Yansızlık veya öteki yarı
Herkes kendisinde iz bırakan hatıraları anlatmak ister; hepimizin hayatı roman, kimimiz henüz keşfetmemiş de olsak… Her birimizin benliğinde, tarihinin öğrettiği, bazen de sadece bir his şeklinde vücut bulmaya çalışan binlerce dile gelmemiş hikâye çağıldamakta. Hikâyemiz, dinlenmeye değerliği oranda yeryüzündeki varlığımıza bir gerçeklik kazandırdığı gibi her anlatma denemesinde yeni bir eksiği çıkarır önümüze. Dinlerken, okurken veya izlerken, konu veya sahne çoğu kez kendi hikâyelerimizi hatırlattığı için de kapılıp gideriz. Hikâye anlatıcısı sahneden kaybolmamalı, kaybolmaz da… Fakat hep biçim değiştirir. Biçim değiştirirken de gözden kaybolur bazen veya üslubu konusunda kararsız kılan bir boşluğa takılır.
Anlatma yollarında bir eksiklik olduğunu yeniden fark eden yazarlardan biridir Italo Calvino. Sözün öznelliği bastıran bir gevezeliğe veya medya diline mahkum olmaması için hikâye anlatıcısını geri çağırmanın yollarını arar.
Şehrazat’ın mahareti, söze nerede virgül koyacağını bilmekten ileri geliyordu en çok. Ustalıklı bir şekilde, en uygun noktada ara verilen hikâye, sadece merak ettirmez, eğitir de.
“Eksiksiz tek metin Kur’an’dır,” diye geçer Calvino’nun başyapıtı diyebileceğimiz Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu’da… Eksik veya yarım kalan veya öteki yarı, yazarın metinlerinde sıklıkla karşımıza çıkar. Öteki yarı/m bazen siyasal ve sosyal planda hasımlığın devinimine bağlı imkânları getirir akla bu metinlerde, bazen de “karşıtlık gereksinmesi”nin çürüme hâlini.
Eagleton’a göre postmodernizm, din sonrasının kültürüydü. Bunu gösteren ise derinliksiz, trajik karşıtı, esrar karşıtı, temel yoksunu, evrensellik karşıtı, doğrusal olmayan, mutlaklar konusunda şüpheci ve içrekliğe gönülsüz olma özellikleridir. Öyle ya din, evrensel bir insanlık varsayar. “Her şey olur,” modernizmle gelen buhranlar karşısında yeni bir başlangıca doğru yaşanan kargaşanın şiarıdır.
“Kendi kanaatine karşı oyunbaz bir yansızlık -kültür insanı olmanın emaresi olarak görülen hâl-” de bir siyasettir. Kültürlü insan Jakoben olabilir ama kültür siyasetin tiz sesini dengelilik çağrısıyla yumuşatır; zihni taraflı veya sekter her şeye karşı sükunetle korur”; Arnold’un bu düşüncesi, Eagleton’a göre, klasik bir Oxford tavrıdır. (237-38) Calvino’nun eksikliğe yüklediği anlam ise bu yerleşik tavırla yetinemezliğin arayışını gösterir. Komünizm tecrübesinin içinden gelen yazar, yeni bir başlangıç için filozofun bir başına yapamadığı ölçüde tarihsel zeminlerle bağ kurmanın yolunu arar. Gizem değil, ironi, dil oyunları değil bakış açılarını sarsan geçişler. Yeteri kadar anladınız mı, yeterince anlattınız mı, kimler kulak kesiliyor sözünüze? Katedralvari metinlerin, teatral tek yanlılığın gösterdiği açıda sürgüne gönderilen hikâye anlatıcısı geri gelmeliydi.
Calvino, 2023’ün Kasımında 100 yaşını tamamladı. Bu yazıyı o günlerde yazmaya başlamıştım, sonra işte, Gazze katliamları başladı. Seçme Mektuplar’da, “Filistinlilerin dramı biz Avrupalılarda özel bir yankı uyandırıyor” diyor Calvino: “Çünkü size şimdi zulmedenler, Nazizm zamanında en korkunç ve insanlık dışı zulümlerden geçtiler.” Kütüphanemdeki, karıştırmalardan yaprakları yıpranmış kitapları karıştırmayı sürdürdüm. Amerika Dersleri’ndeki başlıkları yayımlandığından bu yana birkaç kez okumuş, pek çok yazımda atıfta bulunmuş, verdiğim edebiyat derslerinde sıkça anmışımdır.
Marcovaldo Ya da Kentte Mevsimler, -hatırladığım kadarıyla- üzerine yazı yazdığım tek kitabı. Palomar öyküleri, Klasikleri Niçin Okumalıyız, Paris’te Münzevi, Atalarımız, Görünmez Kentler ve Yeni Bir sayfa, Sen “Alo” Demeden Önce, Amerika’da Bir İyimser… Onun dili, anlatımı ve imgeleri, ülke olarak İtalya’yla paylaştığımız modernleşme zorlukları üzerine düşündürür. Gerçi İtalya bizim gibi (Derrida’nın deyişiyle) bir “harf darbesi” yaşamadı. Böylesine bir darbenin yol açtığı unutma veya hatırlamama mecburiyeti olmasaydı, sanat ve edebiyat alanında daha güvenli bir toplum olurduk kuşkusuz.
Son yıllarda en çok Yeni Bir Sayfa’yı döne döne okumuş olmalıyım. 371 sayfalık kitap, yazarın edebiyat görüşünü ortaya koyan, edebi tekniklere ilişkin yaklaşımlarına yer verdiği ve bir edebiyatçı olarak toplumsal sorumluluk üzerine düşüncelerini açtığı yazılardan oluşuyor. 1980’de, Yeni Bir Sayfa’yı yayına hazırlarken, içeriğindeki 1955-1978 yılları arası denemeleri, bir yabancılaşma endişesi taşımakla birlikte genel olarak hâlâ benimsediğini dile getirmiş.
“Çığırından çıkmış bir zaman” diyordu Hamlet, kendi dönemi için. “Yazık ki bugünlerin dostlukları ticarete dönüşmüş. İnsanlar birbirlerine ihtiyaç duyunca dost oluyorlar.” demiş Sühreverdi de 900 yıl önce. Calvino da Yeni Bir Sayfa’da yer alan “Buruk Bir Yansızlık” (Menabo dergisi, sayı 7; 1964) başlıklı denemesinde, “Ve İtalya, bizim gibiler için yaşanması ne kadar güç bir ülke! Avrupa’nın başka ülkelerinde, çağ küstahça olumsuz çehresini sergiliyor.” diye yazıyor.
Bir bütün ikiye bölündüğünde, bir yarı öteki yarı için asla kaybolup gitmez, çürüme hâlinde bile; böyle bir bölünme acısız yaşanmaz, yüzeyi kabuk bağlasa bile oradaki kaybın acısını hissetmeyi sürdürür. Andığım bu yazının konusu, ikiye bölünmüşlüğün yaşattığı yansızlık hissi.
Calvino bu temayı İkiye Bölünen Vikont (1952) isimli o şahane uzun öyküsünde de işledi. Savaşta bedeni ikiye bölünen Vikont’un önce ilk yarısı “Tasalı” memleketine geri dönüp eski muktedir konumuna yerleşir, kötülükleriyle bezdirir halkı; ardından da “İyi” olan döner ve ilk yarının hor görüp hırpaladığı alanlarda, yoksul ve güçsüzlere yardım eden bir kahraman olarak ün kazanır.
Bir söyleşisinde yazar, Atalarımız üçlemesinin ilk kitabı olan İkiye Bölünen Vikont’u oyun olsun diye yazmaya başladığını anlatmıştı: “Aklımda ortadan ikiye biçilmiş bir adam imgesi vardı; bu ikiye biçilmiş adam konusunun, insanın bölünmüşlüğünün anlamlı bir konu olacağını, çağdaş bir anlamı olacağını düşündüm: Hepimiz bir biçimde kendimizi tamamlanmamış hissediyoruz, hepimiz bir yanımızla kendimizi gerçekleştiriyoruz, öteki yanımızla değil.”
Benzeri bir ikiye bölünmüşlüğün geçmiş dönemlerde asla olmadığı şekilde günümüzün her türlü bilgi ve etkiye açık toplumlarında daha keskin ve şiddetli bir biçimde yaşandığı söylenebilir.
Vikont’un bedeni örneğinde keskin bir ayrımı gösterir bu bölümüşlük. Böylelikle kendini hissettiren “yansızlık” bütün acılarıyla birlikte, bir derinleşmeye yol açmıştır Vikont Medardo’nun “iyi” yarısında. Sevdiceği, keçi çobanı Pamela’ya söylediği gibi böylesine bir ikiye bölünmüşlük, yeryüzündeki her varlığın kendi eksikliği konusunda duyduğu acıyı öğretmektedir. “Bütünken anlamıyordum,” der, “dört bir yana ekilen acıların, yaraların arasında, bütün olmayan birinin inanma yürekliliği gösterebileceği bir ortamda sağır, iletişimsiz deviniyordum. Sadece ben değil Pamela, ben bölünmüş, parçalanmış bir varlığım, ama sen de, herkes de. Artık ben daha önce, bütünken tanımadığım bir kardeşliğe sahibim, yeryüzündeki bütün sakatlıklarla, eksikliklerle kardeşim.”
Tanışma, tanıma, önyargıları kırar ya… “Birlikte iyilik yapmak, birbirimizi sevmenin tek yolu.” diye vurgular Vikont, yine bir iyilik peşinde Pamela’dan ayrılırken.
Konu bütün bir toplum olunca, ikiye bölünmüşlük şüphesiz Vikont’un bedeni için olduğu şekilde kesin bir ayrım göstermiyor; misal, iyilik ve kötülük ve benzeri konularda kesimler yekpare değerlendirilemezler. Bir çalkalanma hâlindedir toplumsal vücut bulma hâli; sürekli kaymalar gerçekleşir, gel-gitler yaşanır.
Bu ikiye bölünmüşlük ve öteki yarı kurcalamaları, yansızlık hâli irdelemeleri şüphesiz Avrupa’nın yüzyılın ortalarında geçirdiği ağır yıkımı takiben yeni bir varlık arayışı ihtiyacından bağımsız okunamaz. Mussolini dönemi sonrası İtalya’sında kutuplaşma, eş zamanlı olarak Sovyet rejiminin hayal kırıklığına uğrattığı komünist aydınların yeni arayışlarına da sahne oluyor. Marksist sanatçı ve edebiyatçılar bu yıllarda yükselişte olan postmodern söylemlere yöneliyorlar. Calvino politikaya ilgisini hiçbir zaman yitirmese de çeşitli tecrübelerin ardından vardığı nokta, ülkesinde yeniden canlanan kutuplaşma içinde bir taraf olmasını zorlaştırıyor. Buruk Bir Yansızlık’ın girişinde bu zorluk işte şöyle ifade ediliyor: “Gerçekliğe yönelik tutumları, değişmez içsel gerekçelerince belirlenenlere ne mutlu! Dünyanın değişken uyaranlarına tepki vermeye alışmış olup, sürekli beklenmedik darbelere açık olarak yaşayan, çok biçimli gerçekliğin seyrini çözmeyi asla bitiremeyip, her defasında yeniden belirlediği tutumlarında hata yapma riskinin bilincini taşıyan bizim gibi kişiler, onları kıskanıyoruz doğrusu. Ve İtalya, bizim gibiler için yaşanması ne kadar güç bir ülke!”
1960’lar İtalya’sı, şu şekilde tasvir ediliyor aynı metinde: “Çağ küstahça olumsuz çehresini sergiliyor” iken İtalya, sanayiye dayalı refahta neredeyse biyolojik bir artış kaydetmiş, en modern ve sivil toplumsal yapılardaki gelişim açısından da çok farklı olmayan yollar kat etmiş bir ülke görünümündedir. Başka herhangi bir ülkeden farklı bir şekilde hâlinden memnun ve normal, büyük dramlardan da en arınmışı gibi görünüşünden ötürü, eleştirel akıl açısından hiç de kolay olmayan bir şekilde, tozpembe öngörülere hemen “bayağı”, kötümser olanlarına ise “geri” yaftasının yapıştırıldığı bir ülke.
Şu da var ki, “Güne özgü görülebilenlerin ötesine ulaşmak isteyenler,” çoğunluğun coşkulu sevincinden kuşku duymadan edemezler. “Üretim ve tüketim ırmağında yüzmekten memnun, üstelik demokratik ve antifaşist açıdan bakıldığında durum daha iyiye gidiyor gibi göründüğünden (….) vicdanı rahat, çalışma ve tatil döngüsüne kendini kaptırmış bir hâlde koşuştururken, bir şekilde, yitirmeyeceğinden emin olduğu için de ruhları üzerine kumar oynamakta sakınca görmeyen (“birkaç ödün vermek de gerekli…”) çoğunluğun.”
Her şey o denli hızlı değişmektedir ki karmaşa içinde kalıcı ve değişmez olanı anmak, ondan yana bir tavır sergilemek, ilkelerden söz etmek ya da değerlerden, geri kafalı veya tuzukuru diye suçlanma sebebi olmuştur neredeyse. Dahası, su bulansın diye bazen de “dönek” yaftası gelir dile, hatta “hain.” Klişelerle konuşmak için binlerce kitaba göz nuru dökmüş olmak gerekmez ne de olsa… “…yana olmak ya da karşı olmak, yana olmak, ama karşı olanın bütün gerekçelerini kendimize mal ederek; karşı olmak, ama yana olanın çıkarına hizmet ederek-bir yandan, olaylar bir buffalo gibi başını eğmiş yolundan giderken,” diye tasvir ediliyor olgu yazıda. Ne kadar da aşina…
“Yola koyuluyor, insanlara rastlıyoruz ve her karşılaşmada görüşlerimiz bir sarsıntı geçiriyor, çoğu kez karşıtlık gereksinmesinden ötürü.” Bir yansızla konuşmak her zaman mümkün olmuyor ve böyle bir konuşma da, denk düşüldüğünde, iyimserlik, kötümserlik gibi konularda kararsızlığa sevk ediyor. Kimdir ki yansız? “İdeallerin bir yana bırakılmasını gören ve kötümserliği içinde yine de kendi davranış çizgisinde ısrar etme, bu çizgiyi sürdürme gücünü bulan ve buruk bir yansızlığa ulaşır gibi o noktaya ulaşan kişi.”
Yansız, bir o yandan bir bu yandan görme çabasının hamleleriyle sınırlarını ören, sınırlı olmama çabası nedeniyle de yansız olduğunu öne sürme cesaretini gösteremeyen ve bu belirsiz duruma sıkışan…
“Sınırlı ve yansız, sınırlı oldukları için yansız,” kişiler seyrektir yazara göre. “Biz diyoruz bunu,” diye vurgular, “yansız olduklarını öne sürme cesaretini gösteremeyen, ama yalnızca sınırlı olmamaya çabalayanlar; belirsiz/ kararsız durumlarına, onu başka hiçbir durumla değiştirmek istemeyecek kadar alışmış olanlar.”
Buruk yansızlık, bu anlamda başka türlü anlamlı bir çözüme izin vermeyen zeminlerde başka bir yol arama çabasına düşen ayrıksıların hâlini tanımlıyor. Aynı ifadeleri kendini kurtulmuşlardan addetmeyen ve kendinden başka türlü olanı kötülerden olarak görmeyen, bunun yerine doğru ve iyi bildiği her şeyden başkalarının da yararlanması için çırpınan Araf ahalisi için de kullanabiliriz. Söz konusu olan kararsızlık veya tereddüt değil, kararlı bir şekilde bir başka türlü olanın izini sürmektir.
Calvino’nun bu konuyu irdelemesi boşuna değil: İtalya bir yanıyla Avrupa’ya dahil iken diğer yanıyla coğrafya ve tarihin birikimi onu apayrı, bağımsız bir bakışa mecbur ediyor kritik dönemlerde. Onun metinlerini dönemsel bir modanın ötesine taşıyan, olup biteni sadece doğru yorumlamakla kalmayıp, en uygun bir biçimde de ifade etmede gösterdiği ısrardır. Şüphesiz bir modadan ibaret olmadığı kanıtlandı eserlerinin, vefatının ardından geçen kırk yıla yakın süre içinde.
İki yanıyla da ilişkili, bir aradalığa özgü imkânı tesis eden muaşereti her şeye rağmen canlı tutmak, yüzeyi koruyacak şekilde yaşamak, hem çeviklik gerektirir hem de irfan. -Tıpkı Türkiye’nin yerleştiği coğrafi konum için de olduğu üzere- hem Doğu’ya hem Batı’ya açık olmakla birlikte yepyeni bir açıdan konuşabilme imkânının arayışıdır, hiç bitmeyen bir arayışın zeminidir yansızlığın yanı.
Yaratılmışlığın (varlığın) şükrünün, yeryüzündeki vazifesini karşıtlığın hazır söylem ve kazanımlarıyla yerine getiremeyeceğini bilenlerin konumudur Araf. Bin parçaya bölünme pahasına, kim hangi sıfatla engellemeye çalışırsa çalışsın, bir yerde durup hakkı söylemenin ve sabrı tavsiye etmenin her türlü fırtınaya açık yeri, “buruk” hisler uyandırmayabilir mi zaten…
*Tery Eagleton, Tanrı’nın Ölümü ve Kültür. Yordam Kitap, 2014