“Eline tornavida bile yakışmıyor bir kere, ne uğraşıyorsun be adam, yapabilecekmiş gibi. Yapamadıkça daha çok sinirleniyor, hırslanıyor bu sefer. Dün bütün gece uğraştı, yine yapamadı; önce tutturdu, ‘Karanlıkta göremiyorum ki ben bunun arkasını, taktırdın şu loş ışıkları…’ Ne diyeyim? Sonra ‘Bu bozuk.’, dedi. Kabahat hiç kendisinde değil, hep yepyeni cihazlarda. ‘Bırak ben bir bakayım’, desem yine kavga çıkaracak,‘ Olmuyor demek ki, bırak, bozuksa da yarın servisini çağırırız, ya yaparlar ya da bozuk diye form doldururlar.’, dedim. Küstü yine, surat bir karış, …gece salonda yatmış.”/ “Haydi canım?” / “Aman vallahi, hep öyle be. Baktım, sabah kendisine kahvaltı hazırlamış, çıkarken yine surat domuz gibi, “Dokunma sakın, servis mervis de çağırma, ben erken gelip yapacağım,” dedi… "Şimdi erken geldiyse eve, uğraşıyordur. Hiç çekemem onun suratını, sinirini. Hava nasılsa geç kararıyor artık, biraz daha durayım da sonra çıkarım.” / “Hem kurar bu arada bakarsın?” / “Hee, kurar…, bok kurar.”
Zil çalıyor. Şebnem tombul bacaklarını kanepeye yaymıştı; toparlıyorken sordu, “Kimdir ki?” / “Aman kim gelir bize, ya kapıcıdır ya Betül. Hiiiç anahtarını kullanma adeti yoktur hanımefendinin, nasılsa ablası var, kalkıp açar.”Şebnem’in çorabı kaçmış, “Amaan bee…”Sedat zile zar zar zar bastı, kapı açılmadı. "Nerdesin be?!”Şebnem’in, beyannameleri hazırlayacakları için işten geç çıkabileceğini söylediğini hatırladı. Rahat rahat montajı ve kurulumu yapacak, dır dır eden olmadan. “Şu ceketi şöyle asma, askı var orada,” diyen olmadığı için ceketi ensesinden astı.
Sabahtan beri bacaklarına yapışan parlak pantolonu ve göbeğini sıkan kemeri çıkardı, yatağın üzerine öylece bıraktı. Çizgili gömleğinin buruşuk etekleri sarkıyor, çorapları ayaklarında; hemen çantasından bürodan getirdiği ince uçlu tornavidayı ve çekme bantları iki kitapçık ile beraber çıkardı, masanın üzerine bıraktı. Mutfağa gitti, buzdolabının kapağını açtı, su şişesini kafasına dikti. “Vay be,” dedi içinden, “…nereden nereye? Aynı odada altı sene çalış, Canberk’in Teoman Abi’nin yeğeni olduğunu bilmeden.” Anahtar mı kaybolmuş, ne olmuş, Teoman Abi, mahallenin yakışıklı delikanlısı, askeri okulda, Kaptan Swing gibi çevik, balkonlardan tırmanıyor taa dördüncü kata kadar.
Ne müthiş bir gösteri, Sedat ve mahallenin diğer veledi nefeslerini tutmuş, seyrediyor. Dördüncü katın balkonuna geldiğinde, büyükler ayıplıyor Teoman Abi’yi ve yaptığını hem manasız hem de yanlış buluyorlar, “Ne o, hırsızlara yol mu gösteriyor şimdi bu?” Büyüsü kaçıyor gösterinin, çocukların hevesi kursaklarında düğümleniyor. Bir tek Sedat alkışlıyor. Teoman Abi pilot olacak. Al işte, ablası balkondan gelenin kim olduğunu anlayamayacak kadar telaşlanmış ve korkmuş, balkon kapısı açıldı, tavayla Teoman’ın kafasına kafasına vuruyor. Yine sadece Sedat alkışlıyor… Hee, Canberk o kundaktaki bebek…”
İkinci dikişte suyun bir kısmı gömleğine dökülüyor.
“…Eveeet, nerede kalmıştık? Hava da aydınlık nasılsa, göreceğim şimdi arkasını.”İngilizce standart zaten, Türkçe Suomi’den sonra, Fince’den yani. Ne demiş?.. “VCR ya da DVD SCART kablosunu, VCR ya da DVD’nin scart konektörünet akın.” Şuna... ‘TV Bağlantı Kutusu’nu ve VCR’ı (ya da DVD’yi) aynı anda bağlamak istiyorsanız, TV Bağlantı Kutusu’nu VCR’a (ya da DVD’ye) ve VCR’ı (ya da DVD’yi )TV’ye bağlamanız gerekir.’ Bu kadar çok parantez olmasa. Sedat dikkat ediyor işte buna. ‘15 Pinli D-SUB konektörünü, PC video konektörüne takın. Stereo ses kablosunu TV’nin arka tarafındaki PC AUDIO IN STEREO (7) jakına, kablonun diğer ucunu PC’nin ses kartındaki AUDIO OUT jakına bağlayın.’ 7 neymiş?, ‘Ayrı Y/D ise toprak ve yeşil, Kompozit Y/D ise… “Haa yine toprak ve yeşil, tamam. Şunu nasıl bağlıyoruz?”
…Kadıncağız balkondan gelenin Teoman olduğunu anlayınca, sinirden hem avaz avaz bağırıp hem gülüyor bu sefer, “Salak!, ya hırsız zannedip itsem seni balkondan?” Haydiii…, Teoman Abi balkondan düşüyormuş gibi yapıyor bu sefer; üzerinden aşmışken, bacakları aşağı doğru sarkıp sallanırkeeen…, son anda parmaklıkları tutuyor. Şimdi bütün çocuklar hep beraber alkışlıyoruz… Vay be, Teoman Abi de nasıl yaşlanmış ha? Gözden kaybetmiş, hiç pilot olamamış, erkenden emekli olmuş.
“RCA ya da S-VIDEO kablosunu, VCR, DVD ya da VIDEO CAM gibi uygun bir harici cihaza bağlayın. RCA ses kablolarını TV’nin arkasındaki (MONO)L ve AUDIO-R inletlerine takın ve kabloların diğer uçlarını A/V cihazının karşılık gelen ses çıkış konektörüne takın.” “...O pilot olacak diye ben de pilot olmay ıne çok istemiştim... Kabloları da toplayayım, salkım saçak olmasın… Kumandadan ayar işini Şebnem yapsın, tutturmuş, ‘İllaki de yapamazsın sen onu, servis çağır.’ Ne var bunda be? Karanlıkta göremiyordum ki.”
Kanepeye yattı, dergisini eline aldı.
— N’aber kızlar?.. Hava ne kadar güzel ama, değil mi?, ışıl ışıl.
— Hava artık geç kararıyor ya, bir sürü şey yapmak için vakit oluyor, insanın içi açılıyor.
— Valla…, birşeyler yapmak geliyor insanın içinden… Ooo, ne güzel yapmışsın saçlarını Şebnem.
— Beğendin mi?
— Güzel olmuş, bak böyle uzunken yüzünü de daha şey gösteriyor. Öyle asık suratlı, bak bu ne güzel olmuş. Kısa kestireceksin, kat verecek, yüzün ortaya çıkıyor, tam yaşının kesimi yani. Hoppala… Betül böyle biraz dangıl dungul.
— Yaşında ne varmış be kızın? Deli mi ne, moruk diyecek neredeyse.
— Aman yok be, güzel olmuş, onu söylüyorum… Haa, bak ne getirdim, sana da alıyoruz, sana da, bana da alıyoruz, kesin, hiç anlamam.
Çantasından çıkardığı sözleşme sayfalarını kendisi alıyor, broşürü diğerlerinin ellerine tutuşturuyor... Berna Şebnem’in yanına oturuyor, beraber bakıyorlar; piyasaya son çıkan, on parmağında on marifet en yeni model cep telefonu.
— Peşinatsız, on iki ay taksitle. Yapmadığı şey yok kızım… Şunu anlamadım ben: “Standart kullanımın e-posta, internet, kurumsal veri, anlık mesajlaşma üzerinden erişimi kapsayacağını, SMS/MMS ve/veya WAP ve/veya diğer APN kullanımlarının…”, bunu tam anlamadım.
Şebnem’le Berna broşüre bakıyor. Telefonun hünerleri saymakla bitmiyor. Berna çayları doldurmak için kalktı. Şebnem daha kendisini canlısını görmeden beğendi telefonu,
— Adamlar ne güzel yapıyor…