Yurdunuzu terk etmek zorunda kalsaydınız
Suriye kamplarında yaşam gündüzleri hareketli geçse de akşamlar hüzünlüdür, yokluk ve yalnızlık görünür hale gelir karanlıkta. Hasret, ayrılık, yeis sarar her yanı. Aynı çadırın içinde herkes başka dünyalardadır. Komşularıyla yaptığı ev gezmeleri geçer aklından annenin; aldığı yemek tarifleri, iyi kabarmayan kekleri. Baba eğer dağda savaşta değilse başı önünde ele muhtaç olmanın derdiyle baş etmeye çalışır. Akşam eve eli dolu geldiği günler geçer gözünün önünden. Kampta akşamlar daha bir hüzünlüdür.
Gözümün önünden gitmeyen bir fotoğraf karesi var, aklıma geldikçe bana cevabını bulamadığım sorular sorduran.
İsrail askerlerinin “10 dakika sonra mahalleniz bombalanacak, boşaltın!” anonsuyla bir elinde çocuğu bir elinde bohçasıyla kaçan bir kadın fotoğrafı bu. Ne koydu acaba o beş-on dakika içinde bohçasına?..
Ya da çölde çocuklarıyla düşe kalka ilerleyen Orta Afrikalı kadının omzundaki çıkın. Dünyanın bir yoksul ülkesinden diğerine göç ederken koymak için ne bulmuştur ki çıkınına?
Akdeniz’in karanlığında yeni bir gelecek hayal edenler, geçmişlerinden ne götürüyorlardır yanlarında?
İnsan bir daha döneceğini bilemediği evinden, yurdundan ayrılırken ne alır yanına? Siz olsanız ne alırdınız? Yiyecek mi? Giysi mi? Çocuklarınıza ilaç mı? Anı mı? Fotoğraf mı? Diploma mı? Para mı? Bir kuru çiçek mi? Kokusunu mu evinizin? Toprağını mı bahçenizin? Ne alırdınız?
“İnsanın vatanından edilmesi ölüm gibidir.” der Mourid Barghouti, Şairin Filistini’inde, “Kişi bunun hep başkalarının başına geleceğini sanır.”
- Tanıştığım mültecileri düşünüyorum tek tek, nereden başlayacağımı bilemiyorum; sayılar, istatistikler, kamplar, hikâyeler, gözyaşları... Yazmayı da bir nevi yerinden edilmişlik hâli olarak kabul edersek bu yazı darmadağın, düzensiz ve yersiz yurtsuz olacak sanırım.
Onlarla ilk kez Kırklareli Gaziosmanpaşa Kosova Mülteci Kampı’nda tanışmıştım, 1999’da. Henüz kırkına varmamış bir kadın olarak diğer arkadaşlarım gibi benim de ilk aklıma gelen fiziksel ihtiyaçlarıydı. Sanmıştık ki börek, çörek, kıyafet ve hijyenik malzemeler yeterliydi. O günden, hiçbir bakış ve dokunuş hatırlamıyorum maalesef.
2006 yılında ilk Afrika seyahatimden, Kongo Demokratik Cumhuriyeti’nden dönerken yanımda bir çocuk oturuyordu Nairobi’den Manchester’a giden uçakta. Mustafa’ydı ismi. Amerika’ya gidiyorlardı. “Orada daha önce giden akrabalarımız var, onların yanına gidiyoruz, bir daha dönmeyeceğiz. Çünkü Somali’de savaş var.” derken gözlerindeki ümit ve endişe, o zaman için çok şey ifade etmemişti benim için. Birkaç yıl sonra güzel Mogadişu’nun harap olmuş caddelerinde gezerken hatırladım onu. Diasporada yüz binlerce Somalili olduğunu öğrendim. 2009’daki kuraklık ve açlık sebebiyle göç eden yüz binlerin dışında, onlar, yıllar önce terk etmek zorunda kalmışlardı vatanlarını.
Öz vatanlarında hiç bitki yetiştirmemiş, bina inşa etmemiş, insanca hatalar işlememiş nesiller.
Böyle diyor bir Filistinli sürgün olan Bargouti. Mülteci kelimesinin en yakın arkadaşı Filistinliler. Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım Kuruluşu-UNRWA, Filistinli mülteciler için “1 Haziran 1946 ile 15 Mayıs 1948 yılları arasında normal yerleşim yerleri Filistin olan ve 1948’deki çatışmaların/işgalin sonucu olarak oradaki evlerini ve geçim kaynaklarını kaybeden kişiler” diye özel bir tanım bile yapmış.
2006 yılı Ramazan’ında Lübnan Bourj el Barajneh Filistin Mülteci Kampı’ndaki yaşlıların iftar sofralarına misafir olduk Yeryüzü Doktorları olarak. “Neredeydiniz” dediler bize sitemle ve nazla, “Biz yıllarca sizi bekledik.”
Zamanında çadır kamplar kurmak üzere onlara tahsis edilen alan artık gökyüzünü kapatan garip binalarla dolu. ‘Nasıl olsa gideceğiz/gidecekler’ ümidi midir yoldan akan kanalizasyonlar, başların üstünde sarkan elektrik telleri; yoksa ‘gelip bir daha gitmeyen misafirler’den bıkkınlığı mıdır Lübnanlıların?
- Gençler nasıl vakit geçirir, çocuklar nerede oynar, çiçekler neyle büyür, diye sorular hücum ediyor zihnime. Ellerini açarak koşamayacakları daracık sokaklarda çocuklar duvarları katmışlar oyunlarına. Güneş ışınlarının ulaşamadığı pencereleri plastik çiçekler süslüyor.
Kampta doğanlar ve kampta büyüyenler için hatırlayıp özleyecekleri başka bir hayat yok ama yaşlılar evindekilerin anlatacağı çok şey var. Duvardaki gerçek Filistin haritasına yüklemişler hayallerini, özlemlerini, anılarını… Bu dünyadan göçtüklerinde çocuklara vatanlarına dair hiçbir şey kalmayacak bu haritalardan başka. Belki Filistin’e dönme ümidi de yitip gidecek onlarla.
“En çok toprağı ve zeytini özlüyorum.” diyor hastanedeki Yusuf Ali Amca.
Türkiye Suriyelilerle tanıdı mülteci kamplarını
Suriye kamplarında yaşam gündüzleri hareketli geçse de akşamlar hüzünlüdür, yokluk ve yalnızlık görünür hale gelir karanlıkta. Hasret, ayrılık, yeis sarar her yanı. Aynı çadırın içinde herkes başka dünyalardadır. Komşularıyla yaptığı ev gezmeleri geçer aklından annenin; aldığı yemek tarifleri, iyi kabarmayan kekleri. Baba eğer dağda savaşta değilse başı önünde ele muhtaç olmanın derdiyle baş etmeye çalışır. Akşam eve eli dolu geldiği günler geçer gözünün önünden. Kampta akşamlar daha bir hüzünlüdür.
Ocak 2014’te sünnet operasyonu için gittiğimiz Osmaniye Kampı’nda tanıştığım Meral, UNICEF sorumlusu ablaya asistanlık yapıyordu. Düzgün Türkçesi sanki hep buradaymış kanaati uyandırıyordu ama henüz altı ay olmuştu geleli. “4 kardeşiz, biri şehit oldu.” diye anlatmaya başlıyor sıradan bir şeymiş gibi. On altı yaşında bir ağabey, hiç gelmemiş kampa, ne yaşarken ne de şehitken. “Esed tarafı aldı cenazeyi” diyor on üç yaşındaki ‘kocaman’ genç kız. En çok vatanını özlemiş ama biraz sonra gerçek dökülüyor ağzından: “Yatağımı.”
- Arkadaşı Meryem'in hasreti daha gerçek, daha çözümsüz. Lazkiye'de kalan yirmi yaşındaki ablası ve iki yeğeni. "Onlar da gelseydi ya". Meğerse bitmeyecek hasret başkaymış "Onun eşi Esed tarafında".
Söyleyecek söz arayıp hayır ve şerden bahsederken ben, onlar resim yapmak için gelen yeni grubun yaka kartlarını yazmaya koyuluyorlar, gerçek hayata.
Kilis’te nüfusun yarısı Suriyeli
Yeni bir hayata alışma çabalarının işaretlerini daha net görmek mümkün orada. Suriyeli çocukların gittikleri okulların öğretmenlerine pedagojik ve psikososyal destek vermek amacıyla hazırladığımız projenin görüşmelerinde şahit oluyoruz buna. Sınıflarda çocuklar ilahiler söylüyorlar, vatana dair şiirler okuyorlar; tahtada üçgenler, toplamalar çıkarmalar.
Her şey güzel giderken memleketten gelen bir şehadet haberi o gayretli öğretmeni yurdundan edilmiş bir garibe dönüştürüyor birden, tutunacak yer arıyor. 'Derste birden aklıma köyümün kokusu, rüzgârın esintisi geliyor.' diyor bir erkek öğretmen, 'Her şey karışıyor.'
Belki de yeni yere alışma çabasını sık sık engelleyen, Barghouti’nin dediği gibi, kişinin öz hafızasına yabancılaşma korkusu ve bundan dolayı sıkıca sarılmak istiyor ona. Kendini güncelin ve geçicinin üstünde bir yerde tutuyor çoğu zaman.
Çad mülteci kampında bir “muncu” doktor
Çad’da yokluğun ve yoksunluğun kol gezdiği Doyoba Mülteci Kampı’nda dolaşırken gördüğüm bir çadırın ipine asılmış işlemeli mor örtü tam da bunu anlatıyordu. O örtü orada işlenmiş olamazdı, Avrupa’dan gelen yardım çuvallarından çıkmış olması da imkânsızdı. Bir kadın onu evinden getirmişti demek ki çantasına koyup. Soramazdım onun için ne anlam ifade ettiğini, anlamazdım anlatsa da muhtemelen. Belki yoksul ülkesindeki, saklamaya değer en değerli eşyasıydı.
Uluslararası kuruluşların ülkedeki istikrarsızlıktan kaçan siviller dediği ancak Hıristiyan çeteler tarafından öldürülmekten kaçan Müslümanlar olduğunu bildiğimiz Orta Afrikalı mültecilerle Çad, Doyoba ve Maigama kamplarında tanıştım. Yerli doktor ve hemşirelerle sürdürdüğümüz sağlık hizmetine destek olmak, kurban kesmek ve selam vermek için oradaydık 2014 Kurban Bayramı’nda.
Yine kadın ve çocuk hikâyelerim var bu kampa dair. Erkeklerin çoğu memlekette savaştaydı ya da şehit edilmişti çünkü.
Bir kadın soğanı kavurdu güzelce sıvı yağda. Akşamın alacakaranlığında her çadırın önündeki ateşin dumanının kokusuna karıştı soğanın iştah kabartan kokusu. Bir yandan da dibekte kurumuş kurban etlerini dövüyordu. Dünyanın her yerindeki kadınlar gibi bir eli bir işte, diğeri başkasında. Kurumuş et tozunu da bir iki çevirdi yağda, sonra doğranmış kuru bamyaları ekledi. On yedi bin kişilik kampın iki kuyusundan birinden taşıdığı sudan koydu biraz, kaynamaya bıraktı. Bir günün daha sonunda çocuklarının önüne bir kap yemek koyabilmenin mutluluğu sardı bu muhteşem annenin hüzünlü yüzünü.
Çocuklar için ise bütün gün boyu oynanan oyunların, taşınan su bidonlarının ve çalı çırpının, pencerelerden izlenen muncu/beyaz doktorların ardından dünyanın en lezzetli yemeğiydi annelerinin pişirdiği. Anneleri onların ihtiyaçlarını karşılamaya nasıl çabaladıysa onlar da buldukları konserve kutuları, şişeler, sopalar ve çerçöpten yaptıkları oyuncaklarla kendi ihtiyaçları için uğraşmışlardı bütün gün. Çünkü oyun, mülteci kampındaki çocuk için yaşadığı travmaların tamirinde çok önemli bir yer tutar, der uzmanlar.
Sürgün, kişinin alışageldiği mekânı ve statüsü kayıptır. Meşhur, isimsizleşir; cömert, kuruşu hesaplar hale gelir; şen, sessizlik içinde bakınır durur.
Yine Bargouti’den... Önceleri yerinden edilmiş olmanın kesinliğini yaşarken mülteciler sonraları geri dönmenin belirsizliğini kuşanırlar. Geride kalan hayat, bırakıp giderken yanlarına aldıkları şeylerde kalır sadece çoğu zaman; her neyse o: bir harita, ılık bir rüzgar esintisi, bir oyuncak, işlemeli bir örtü ...
Darmadağın, düzensiz ve yersiz yurtsuz bir yazı olacağını söylemiştim.