Ziya Osman Saba'nın unutulmuş bir hikayesi

NECATİ TONGA
Abone Ol

8 Teşrinisani (Kasım) 1928 tarihli Servet-i Fünun mecmuasında yayımlanan “Kedi”, Ziya Osman Saba’nın ilk hikâyesidir ve yazarın bütün hikâyelerinin toplandığı kitaplarda yer almamaktadır.

1891 yılında Ahmet İhsan Tokgöz’ün imtiyaz sahipliğinde çıkmaya başlayan ve 1944 yılına dek yayımlanan Servet-i Fünun, şüphesiz ki edebiyat tarihimizin en önemli mecmualarından biridir. Edebiyat-ı Cedide, Fecr-i Âti, Yedi Meşale gibi önemli edebiyat topluluklarına ev sahipliği yapan dergi, aynı zamanda pek çok şair ve yazarın edebiyat âlemine katılmalarını sağlayan bir süreli yayın olmuştur.

Servet-i Fünun

Servet-i Fünun, pek çok edip gibi Ziya Osman Saba’nın da ilk eserlerini neşrettiği bir dergi olarak dikkat çeker. Şair, “Sönen Gözler”, “Bahar Sabahında”, “Kan”, “Mezarcı” gibi ilk şiirlerini Servet-i Fünun’da yayımlamış, 1927-28 yılları arasında bu dergide yayımladığı on iki şiirle edebiyat dünyasında adından söz ettirmeye başlamıştır.

Ziya Osman Saba

Şairliğinde olduğu kadar Ziya Osman’ın hikâyeciliğinde de Servet-i Fünun dergisinin özel bir yeri vardır. Ziya Osman hakkında hazırladığı doktora tezini daha sonra kitaplaştıran Mustafa Kırcı, Saba’nın yayımlanan ilk hikâyesinin 1944 yılında Varlık dergisinde yayımlanan “Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi” olduğunu belirtir ki Servet-i Fünun sayfalarında unutulan ve aşağıda dikkatlere sunduğum hikâye, Ziya Osman’ın hikâye yazmaya çok daha önce başladığını göstermektedir.

Sağlığında hikâyelerini Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi adıyla yayımlayan Ziya Osman, bu kitabında “Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi”, “Babamın Elbisesi”, “Bebek”, “Okumak”, “O Sokak”, “Neveser”, “Bir Kurban Bayramı Hikâyesi”, “O Mahalle”, “Bıraktığım İstanbul” adlı dokuz hikâyesini bir araya getirmiştir. Şairin ölümünün hemen ardından yayımlanan Değişen İstanbul’da ise Saba’nın “Ev”, “Misafirlikler”, “Yaz Gezintileri”, “Kış Gezintileri”, “O Sınıf” ve “O Banka” adlı altı hikâyesi basılmıştır.

  • Günümüzde Ziya Osman’ın bütün hikâyeleri, yukarıda sıralanan iki kitaptaki hikâyelere ilave olarak Saba’nın 1952’de Varlık’ta çıkan “Limanda” adlı hikâyesi de eklenerek Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi adıyla Can Yayınları tarafından neşredilmektedir.

İlk hikaye

8 Teşrinisani (Kasım) 1928 tarihli Servet-i Fünun mecmuasında yayımlanan “Kedi”, Ziya Osman Saba’nın ilk hikâyesidir ve yazarın bütün hikâyelerinin toplandığı kitaplarda yer almamaktadır.

Kedi hikayesinin yer aldığı Servet-i Fünun sayısı

Ziya Osman’ın hikâyeleri bir bütün hâlinde değerlendirildiğinde görülür ki yazarın muhayyilesini harekete geçiren en önemli unsur “hatıralar”dır. Tıpkı Abdülhak Şinasi Hisar gibi (burada Mercel Proust’u da hatırlamalıyız) Ziya Osman da hikâyelerinde hatıralardan beslenir; geçmişle ilgili duygu ve düşüncelerini harekete geçiren nesnelere, ayrıntılara eğilir. Bu bakımdan “Kedi”, Ziya Osman hikâyeciliğinin başlangıç noktasını gösteren ve yazarın hikâye dünyasını yansıtan bir metin olarak ön plana çıkar.

Şüphesiz “Kedi” hikâyesi, bu yazının sınırlarını aşan ayrıntılı bir tahlile muhtaçtır, bununla birlikte hikâyeyle ilgili dikkatimi çeken birkaç hususa değinmek istiyorum:

Ben anlatıcı ağzından kaleme alınan “Kedi”, otobiyografik özellikler gösteren bir hikâyedir. Hikâyenin ilk cümleleri, Ziya Osman’ın hayat hikâyesini hatırlatacak tarzda anlamlıdır. Tıpkı hikâye anlatıcısı gibi Ziya Osman da annesi Ayşe Tevhide Hanım’ı daha dokuz yaşındayken İspanyol gribinden kaybetmiştir ve bu elîm hadiseden sonra yatılı bir okul olan Mekteb-i Sultanî’ye verilmiştir.

Bir yurdumuz var mı?
Nihayet

Anneye özlem, şiirlerinde olduğu gibi Ziya Osman’ın pek çok hikâyesinde karşımıza çıkan bir temadır. O; hikâyelerinde anlık geriye dönüşlerle sık sık annesini hatırlar; unutulan, bir kenara bırakılan eşyalar (örneğin “Babamın Elbisesi” hikâyesinde eski moda bir saç maşası) sık sık annesiyle geçirdiği mutlu günleri hatırlatan birer nesneye dönüşür.

Bu bağlamda “Kedi”, annesini kaybetmiş küçük bir çocuğun halet-i ruhiyesini yansıtan bir metindir. Yatılı mektepte kendini yalnız hisseden ve bunalan çocuk, mektebin küçük camisine sığınır ve ruhunu bu caminin uhrevi ortamında namaz kılarak dinlendirir. Hikâyede tasvir edilen cami ve ruh hali, tam da şairin “Her Akşamki Yolumda” şiirinde:

  • “-Rabbim, şuracıkta sen bari gözlerimi yum!
  • Sen bana en son kalan, ben senin en son kulun;
  • Bu akşam artık seni anmayan İstanbul’un
  • Bomboş bir camiinde uyumak istiyorum.”

dörtlüğünde dile gelen duygu ve düşüncelerle benzeşmektedir. Annesini özleyen, ruhunda değişmeler yaşayan çocuk, sevgisini bu camide rastladığı bir kediye yöneltir. Gün geçtikçe kedisiyle duygusal bir bağ kuran hikâye kişisi, neticede bu masum hayvanı boğarak öldürür.

Umudun kandili
Nihayet

Hikâyenin dikkat çeken bir özelliği, çocuğun annesinin ruhunu kedisinde aramasıdır. Ziya Osman, yalnızlığını, annesizliğini, ruhundaki gel-gitleri bir çocuğun bakış açısıyla dile getirmiştir. Hikâyenin otobiyografik göndermeleri ve üzücü sonu düşünüldüğünde akla ister istemez bu hadisenin gerçekten yaşanıp yaşanmadığı sorusu gelmektedir. Bu noktada hikâyenin nihayette “kurmaca” bir metin olduğu ve şair sözünün elbette “yalan” olduğu gözlerden ırak tutulmamalıdır.

Kedi

Annem öldükten sonra sinirli, çok sinirli, son derece sinirli bir çocuk olmuştum.

O zamanki hâlimi bilmem size nasıl anlatacağım? Evet, dediğim gibi annem öldükten sonra müthiş sinirli bir çocuk olmuştum, annemin ölümünden sonra, daha bir ay geçmeden, beni leylî bir mektebe vermiştiler.

Bila-istisna herkesten kaçardım. Teneffüshanede çocukların bağrışmaları uzak bir akis hâlinde gelen koridorlarda, ellerim cebimde, sessiz sessiz, uzun uzun dolaşırdım. Bu gezintiler benim hergünki ihtiyacım olmuştu. Koridorun başından bir ayak sesi işitince hemen duvarın bir köşesine saklanır, orada, nefesimi tutarak, vücudumu küçülterek, ayak seslerinin kaybolmasını beklerdim.

  • İşte, herkesten kaçarak yaptığım bu gezintiler esnasında ilk defa olarak, içimde yeni bir benliğin, annemin sağlığındakine hiç benzemeyen yepyeni bir benliğin doğduğunu hissettim.

Değişiyordum! Zevklerim, tabiatim, her şeyim değişiyordu. O zaman korktum ve bu korkudan kurtulmak için yine ölümün kollarına atıldım: Bu sefer teneffüs saatlerinden maada , derslerden de kaçarak o hiç ışık görmeyen koridorlarda dolaştım.

Bir gün, yine böyle gezinti esnasında, şimdi bile tüylerimi ürperten o garip vak’a başıma geldi. Garip, çok garip bir vak’a… Size anlatacağım… Yine size anlatamamaktan korkuyorum. Düşünün! Bir el!... Karanlıkta hiçbir haberiniz yokken saçlarınızı serin bir rüzgâr temasıyla okşayan bir el düşünün!...

Bir el, bir insan eli, okşayışı, okşayışı annemin ellerini çok andıran bir eldi. Sahibini karanlıkta görmek istiyor, fakat göremiyordum. Göremiyordum çünkü o elin sahibi bendim: Kendi elim âdeta donarak vücudumdan ayrılmış ve başka bir el gibi, benim irademe ihtiyaç hissetmeden saçlarımı okşamıştı.

O zaman korktum, deli olmaktan korktum, bahçeye, arkadaşlarımın bitmek tükenmek bilmeyen çığlıklarla doldurduğu bahçeye koştum.

Yüzüm korkudan sapsarı kesilmiş, insanların arasına atıldım. Neden sonra aklım başıma geldiği zaman, kafamı yora yora bulmuştum. Bu garip vak’a, o hafta, ellerimin anneminkilere çok benzediğini öğrendiğimden olmuştu: O dakikanın bıraktığı hâlet-i ruhiyenin tesiri büyüye büyüye bu şekle girmişti.

Korkumdan artık koridorlarda gezemeyince bu sefer camiye gitmeye başladım. Mektebin küçük camisinin en küçük müdavimi ben olmuştum. Koridordaki karanlık ve korku yerine burada ışık ve insana geniş geniş nefes aldıran bir kuvvet vardı. Bilhassa fırtınalı veya yağmurlu günlerde camide namaz kılmak benim için en büyük zevklerden birisi olmuştu, dışarının çığlığına caminin derin bir sükûnla cevap vermesi çok hoşuma giderdi.

Yine müthiş fırtınalı bir geceydi. Yemeği yemiş, mütalaahaneye çıkmıştık, ağzımda tuhaf bir acılık, başımda sonsuz bir uğultu başlayınca gözlerimin önüne daima, sapsarı, iğrenç bir deniz gelir; dudaklarım, o denizin tuzlu lezzetini duyar, kulaklarım o denizin şikâyetini dinleye dinleye ağrımaya başlardı. İşte o zamanlar benim için yerimde durmak imkânsızdı. Yine mutlaka camiye gitmeliydim. Yavaş yavaş yerimden kalktım, mubassıra bir yalan uydurarak kapıdan çıkınca artık serbesttim. Doğru camiye koştum, kapısı açıktı, titreye titreye bir köşeye sığındım. Dışarıda ta uzakta bir fener yanıyor, ve o fenerin ışığıyla duvara akseden dallar, binlerce el gibi inip kalkıyordu. Başıma tırnaklarını batırıyorlar zannediyordum.

Caminin karanlık hâlini hiç görmemiştim, orada hep bol ışık içinde namaz kılardık.

Şimdi ne oluyordu? İnleyen bu sessizlik neydi? Fena hâlde korkuyordum. Sanki binlerce derviş burada bağdaş kurmuşlar, iki yana eğile eğile inliyorlardı. Ben, onları göremiyordum, ben yalnız onların sesini işitiyor ve korkuyordum, inleyen bu sessizlikten titreye titreye korkuyordum.

Karşımda mihrap gittikçe genişliyor, uzuyor, yeşil bir hıyâbân gibi uzuyor, ta göklere kadar uzuyordu. Bu nim-yeşil yola atılmak, gitmek, oradan ta göklere kadar gitmek istiyordum.

Caminin büyük saatinin rakkası , bir tabutta [cenaze] taşıyan insanların adımları gibi muntazam sesler çıkararak sallanıyor ve ben saatlerden beri bir türlü yaklaşamayan bu cenaze alayını bekliyordum.

Bir türlü yaklaşamayan bu ayak seslerine kalbimin çarpıntısı karışınca, bu sefer beklediğim insanların birdenbire içime girdiklerini zannediyordum. O zaman bir tüy gibi hafifleyen vücudum parmaklarımın üstünde âdeta uçarak gidiyordu. Sanki evim yeşil hıyâbânın içinde, beni, göremediğim eller, bilmediğim yerlere götürüyorlardı.

İşte, korkudan nasıl olup da ölmediğime şaştığım o gece ilk defa olarak “kedi”mle tanışmıştım. Daha doğrusu, korkudan orada beni bayılmamaktan o kurtarmıştı.

Siz kedimi bilmiyorsunuz değil mi?

Hâlbuki daha ilk satırda ondan bahsetmeliydim; fakat ben bir hikâyeci değilim ki, işte aklıma şimdi geldi. Kedim aklıma şimdi geldi. Ve şimdi size anlatmaya uğraşıyorum. Ve ben de söylediğim gibi korkudan ölmek derecesine geldiğim esnada o beni bulmuştu. Onu karanlıkta gelirken görmüştüm.

Aynı felaketin içinde yaşayan insanların birbiriyle nasıl kolayca anlaştıklarını bilirsiniz değil mi? İşte, ben de onu bir insanın hemcinsine duyabileceği en büyük muhabbetten daha çılgıncasına sevmiştim. Beni kimse sevmiyordu, onu da sevmiyordu, fakat o beni seviyor, ben de onu seviyordum. Bu neden bir delilik olsun, sevişiyorduk sadece! Her yerde her zaman sevişiyorduk: Geceleri o benim yatağıma geliyor, gündüzleri ben onun bulunduğu mutfak tarafına geçiyordum.

Neden bir delilik olsun, sadece sevişiyorduk! Beni gördüğü zaman gözlerime nasıl baktığını size bir anlatabilsem, onunla nasıl seviştiğimizi size bir anlatabilsem! Dante bile Beatrice’i benim kedimi sevdiğim kadar sevemezdi. Sevgilileriniz bile kedimin beni sevdiği kadar sizi sevmiyor, deli diye gülmeyiniz, bana inanın, inanın bana!...

Güzel değildi, sizin sevgilileriniz gibi beyaz bir teni, kırmızı dudakları yoktu. O, alelade, her yerde tesadüf edilen alelade bir kedi idi, fakat gözleri… Bırakın söyleyemeyeceğim, kedimden bana çok bahsettiriyorsunuz yine titremeye başladım. Geceleri yatağına nasıl mı gelirdi diyorsunuz? Bundan daha kolay ne vardır? Birbiriyle anlaşanlar için bundan daha kolay ne vardır?

Gece mütalaasından sonra uzun bir sıra ile yukarı çıkarken o da peşimize takılır, herkes yattıktan sonra gizlice yatağımın içine girerdi.

Bütün gün ona kavuşmak ümidiyle yaşardım. Hep ne zaman gece olacak diye beklerdim, gece olunca kedime koşardım. Yağmurlu geceleri yatakhanenin penceresine, üstünden simsiyah katran sızan bir perde gibi inerdi. Ve ben el ayak çekildikten sonra yatağıma girince onu sıcak bir temas hâlinde hissederdim. O zaman, “Kedim,” derdim, “kedim bak, dışarıda yağmur yağıyor, sen benim yatağımdasın, kar da yağacak, fırtına, bora, belki kıyamet de kopacak, yine sen benim yanımda olacaksın, çünkü seni seviyorum.” Ve, yorganın da altından, küçücük başını sıkar, sıkardım. Ve o susardı. O gözlerini gözlerime dikip uzun uzun bakarken ben, kendi gözlerimi bir kuyuda seyrediyorum zannederdim ve bir kuyu serinliği yüzüme çarpardı. İçimde sanki serin bir damar çatlar, içim, sanki serin, ferahlandırıcı bir “eter”le yıkanırdı.

Ve onun hırıltısını böyle saatlerce dinlerdim. Gözlerinin karanlığa çivilenmiş gibi hareketsiz yanan hârelerine dalarak onun hırıltısını saatlerce dinlerdim.

Gözleri uykusuzluktan kapanınca kalbime iki damla kezzap düşmüş gibi titrerdim, göz kapaklarının bir daha açılmayacağını zanneder, onları ellerimle kaldırmaya uğraşırdım.

Bazen kedimin kalbini merak ederdim. Yine gülmeyin, sevdiğim ve beni sevdiğinden emin olduğum bir kalbi merak etmek hakkım değil mi?

Fakat bir şüphe beynime saplanırdı: Acaba bir kedinin kalbi olabilir mi? Daima insan kalplerinin resmini görmeye alıştığımdan bir kedinin kalbi olabileceğine kendi kendimi ikna edemezdim.

Bazı annemin ruhunun bu kedide bulunmak ihtimali aklıma gelirdi, fakat bundan çabucak cayardım, hayır, kedime can veren benim ruhumdu. Hem madem ki onun gözlerine bakarken kendi gözlerimi bir kuyuda seyredermiş gibi olurdum. Yine mi gülüyorsunuz? Söylediğiniz gibi deliyim değil mi? Zararı yok, bir parça daha beni dinleyiniz, anlatmaktan yoruldum, anlatmaktan yine bugün sinirlerim gerildi, fakat bitireceğim, madem ki on iki senedir aklıma bile getirmek istemediğim bir hatırayı bana anlattırdınız, sonuna kadar bitireceğim.

Şiddetle sevilen bir şey insanı vahşi yapar derler. Ben de ona kıyamet kopsa da sen benim yanımda olacaksın derken, kendi ellerimle… Bir gün…

Evet dediğim gibi, bir gün kendi ellerimle bu gördüğünüz ellerimle kedimi boğdum! O kadar sevdiğim vücudu kendi ellerimle öldürdüm!...

Aradan geçen bu kadar seneye rağmen sesinin âhengini hiçbir genç kızda göremedim. Onunla beraber kendi benliğimdeki sevmek hassasını da koparmıştım, ve o günden beri hiç kimseyi sevemedim.

Merak mı ediyorsunuz? Nasıl öldürdüğümü mü merak ediyorsunuz? Hiç ayıplamam çünkü siz de insansınız ve insan olduğunuzdan kendi merakınızı tatmin için bana işlediğim cinayeti anlattıracaksınız. Fakat ben o azaba katlanacağım, mademki size hikâyemi anlatmaya azmettim.

Bir gündü, her günkü gibi bir gündü, ben de her günkü gibi onu mutfak tarafında görmeye gidiyordum. Keşke gitmeseydim, keşke görmeseydim fakat gittim ve gördüm, kendi gözlerimle gördüm, yanında bir erkek kedi vardı ve ben kedimi o erkek kediyle beraber gördüm. Kedimi yabancı bir kediyle beraber görünce yavaş yavaş yanlarına gittim, ilk önce ikisi de kaçmak istediler, fakat ben sakin tavrımı takınmıştım. O zaman sakindim galiba, fakat bütün damarlarım derimde kızgın birer kırbaç gibi şaklıyorlardı. İçim, bütün vücudumun içi yanıyordu, ama ben sakin görünüyordum, çünkü erkek kedi çoktan kaçmıştı, üstelik kedimi de kaçırmak istemiyordum.

Onu alıştıra alıştıra yanına yaklaştım, yavaşça ellerime aldım, yüzüme doğru yaklaştırdım. Korkmuştu, çırpınıyor, kaçmak istiyordu. Ben, gözlerinde şimdi en büyük ihanet azabını okuyordum. Bir elimle boynundan tutarken diğer elimle kafasını -tıpkı geceleri yatakta beraberken yaptığım gibi- okşayarak onu teskin ediyordum. Fakat diğer elim vücudunu boğazından bir mengene kuvvetiyle sıkıyordu. Onu seviyordum ve başını okşuyordum. Nihayet ikincisi galip geldi ve kedim boğuldu! Korkumdan ölüsünü uzaklara fırlattım… Susunuz… Vücudunun yere düşerken çıkardığı sedayı işitir gibi oluyorum.

Ziya Osman, “Kedi”, Servet-i Fünûn,

Nu. 1682 (208), 8 Teşrinisâni [Kasım] 1928, s.415, 418.