Alagelin’in Herkesten Uzaktaki Evi

SEDAT DEMİR
Abone Ol

Ne kadar emin olsa da cadı karısının yokluğundan, onu köyün çok uzağındaki çoban evinin yanındaki harabede yaşayan Alagelin’e, Alagelin’i ona benzetiyordu. Bu benzerlik gözlerine tuz serpiyor, böyle böyle, sabahı zor ediyordu.

“…Sonra, efendime söyleyeyim, Keloğlan ak sarıklı dedenin verdiği okunmuş yada taşını yuvarladı. Ormandaki yalnızlığından korktuğu için, midesinden gelen yakarışın sesinden yorulduğu için, soğuğun sertliğinden çok üşüdüğü için, iki günlük uykusu gökte asılı durduğu için, onu geri almak için yuvarladığı dualı taşın hangi evin önünde durup durmadığı, hangi evin kapısına çarpıp çarpmadığı önemli değildi. Taş yuvarlandı. Yuvarlandı, yuvarlandı ve bacası tütmeyen değil, bacası tüten evin önünde durdu. Sıcak aş, içinde odunların tutuştuğu ocak, yün döşek o kapının ardındaydı. Yüreğini susturarak Keloğlan kapının halkasını tuttu, sertçe vurdu. Üç defa. Tak. Tak. Tak. Çok geçmedi kapıyı burnu ve çenesi yere değen, çemberi ak saçlarını dışarıda tutan, çarığı ve şalvarı kan gölünde yürümüş bir cadı karısı kahkahalarla açtı. Kara, sivri dişleri arasından sivri, uzun dili ortaya çıkıverdi. ‘Gel yavrum, gel. Gel güzel çocuğum gel. Gir içeri.’ Tavana asılmış gövdeler, bacaklar, kollar, yürekler, ciğerler, kulaklar, burunlar, parmaklar cadı karısının insan eti yemeyi ne kadar çok sevdiğini anlatıyordu. Suyu henüz kaynamaya başlamış kazanın içinde ala, yeşil, kara, kahverengi gözler fokurduyordu. Keloğlan içeriye girdiğinde kapı kapandı, kilit döndü…”

Bu anından sonrakileri bir araya getiremiyordu. Keloğlan nereye gitmiş, nasıl kurtulmuş, ejderhayı ikiye bölüp nasıl padişahın kızına nasıl kavuşmuş. Her gece olup bitenin arasına cadı karısının kahkahası karışıyordu. Kendisinin uyumasını sağlamakla vazifeli ablası bu hikâyeyi bitirdikten sonra odasına çekiliyor. O gider gitmez pencereden dışarıya kocaman gözlerle, seyirçamı’nın yalnızlığına, ayışığının vurduğu tepenin görkemine bakıyor. Ne kadar emin olsa da cadı karısının yokluğundan, onu köyün çok uzağındaki çoban evinin yanındaki harabede yaşayan Alagelin’e, Alagelin’i ona benzetiyordu. Bu benzerlik gözlerine tuz serpiyor, böyle böyle, sabahı zor ediyordu.

Onu ilk gördüğü günü düşündü. Bahar sabahının bir soğuğunda, davarların yünlerini toplamak için evinden çıkmıştı. Köyün tamamı ahırlarındaki davarlarını, sığırlarını çobanın sürüsüne katmak için seferber olmuştu. Önde solukları, arkada ağır gövdeleriyle sığırlar, endişeleriyle koyunlar, koçlar ortalıkta koşuyorlar, bir yandan da patır patır işkembelerindeki tezeği yollara döküyordu. O da elindeki teneke kovayla yollarda birikmiş koyun, kuzu yünlerini toplamaya çalışıyordu: yünleri biriktirecek, yünlerle Bektaş’ın bakkalından cam şekeri, lokum alacak. Köyden çamlığa doğru yolunu uzattı. Yokuş yukarı. Bacaklarına uygun vadilerden, az da olsa yün bulup tırmanıyordu. Ayaz. Toprakta kuruyan suya bastığında çıkan ses, önünde büyüyüp duran sis, ona köyden ne kadar uzaklaştığını unutturdu.

Tenekeyi yünle doldurmaya çalışırken önünde bir ev belirdi. Diğerlerine göre biraz kararmış, azıcık çökmüş, epey eskimiş. Evin kenarında bir kadın, elinde nacak1, önünde tek hamlede parçalanan yaş odunlar. Öylece kalakaldı, tenekesiyle. Kadın, odun kesiyor, arkasında duman, ormandan iniyor. Kollarıyla, al şalvarıyla, al çemberiyle, kırmızı lastikleriyle bir giriyor sise, bir çıkıyor kadın. Kocaman kollarıyla kaldırdığı nacağı gırtlağından çıkardığı, içinde bin bir kuşun öttüğü sesiyle indirdiğinde gürültüyle düştü teneke kutu. O anın ardından son hatırladığı görüntü Alagelinin dönen başındaki ela gözler, çatık kaşlar. Aşağıya, evine doğru nasıl koştuğunu hatırlamıyor. Peşinde tenekenin gürültüsü.

Cesaretini toplayarak harman yerinden köy meydanına doğru yürürken başını okşamak isteyen, ellerinde yün eğiren yaşlı kadınların önünde durduğunda Alagelin’in dedikodusunu dinledi yaza kadar. Alagelin’in adının Meyrem olduğunu öğrendi önce. Alagelin’in kocası askerden dönmediğini öğrendi, İstanbul’da kaldığını. Yakın akrabalarının sakladığı ayıplı bir suçtan sonra hapiste yattığını bir süre. Damdan çıkınca, işine gelmediği için dönmediğini. Çocuğunu düşürmüştü Alagelin o askerdeyken, ama yine dönmemişti. Üç köy ötedeydi Anababası, onlar da dönüp bakmamıştı kızlarının yüzüne.

Güzel kadındı vesselam ama kıskançtı. Kötüydü. Hasisti. Kötüydü Alagelin. Cenabetliğini yıkamaz, onun yerine kısıp gözlerini, onun bunun delikanlısına, herifine bakardı, evinin harmanından. En başta imamın aklını başından almıştı. Onu işinden etmiş, dinden imandan çıkarmıştı. Gidilse bir laf edilse, bir öğüt edilse kendisine, kollarını kanat kaldırıp ulum ulum uluyordu. Kurt gibi. Şu an oturduğu yerden onun sesini duyuyordu.

Pınarın aşağısındaki boşlukta tarhana kurutan kadınlar, onun şerrinden korunmak için Besmele çekiyorlar, Fatiha okuyorlardı. O suyunu doldurup söylene söylene giderken her şeyi anlatıyorlardı. Onlar böyle konuşurken Alagelin’in evinin kaşlığının altında durmadan odun kırıyor, inek sağıyor, aş kaynatıyor, ekin çuvallarını sırtlayıp taşıyor. Nacağı havaya kaldırıyor ve tek vuruşta çam köklerini, çınar kollarını ikiye bölüyor, parçalıyor. Bir yandan da kızıl gözleriyle kendisine bakıyor. Yaşlılara göre kışın, jandarma ne derse desin, kazaya yakın bir köyden gelen çobanı boğazlayan bu kadındı, canavarlar değil. Dağda kılına dokunmayan kurt, dinleğinde ona ne yapsın. Jandarma ne anlatırsa anlatsın, kocası askere gittikten sonra ölen tavukların kanının, kaybolan ekinlerin suçu ondaydı. Karısına soğuyan erlerin aklı hep ondaydı. Etek sallayıp akıl karıştıran oydu. Fidan boyluydu, kırmızı dudaklıydı, kızıl saçlıydı, koca gözlüydü, ela gözlüydü.

Bahar boyunca evinden çıkıp, yukarıya Alagelin’in evine doğru bakmadan aşağı doğru iniyor, hiç korkmadan köyden çıkıp yazıya kadar gidiyordu. Gidebiliyordu. Bir süre sonra kadınların arasına karışmadı. Alagelin’in adını işitmemek için onların toplandığı gölgelerden kaçıyordu. Ama ablası ne zaman cadı masalını anlatsa, Alagelin yatağının başucuna geliyor, o da ona bakmamak için karşıdaki seyirçamı’nın alev alev yanan dallarını seyrediyordu. Gözlerini patlatıncaya kadar açarak.

Yaz bitti. İstanbul’da götürdüler onu. Kendileriyle birlikte. Okula orada gidecek, okumayı orada sökecekti. Ablasını dedesinin yanında bıraktı anası babası. Onlara Alagelin’in ablasına yapıp edebileceklerinden bahsetmeye ne dili, ne de gücü vardı. Okul ve onun oyunları unutturur gibi oldu evinin yukarısındaki kadını. Tatilde köye gideceğini duyunca yumruklarını sıktı. Şu an yaptığı gibi. Başka bir hikâye dinledi o yaz yün eğiren, tarhana açan kadınlardan: köyde bir kuş peydah olmuş köpek boyunda, köpekleri bile gagalayıp gözlerini oyan. Kanatlarını açınca kartal gibi, güneşi kapatan. Köyün hangi adamı Alagelin’e seğirtse, o güne karanlık çöktüğünde o adamın baldırından, bacağından, boynundan, kulağının arkasından bir parça et koparırmış. Sonra herifçioğlu melül melül günlerce kendi ayaklarını seyreder, ancak aylar sonra kafası ayar, iş tutmaya başlarmış. Eğer üç ay içinde kendisine gelmezse, vay haline, ayıplı ayıplı konuşarak, sırıtarak, kahkaha atarak, kudurarak ölürmüş.

Kargaya benzediği için, bu kuşa karga demişler. Jandarma ne derse desin, bu kuş geceleri kuşa dönen Alagelinmiş ve hatta bazı zamanlar adamlarını daha çok kudurtmak için anadan üryan görünürmüş göze. Hiç gebe kalmamış, am kimden peydahlıyorsa, doğurduklarını da mantar çukuru’na gömüyormuş. O yaz hiç masal dinlemedi ama geceleri pencerenin dibinde Alagelin’i görmeyi bekledi. Elinde yılanlarla, at başıyla pencereden gelecek, önce kan kusacak, sonra kanını emip yutkunmasına fırsat vermeden, kafasını bir ısırışta koparacak. Çocukluğunun, hem en önemli gerçeği hem de en büyük düşü oldu Alagelin.

Bir gün işe gitmek için otobüse bindiğinde aklına geldi Alagelin. Sabah sabah. Kesinlikle vapurun etrafındaki sis aklına getirdi, dünkü Kadıköy seferinde. Çünkü bugün sis yok. Eve gider gitmez annesini arayıp, Alagelin’in yaşayıp yaşamadığını öğrenmeye karar verdi. Telefonu cebinden çıkardı. Okulun o ilk yazı köye son gidişi olmuştu. Laf arasında:

Anne Alagelin’i hatırlıyor musun. Kimlerdendi o. Hatırlıyor musun. Sağ mıdır sence?

Ne Alagelin’i yavrum. Sen nereden duydun onu?

Neden anne?

Oğlum, o ben çocukken vardı. Ben hatırlamıyorum onu. Ebemden2 bile büyüktü o. Nereden aklına geldi şimdi?

Telefonu hemen kapattı. Şu an olduğu gibi, gözbebekleri açıldı ve parmaklarını sıktı. Şu an, küçük bir kaçamak için bulunduğu evin balkonunda, onun korkuluğunda kargaya benzeyen bir kuş kendisine uzun süredir bakıyor. Kuşun gözlerine bakıyor o da. Gözleri ela. Başını usulca sola yatırdı. Kuş da sola. Usulca.

  • 1 Balta
  • 2 Ortaanadolu’da babaanneye ebe denir.