Anne Borges'i tanıyor musun?
Yazar, bizi biz yapan ne varsa onu hatırlatıyor kalemiyle. Başka hayatlara pencere açan, kalbe saplanan, düşündüren ve okkalı cümleler barındıran, yüreği titreten bu öyküler en kısa sürede okunmayı hak ediyor.
- İbrahim Çelik'in ilk eseri İz Yayıncılık etiketiyle raflardaki yerini aldı. Birçoğuna dergilerden aşina olduğumuz on yedi öyküsü, edimsel bir diziliş ile dikkat çekiyor. Metinlerin dili okuyucuyu kurgunun bir ucundan öteki ucuna ince, narin bir ip ile bağlıyor. Satır aralarından akan yaşanmışlık, merakı üst seviyede tutuyor.
Kiminde bir kadın, yazdığı araba ilanında içindekileri yani hazin hayat hikâyesini anlatırken; kiminde Borges'i yanıltan adam, birinci ağızdan yazılan öykü kahramanlarının ölümünü ispatlıyor; kiminde de üç sayısıyla başı dertte olan Bekir'in kısa yolculuğunda, nadasa bırakılmış umutlarının döngüsüne dâhil oluyoruz. Çelik'in "Anneme ve Babam'a. Gülmenin rengini, sevginin dilini öğrettiğiniz için şükranla." ithafıyla birlikte, öykülerinde kahramanların genellikle bu sınırlar etrafında dolaştığını görüyoruz. Kitaba ismini veren "Korkunç Beyaz" öyküsünde, renkleri hayatının tasnifkâr kısmına yerleştiren karakterimiz selamlıyor bizi.
Önce, sevdiği ve sevmediği renkler hakkındaki fırtınalı muhasebesine tanık oluyoruz. Bu savaştan kırmızı ve siyah mağlup çıkıyor. Fakat hayatın sürprizlerle dolu olduğu hepimizce malumdur. Söz gelimi, renkleri bunca önemseyen bu adamın "Gün gelir ışık söner, defter kapanır ve film biterdi." sözleriyle yakında kör olacağı haberi her şeyi bıçak gibi kesiyor. Bunun alametifarikası ise gözlerinin önünde yerleşen 'korkunç beyaz' oluyor. Bütün bir renk kartelası, retinasında silikleşiyor yavaş yavaş. Anlatıcının yaşadığı bu devinimsel yolculuk okurda çoksesli bir karşılık buluyor. "İkinci Ev" öyküsünde, otopsi işiyle uğraşan karakter akıp giden zamana bir çizik atıyor.
Mesleği her ölümün kendine has şüphesini irdelemek olan anlatıcının, aşina körlüğü uç bir seviyeye ulaşır. Çünkü cesetler –hasta yakınlarının yanında ceset değil, ölü demesi gerekse de- onun işinin bir parçası oluvermiştir.
Günlerden bir gün etkileyici bir rüya görür. Rüyasında, kafataslarını çekiçle kırdığı, kıkırdak bıçağıyla işlem yaptığı ölüler kendisini o masaya yatırmışlardır. Onlara yaptığı her işlemi kendi üzerinde uygular bu ölüler. Beynini eline verdiklerindeyse bayılır ve uyanır. Duyarsızlığı bir tokat gibi suratına çarpılmıştır. Ölümün muhtelif bünyelerdeki etkisini daha derin bir şekilde düşünmeye başlamıştır. Bu sırada gelen bir soru öykünün mihenk taşını yerine koyar. "İçeriye geçip cesedin işlemlerine başlayacağım sırada gözlüklü çocuk bana yaklaşıp sordu: 'İnsanın ikinci evi mezarı mıdır?'
Cevap vermeyip içeri geçtim. Nerden bileyim ben!" Yazar, bizi biz yapan ne varsa onu hatırlatıyor kalemiyle. Başka hayatlara pencere açan, kalbe saplanan, düşündüren ve okkalı cümleler barındıran, yüreği titreten bu öyküler en kısa sürede okunmayı hak ediyor.