Yaşlı zatlarla o gün hissettiğimi bugün artık hissedemiyorum
Bursa Eşrefîlerine mensup bir zat Mehmed Safiyüddin Erhan Efendi. Bursa’nın manevi ikliminde tarihî ahşap bir külliyede yaşıyor. Bu külliyenin hiç bitmeyen tamirlerinde çalışanların yanına çocuksu bir merakla sokulup zengin mimarimizin engin dünyasına gark olduğunu söylüyor. Kendisini dedelerinden miras 220 senelik Numaniye Dergâhı’nda ziyaret ettik. Çocukluk hayallerini, aile büyükleri ve muhitinin seçkin şahsiyetleriyle hatıralarını, miraciyeyi, köfteli çorbayı, eski vakıf ve tasavvuf kültürüne ait eserler üzerine çalışmalarını konuştuk.
Efendim, şöyle bir ifadeniz var, “Herkesin kundağının açıldığı, dürüldüğü ve ebediyete uğurlandığı bir odada doğdum.” Büyüklerinizle aynı odada doğmuş olmak çocukluğunuza nasıl yansıdı?
Çocuklukta bunları bilemezsiniz, zaman geçtikçe farkına varıyor insan. Bizim çocukluğumuzun en önemli farkı bir mahalle ortamı olmasıydı. Mahallenin çocukları da bu bahçeye gelirdi, bahçemiz müsaitti. Kendi ebeveynleri de izin veriyordu bizim bahçede olmalarına, derlerdi ki: “Bizim çocuk tekkenin bahçesinde oynuyorsa iyidir.”
Bu oda çocukluğunuzda da böyle miydi?
Bu kadar levha yoktu. Herkes bir şey getirdi. Bana kalanlar, bir yerden bulduklarım... Onu koy, bunu koy derken bu hâli aldı. Hepsi kıymetli değil. Tarihî bir levha var: Karabaşî Dergâhı Şeyhi Süleyman Vehbi Efendi’nin. Üç tane Necmettin Okyay Hocaefendi’nin, bir tane de Bekir Pekten Bey’in var. Birkaç tane daha hattatı belli olmayan eski levha var. Onların da gelişi çok ilginçtir; bir sabah kapıyı açtım, kapıya bunları bırakıp gitmişler. Sonra anladım ki camiyi boşaltıyorlarmış. Onlar getirip bırakmışlar. Temizlikten anladıkları maalesef ki eski ne varsa atmak.
Yelkenlilere özel bir merakınız mı var?
Evet, Mudanya buraya 30 km, denizi görüyorsunuz. Merhum Mülkiye Müfettişi ve Eski Vali Muavini Agâh Bey manevi pederim olur, Mudanya’da ev kiralarlardı.
- Yazın oraya gidince denizi, gemileri, kayıkları görürdüm. Babaannemizin Lala Şahin Paşa tarafından yeğeni Raşit Mete, Denizaltı Komodoru Yapı Daire İşleri Başkanı’ydı. Denize ve denizaltı tarihine ait güzel kitapları vardı. O kitapları okumaya başladım. Mudanya’daki balıkçıların yanına yardıma gider, kürek çekerdim.
Balıklara el sürmezdim, sinek dâhil bir şey avlamam. Balıkçılar sürekli denizin içindeler ve denizi daha iyi biliyorlar. Yelken yaptık onlarla beraber, yelkene çıktık. Yelkeni sevdiğim için onlara bakarak ben de öğrendim. Bana küçük bir kayık aldıklarında on yaşındaydım galiba, yani 1964 senesinden beri denizde kaldım. Yelken açıp buradan Ege, Akdeniz…
Yalnız mıydınız?
İsteyenler geldi. Yelkenler alakamı çektiği için bunları da İstanbul’da sergide bulunca aldım.
Tabii ilk mektepten beri maket yapıyorum. Benim yaptıklarım içeride. Bunlar sergilerden aldıklarım, Uzakdoğu’da yaptırıyorlarmış galiba. Beyaz olan Almanların mektep talim gemisi. Öndeki Fransız kalyonu. Diğeri daha eski üç ambarlı kalyon. Siyah olan İngiliz yelkenlisi. Arkadaki büyük yat da Amerikan yelkenlisi. Öndeki de meşhur ilk devir gemilerinden. Daha çok var ama kutularından açıp koyamadık. Hepsi kutularda duruyor. Yer yok ki! Karşı tarafı bitirebilsek ondan sonra daha iyi ifade edeceğiz her şeyi. Bu bina aşağı yukarı iki yüz yirmi senelik ama biz hâlâ yerleşemedik. Bir şey lazım olsa arada bul.
Çocukluk hayalinizin hat sanatıyla ilgilenmek olduğunu söylüyorsunuz. Sonrasında sizi mimariye yönlendiren ne oldu?
Mecburdum. Geçenlerde hattatların levhalarını indirdik baktık, dünya kadar malzeme var. Eşrefî hattatlarda ayrıca önemli, Bursa için bir ekol olmuşlar.
O kadar malzeme varken benim hat sanatıyla ilgilenmemem garip olurdu. İstedim ama bina harap, çatı çöküyor. Mecburen çıkıyorsunuz çatıyla meşgul oluyorsunuz. Tabii daha iyi yapan biri olsa ona havale eder, girer içeride hat ile meşgul olurdum. Ama yok ki! En son şu gördüğünüz eski bir kalıptan doldurduğum yazıyı yazdım, kendi istifim değil. Mevzu o tarafa kayınca orada da kaldık. Sonra müzelerle irtibata geçtik. Depolara girdik çıktık. Oradaki eşyaların tamiriyle ilgilendik.
Kurtarma çabalarınız sayesinde bu kıymetli eserleri şükür ki bizler de görüyoruz. Çalışmalarınızı bu alana yönlendirirken örnek aldığınız bir aile büyüğünüz var mıydı?
En büyük amillerden biri de merhum amcamdır. Merhum pederimizin dört kardeşi vardı: En büyükleri Leman Halam, sonra amcam Ziya Bey, sonra İffet Halam, en son Merhum Peder Abdülkadir Muhyiddin Efendi.
Vaktiyle bir Selahattin Erkel Bey vardı; bu zat, amcamı İstanbul’daki Başbakanlık Arşiv Umum Müdürlüğüne -günümüzde Osmanlı Arşivi olarak biliniyor- almış. Amcam orada çalışırken biz de gider, orada kalırdık. Arşivi gezerken çok etkilendiğimi hatırlıyorum.
Avrupa devletleriyle yapılmış eski muharebelerden sonraki ahitnamelerden tutun da daha neler, neler vardı. O daire içerisinde insan ister istemez o tarihe de bulanıyor. Amcamın da zevki vardı. Devlet memuru olduğu hâlde her gün daireye gidip geliyor, bir yandan da Çengelköy’de Kaymak Mustafa Paşa Camii’nde imamet yapıyor ve onun ihyasıyla meşgul. Kendisinden hep bunları duyup dinliyordum. 1940’larda böyle İstanbul’da camiler için dernek kur, para topla falan yok. Bugün sudan ucuz ama o gün nereden bulup da yapacaksınız. Ben oraya gittiğimi hatırlarım; kandillerde, bayramlarda sıhhati müsaitken hutbeyi de kendisi okurdu. Amcamın İstanbul’daki bu çırpıntıları, buranın bakımını yapması, cami tamiri için dernek kurmaları, o derneğin zamanla başka yere kayması ve amcamın yalnız kalması, kendi gayreti ve bir memur maaşıyla, güçlüklerle buralara bakması beni çok etkiledi.
Efendim, kendi çocukluğunuzu anlatırken devlethanenize gelen kıymetli şahsiyetlerin size iltifatta bulunduğunu, bu iltifatla aslında bir ilim de telkin ettiklerini söylüyorsunuz. Yeni nesil bu ilişkiden mahrum. Peki bu ilim telkin eden iltifat, bir çocuk için nasıl bir anlam ifade eder?
Ufaklık diyorlar şimdi çocuklara, onlar da ufak kalıyor hâliyle. Biz büyürken hiç duymadık böyle ifadeler.
Bize paşam, evladım, sultanım diye sesleniyorlardı yaşlı başlı insanlar. Niye böyle yaptıklarını sonradan anladım. Öyle olmamız lazım geldiğini telkin ediyorlarmış. Hepsi bu! Bekleyişleri demek o yöndeydi. Ben onların bütün bekleyişlerine cevap verememiş olsam da hâlâ onları anlamaya çalışıyorum. Amcam buraya kandil geceleri İstanbul’dan bir heyetle gelirdi. Eskiden her salı akşamı yapılan ayin sadece geriye kalan beş kandile kalmıştı. Biz burada annem ve halamla yaşıyorduk, onlar yalnız başlarına ne yapabilirler ki? Dolayısıyla ben her sene Miraç Kandili’ni iple çekerdim. Gelsinler de bir şeyler göreyim diye. Kandil geceleri onlar geldiği için başka misafirler de gelir, bana da oyun arkadaşı çıkardı. Biz salonda oynardık ama ben bu kapı aralığından odaya bakardım ne yapıyorlar diye. Bu oda sanki böyle kalkıp kopuyor gibi gelirdi. Bir de yukarıda bir oda vardı, o da hopluyordu âdeta. Selahattin Bey öyle bir zattı ki yetmiyordu burada yaptıkları icra, İstanbul’dan buraya gelirlerken otobüsün içinde de okurlarmış. Zaten sadece okurlardı. Ne bir konuşma ne bir siyaset, başka hiçbir şey yoktu. Oturur okur, kalkar okur, gider okur. Ehlullah nutku, bütün dünyaları böyleydi. Ruhları şad olsun. Yerleri büyüktür.
Miraciye gecelerinden hatırınızda başka neler kaldı?
Miraciye’de süt dağıtılır tepsilerle, biz çocuklar onları dağıtırdık. Derken azalmaya başladılar; göçenler artıyor, artıyor... Baktım bazı şeyler kayboluyor, tespit edemiyoruz. 1973’te teybe almaya başladım kayıt olarak. Sonra İstanbul’a götürdüm o bantları, orada elinde tespiti olan kişileri bulup onlardan nakiller yaptım.
İlk zamanlar bu heyecan çok başka oluyor. Sonra vasfı değişiyor. O ilk başlangıç var ya o hiçbir şeye benzemiyor. O kayıtları ilerleyen kandillerde yukarıda biraz mevlid okuyup aşağıya indiğimizde açardım, dinlesin herkes diye.
Ben zevk alıyorum ya, zannediyorum ki herkes aynı zevki alacak. Tattığınız bir şeyden tattırın hükmü var ya, o hüküm mucibince koyardım, baktım ki sıkılıyorlar, ben de yıllar içinde bir daha o kayıtlara dönmedim.
Geçen yıl Miraciye filmi için götürdük, 73 senesinde yapılan kayıtları naklettik. Netice itibariyle bu meclisler, bu şahsiyetler, üzerimizde bir tesir bırakmış olacak ki bu sesler, bu nağmelerle devam ettik. Daha sonra Mevlevi ayinlerini zapt etmeye başladım. Bir musiki bilgim yok ama zevk alıyorum, dinliyorum, kulağımda o nağmeler…
Miraciye gibi sükût etmeyen bir de köfteli çorba hadisesi var. Ondan da bahsedebilir misiniz?
O da kapı aralığından bakıp ya da içeriye girip ne yapıyor acaba yaşlı şahsiyetler diye meraklandığım, şahit olduğum bir şeydir. Köfteli çorba hadisesi eskiden devlet merasimi olarak yapılırmış. Bunu 26 öncesi basılmış gazetelerden bulduk, okuduk.
Yunan işgalinde bile yapılmış bu merasimler. Sabah namazında burada, Numaniye Dergâhı’nda toplanıyorlarmış. Namaza müteakip usul, erkân, evrad, ezkâr, köfteli çorba burada cümbüşleniyormuş. Sancaklar açılıyor, buradan bir alay hâlinde Abdal Mehmet Hazretleri’ni ziyaret ediyorlar. Orada bir merasim yapılıyor ve İncirli Dergâhı’na gidiliyor. Orası buradan da eski bir dergâh. Dolayısıyla daha kalabalık bir heyet bekliyor ve bir usul de orada yapılıyor. Sonra Hazreti Emir’e geçiyorlar Bursa’daki bütün turûk-i aliyye orada toplanmış. Hep beraber bir usul de orada yapılıyor. Böyle güzel manevi bir buluşma oluyor. Neticede yıllar sonrasında bu merasimler burada, bu odanın içinde devam etmiş oldu. O merasimlerden zevk alan yaşlı şahsiyetler dergâhlar sırlandıktan sonra da buraya gelirlerdi, bayram günlerinin ikinci sabahı. Bizim de dikkatimizi çekiyordu. O manevi atmosferin içinde olmayı seviyorduk. Onu burada yaşatmış oldular. 73 senesiydi henüz daha askerî vazifeye de gitmemiştim. Üftade Hazretleri’nin son şeyhi Muhtar Efendi’nin üç mahdumundan Dai Bey gelir giderdi. O zamanlar Üftade Hazretleri’nin türbesi tamir oluyordu, o tamire bizi de alıp götürdüler. Benim bu dergâhın dışına iş için sayılı çıkışlarımın ilkidir bu.
Neler yaptınız dergâhın dışına iş için bu ilk çıkışınızda?
Türbe tamir olmuş ama içerisi derlenip toparlanacaktı. Nasıl yapılacağını bilen yoktu. Eski türbe resimleri buldum, orada bazı yazılar gördüm.
- Levhaları buraya getirip şunu yazayım derken kendimce yazmaya başladım. Bu kapı üzerindeki büyük yazıyla, Mısrî Dergâhı’nın Şeyhi Şemsettin Efendi’nin “Mürşid-i ray-i hakikat Hazreti Üftade’dir” diye başlayan nutkuyla başladık.
O gün o levhayı takarken Hezarfen İsmail Sönmez Efendi oradan geçiyordu. Ondan sonra İsmail Efendi ile irtibatımız başladı. Kendisi hakikaten hezarfen. Eski vakıf eserlerinin tamiriyle çok ilgilenmiş, müteahhitlikler yapmış, oralarda çalışmış, çalışanları çalıştırmış. Çok ayrı hususi dünyası olan bir şahsiyet. Çalışma fasılları durmuştu ama ben anlattıklarından çok istifade ettim.
Kendisinden neler öğrendiniz?
İlk tanıştığımız günlerde bir odada oturuyoruz. Fırınlı maşinga dedikleri bir soba var, bir de elips formda bir mangal. Soba modern, mangal ampir dediler. Ben ampir kelimesini ilk o zaman işittim. Sonra öğrendim ki Napolyon’un Fransa’da imparatorluk dönemi sanatına “empire” diyorlarmış. Biz ona Türkçede “ampir” demişiz. İslami Türk Ampiri meydana gelmiş.
Eyüp Sultan Hazretleri Camii bizim bu dergâhla yaşıt. Planı Türk tipidir ama evsafı Avrupalı, o sanatın zevkleriyle mezcedilmiştir. Tamamen teslim olunmuş değil. Tanzimat’tan sonra tamamen teslim olmuşlar. Netice itibariyle İsmail Efendi’den böyle bilgiler edinince mimari ve mimari zevklerle birlikte o alanda yapılmış bütün çalışmalar bize başka türlü şeyler söylemeye başladı. Bu sefer binaları okumaya başladık. Herkes bir binaya bakar; beş tane penceresi, iki kapısı var, bu değil binayı okumak. Farz edin bir filmi sinemada yarıda yakaladınız. Filmdeki binalara bakarak hangi memlekette çekildiğini, binaların hangi yıldan olduğunu anlıyorsunuz. Yeni bir alfabe öğreniyorsunuz, eğer mimarinin farklarını yakalayabildiyseniz, inceliklerinden haberdar oluyorsunuz. Bugün bizim mimariden zevk almamamız onu tanımamakla alakalı. Zevk almayınca sahip de çıkılmıyor. Bir yerde, sanattan zevk almıyorsanız sanat o memleketten hicret eder, diyor.
Merhum amcanızın getirdiği manevi zevkler, İsmail Bey’den öğrendiğiniz mimari faaliyetler ve devlethaneniz sizi hep bu işin içinde tutmuş.
Degâhlar durunca geriye ne kalmış? Eski vesikalar, levhalar, kitaplar... Bir şeyin manasını zapt edip onu tümüyle kucaklamak güçtür. Ama eşyaya sahip çıkmak daha kolay. O tarihlerde bunlarla gençlerin ilgilenmesine tuhaf bakılırdı. Biz tabelayı sanat tarihine çevirdik. Sanat tarihiyle meşgulüz dedik. Çünkü bir yabancıya bir manadan bahsedemezsiniz. Mesela yabancı biri Hz. Mevlana’yı bir saat gezip gidecek. O külliyeye bir hava sinmiş, onların bazılarından kendince bir mana çıkarıyor. Elle tutulan, gözle görünen bir şey sunduğunuz zaman bir insana, onun haz alması daha kolay oluyor. Durup dururken tasavvuf diye girseniz, inancı zayıf birini ikna edemezsiniz.
- Öncelikle sanatla o inceliğe, o maneviyata çekmeye başlıyorsunuz. Mekân kültürüyle, dizaynıyla, o yaşanmış hayatın bakiyeleriyle başlıyorsunuz işe. Biraz da bu nedenle bizim emek sahamız bu tarafa kaydı. Buranın tamirine inandığımız gibi, benzeri yerlerin tamirine de inandık. Bursa’da Şabanî Dergâhı’nın mahdumu tek başına kalırdı. Gider yanına damını aktarırdık. Üftade Hazretleri’nin tamiriyle meşgul oldum. Maalesef Emir Sultan Hazretleri Dairesi’ni kurtaramadım. Evlatları oradan çıktığında belediye de boş kalan binaları yıkmaya çok meraklı olduğundan, eski eser olduğu hâlde 1979’da yıkıldı.
O enkazın bir kısmıyla Karabaşî Dergâhı’nı tamir ettik. Oradan çıkanları da Üftade Hazretleri’nde kullandık. Hep çatı kurtarma tamirleri yaptım. Çatı sağlamsa ahşap binaya bir şey olmaz. Vaktimiz, ömrümüz çürük çarık binaların çatılarında geçti. İstanbul’da Kadirhane, Nişanca Tepesi’nde Abdulehad Nuri Hazretleri, Şemsettin Sivasi Hazretleri’nin ailesinden bir türbe, Sertarikzade Dergâhı’nın kitabesinin tamiri... Bu mekân bize bir şey söylediği için bu mekânları ne kadar çok yaşatırsam, orada da bunlardan zevk alacak canlar çıkar diye düşündüm. Fakat büyük devlet ki merhum amcam İstanbul’da Şeyh Gavsî Efendi, Aşkî Bey’in pederi olan zat, her ne kadar dergâhlar sırlansa da bu zevki yaşamaktan vazgeçmemişler. Tabii mühim bir gayret, herkes takipte o zamanlar. Latife ederek şöyle anlatırdı: “Bir Kadirî Dede vardı. Kadirhane’de sema ederdi. Devran sırasında bazen yakalayıp götürürlerdi. O zaman karakol olarak şimdiki Galata Mevlevihanesi’ndeki, Galip Dede Dergâhı’ndaki kütüphaneyi kullanırlardı. Ya hu bizi dergâhta bastılar, götürdüler öbür dergâhın kütüphanesine koydular.”
Bu gibi müesseselerdeki kültürün kaybolmasının en büyük sebebi nedir?
70’lerde vakıf eserlerini korumak üzerine Avrupa Birliği’ne girmek için bir kanun çıkarıldı. O güne kadar öyle bir şey yok, devlet mekanizması bunu dış güçlerden gelen bir talimatla yürürlüğe koydu. Hâlbuki kendi kültürü ve mirasıyla ilgili kaygıyı öncelikle idari mekanizma duymalı. Hatta tam 58 yılında bir karar alıp dergâhın selamlığını yıkıma başlamışlardı.
O zaman haber verdik, İstanbul’dan gelip yıkımı durdurdular. Binanın sökülmüş parçalarını tekrar yerleştirdiler. O olay, ayakta kalmasını sağladı binanın. Yoksa şimdi boş bir bahçeydi. Geçen gün bir zat geldi, senelerce burada namaz kıldırdığı hâlde “Siz hâlâ orada mı oturuyorsunuz?” demez mi. Bunu söyleyen kimseye ben ne diyeyim ya Rabbim! Binaların içinde oturulmadığı zaman ne olduğunu biliyorsunuz. Bu gibi müesseselerde kültürün kaybolmasının en büyük sebebi terk edilmiş olmaları. Boşaltıldığı zaman, arayan, soran, sahip çıkan yoksa eşyalar ya çöpe gidiyor ya da mezata. Veya uyanık biri gelip topluyor, o da bir arada saklasa neyse ama arşivi dağıtıyor. Mesela Mısri Niyazi Hazretleri’nde öyle oldu, çok yanarım. Vefatının son dönemine kadar birlikte olduk ama ben teklif edemem ki alın verin diye, onları rahatsız edemem.
Böyle mekânları neden terk etmek istemişler?
Eskiden insanlar çok kanaatkâr imiş. Büyüklerinden gördükleri hayatı değiştirmiyorlarmış. Dergâhlardaki insanların tabiatına dair en büyük lafza budur. Bir kimse eğer daha, daha diyorsa o dahanın sonu yoktur. Veya bir başkasındaki değişikliğe özeniyorsa, o değişikliği kendi içinde başlatmak istiyorsa bulunduğu zaman ve zemini beğenmiyordur. Şeyh efendi gayret etse bile çocukları, çocuklarının evlendiği hanımlar, aynı hayatlara devam etmek istemediler. Eğer isteyip orada kalmaya devam etseydiler bugün bizim mahalli, millî ve dinî, tasavvufi kültürümüzle alakalı daha çok şey birikecekti.
Dergâhlar sırlandığı zaman büyüklerimiz burada oturmaya devam etmeseydiler, burayı terk edip gitseydiler biz de bugün bu konuşmayı belki bir apartman dairesinde yapacaktık. Apartman dairesinde yapmakla, alakalı yerin kendi içinde yapmak aynı şey olur mu?
İşte bu çok mühimdir. Eğer o hayatı hazmetmişse insanlar, orada yaşayanlar hem hislerinde, hem bedenlerinde, hem mekânlarında devam ettirmeleri sayesinde günümüze üç beş şey kalabilmiş. Düşünün; Kadirhane’yi boşaltsaydılar İstanbul’da, Karagümrük’te Fahrettin Efendi olmasaydı bugüne hiçbir şey kalmazdı. Bu tarafı çok mühimdir. Büyüklerin yaptığı fedakârlık, doğru tercih, büyüklerinden kalan eşyaları değiştirmemek, hep aynı şeyi kullanmak, bir kat kışlık, bir kat yazlıkla vakti değerlendirmek, sürekli şuyum olsun, buyum olsun diye fazlasını istememek, bu değerlerle yekvücut olmalarını sağlamış. Biz de bunu böyle gördük. Onun için hâlâ özenip de dışarıdan kendime bir şey almam. Büyüklerimden kalan şeyleri kullanırım. Şimdi kimse babası öldüğü zaman elbisesini giymiyor. Şu üzerimdeki dayımın ceketi. Ne var, giyiyorum işte, ne eksilir ki? Şimdi gidip kendime terzide ceket mi yaptıracağım, hiç aklıma bile gelmez! Binayı giydiriyorum ben. Kanaat en büyük hazinedir. İnsanlarımızda kanaat yok. Benim bir şey değişecek diye aklım çıkıyor. Hatta eşyaların bile yerini değiştirmek istemiyorum gözümdeki ölçü bozulmasın diye.
Babaannenizin tarafından hesapladığımızda aileniz neredeyse dört yüz senedir Bursalı. Lala Şahin Paşa sizin büyükbabanız esasında. Ve çok büyük vakıflar yapmış. Bu vakıf kültüründe bahseder misiniz?
Vakıfların genel idaresini Vakıflar Genel Müdürlüğü zapt etmiş, bize vermiyor tabii, o vermiyor diye ben onlarla alakadar olmayacak değilim. Onların kurduğu vakıflarla meşgul oldum. O vakfiyeler, vakfiyelerdeki eşyalar... Büyük bir medeniyet, nasıl alakasız kalabileceksiniz ki, büyük bir miras. Sadece benim şahsıma ait bir miras da değil, bu millete ait bir miras! Biz tabii içerisinde şahsen de varız. Şehri şehir yapan, oraya mahsus kendi halkının olmasıdır. İnşallah Fulya İbanoğlu ile bu hususlarda bir nehir söyleşi yapacağız. Tabii benim önceliğim selamlığı düzenleyip buradaki eşyaları sergilemek. Bizim müzeciliğimiz pek fena bir durumda olduğu için adını müze koymak istemiyorum. Bursa’da kalmış hatıraların son kafesi olsun.
Turuk-ı aliyye libasları üzerine de özel çalışmalarınız var. Özellik de tac-ı şerifler. Bu alanda icazetinizi kimden aldınız?
Tac-ı şerifler bir tarikin mensubiyeti, hilafetinin nereden olduğu, nereden intikal ettiği, nasıl olduğuna dair büyük malumatlar veren en büyük alametlerden biridir. 73 senesinde Dai Bey’in bizi götürüp Üftade Hazretleri’nin türbesiyle meşgul olduğumuz günlerde başladım. Tekkeler sırlandığı zaman içeride ne kadar eşya varsa toplanmış. Böyle olunca bunlar depolarda harap turap olmuş. Sandukalar boş, bu tac-ı şerifler ne olacak diye düşünüyoruz, soruyoruz, ediyoruz. Bursa’da hiç anlayan bilen yok bu işleri. Hiç unutmam o gün pazardı, dernek toplantısı vardı. Üftade Hazretleri Camii’nin köşesinde dernek odasındaydık. Sonra baktık bir araba durdu türbenin önünde. Açtılar arka kapağı içinden tac-ı şerif çıkartıyorlar. Safer Efendi, Zülfü Elver, Kemal Efendi bir de Mustafa Efendi gelmişler topluca, Üftade Hazretleri Türbesi’nin tac-ı şeriflerini getirmişler. Başladırlar yerlerini vaaz etmeye. Bazısını Safer Efendi sarıyor, ben de şöyle kenardan bakıyorum. Bir tane de boş terk getirmişler, “Al bunu da sen yaparsın!” diye elime verdiler orada. O gün birlikteydik. İnegöl’de Kasım Efendi Hazretleri var Halvetiye’den, oraya da tac-ı şerif getirmişler, gittik koyduk. O günden sonra kendilerini bırakmadım, hep birlikte olduk. İstanbul’a dergâha gelip gitmek, oradaki evlerinde banda nakil yapmak falan derken de tac-ı şerif sarma mevzuum başlamış oldu. Sonra devam ettik. Kendileri de Fahrettin Efendi’den görmüşler. Bizim de bu sahada iznimiz, icazetimiz oraya gidiyor. Sonra tac-ı şerif sarıyoruz diye nerede bir şey varsa onu havale ettiler. Fatih Sultan Mehmet Han’ın büyük sarığını yaptık. Geçen de orayı tamire almışlar, onu mahvetmişler, yok ortada. Burada günlerce uğraştık, yaparken ve takarken videosunu çekmiştik. Şimdi yapmışlar bir şey ama eskisi gibi olmamış. Eyüp Sultan Hazretleri’ninkini de sardık. Onu da tadilatta değiştirmişler. İstiyorlar, yapıyoruz, arkadan birileri kurcalıyor. O da ayrı bir mesele. Her şey eriyor, eriyor, eriyor, artık geriye nesi kalıyor bilmem. Şimdi de yapıyorlar, Allah razı olsun ama ben o yaşlı zatlarla, o gün hissettiğimi bugün artık hissedemiyorum. Herhâlde ben bittim de ondan. Her şey gene güzeldir tabii. Hissedememenin eksik ve noksanlığı da bende kalsın.