Ülkeme borcumu nasıl öderim?

MUSTAFA ÖZEL
Abone Ol

Altmış üç yıllık hayatımın üçte ikisini üç harekete adadım: Fikrî yönden Bilim Sanat, siyasi yönden Millî Görüş, iktisadi yönden MÜSİAD. Bilim Sanat, bizim talebelik yıllarımızdaki topyekûn medeniyet muhasebemizin eseriydi. Okuduğumuz üniversitelerde Müslüman olmanın anlamlı bir yeri yoktu. Kitaplar, atalarımızı dünya tarihinde en alt ve karanlık noktalara yerleştiriyordu. (Sadece bizi değil tabii; Hind, Çin ve Batı-dışı tüm dünyayı...) Bu gerçekten böyleyse, efendilerimizin önünde el bağlayıp, peşlerinden gitmeliydik. Değilse, o zaman kim ve ne olduğumuzu, daha da mühimi, ne olabileceğimizi ispat etmeliydik. Hareketin nüvesi, benden birkaç yaş küçük gençler tarafından İstanbul Erkek Lisesi’nde oluşmuştu. Ben onlara Boğaziçi’nde katıldım.

Millî Görüş mensubiyetim babam ve ağabeyimle başladı. Millî Nizam Partisi (kapatılınca, Millî Selamet) 1970’lerde Ağrı’da örgütlenmeye başladığında babam Hacı Kâmil “merkez ilçe başkanı”, ağabeyim (Prof. Dr.) Ahmet Özel ise “gençlik kolu başkanı” oldular.

Erbakan’ın öncülüğünde kurulan bütün siyasi partilerin en önemli meselelerinden birisi ekonomik kalkınmadır.

  • Şehrin ileri gelenleri babamı caydırmaya çalışıyordu: “Hacı Kâmil, bu Erbakan Hoca sizi kandirir. Valla hepinizi Menderes gibi asacaklar!” Babamın nezaket hadlerini zorlayan cevabı, çocuklarıma ve talebelerime vasiyetimdir: “Valla, adam Hezret-i Ömer’in edaletini getirecem diyir. Peşinden getmeyenin anasini...”

Her ne kadar 1990’larda bir adil düzen eleştiricisi olarak nam saldıysam da, adalet ülkülerine bağlılığımı her fırsatta dile getirdim. Ak Parti’yi de esas olarak o hareketin devamı sayıyorum. (Bu adalet rüyası, üniversite yıllarımda sosyal demokrasiye meyletmeme yol açmış; sonunda, Cemil Meriç/ Nurettin Topçu/ İsmet Özel/ Braudel/ Wallerstein okumalarım beni Avrupa’nın kirlettiği sosyalizm kavramına değilse de, İslamî bir toplumculuğa raptetmişti. Kapitalizme mesafeli, piyasaya dost bir toplumculuk!)

Önce ahlak ve maneviyat!
Nihayet

MÜSİAD’a çeyrek asır bu dindar/toplumcu duygu ve düşüncelerimle omuz verme gayreti içinde oldum. Derneğin dünya görüşünü yansıtan yirmi kadar multivizyon metnine imza attım. Bu metinler, ilmî ve siyasi ortak duruşumuzu ne kadar ileri derecede yansıtıyor olmalı ki,

MÜSİAD heyeti Malezya’ya ilk gittiğinde (1994), İngilizce sunumu heyetle beraber izleyen Ahmet Davutoğlu, Erol Yarar’a dönüp “Bu metni Mustafa Özel mi yazdı?” diye sormuş. İlmî ve siyasi öz eleştirimi başka yazılara havale ederek, birkaç aydır MÜSİAD üzerinden sürdürdüğüm iktisadi muhasebeye devam ediyorum.

Tasarlayanlar, üretenler, çalışanlar

25 Kasım 2007. Yeni Şafak’taki köşemde “Yarın MÜSİAD fuarı ve IBF toplantısı için Dubai’ye uçuyoruz” duyurusunu yapıyorum. “Niçin, ne yapmaya gidiyoruz? Kısa metrajlı bir film çekseydim, senaryosu şöyle olurdu” diyor ve o yıl yazdığım metni paylaşıyorum:

Üç büyük ülke (Türkiye, Mısır, İran), üç köklü akademi (İstanbul, Kahire ve Tahran Üniversiteleri) ve kafası karışık üç genç adam: Ahmet, Cemal ve Hasan. İktisat, işletme ve siyaset bilimi okuyorlar. Yıl 2002. İkiz Kuleler’in enkazından taşan öfke, İslam dünyasını dört koldan kuşatmıştır.

Ahmet, 21 yaşında. İstanbul Üniversitesi’nde iktisat öğrencisi. Okul çıkışı hemen babasının küçük bakkal dükkânına koşuyor; 16 metre karelik “Şen Bakkal” kendini bildi bileli Ahmet’in ikinci adresidir. Babası Sabri Bey tam kırk yıl önce dedesinden devralmıştı dükkânı. Kırk yılda İstanbul’da yüzlerce süpermarket, onlarca hipermarket açıldı. Ve binlerce bakkal kapandı. Şen Bakkal ne bir metre genişledi ne de daraldı. Her gün sabah namazından sonra besmeleyle açılır, yatsı namazından önce şükür duasıyla kapatılır.

Üniversitede Küresel Ekonomi dersindeyiz. Ahmet’in favori hocalarından Prof. Mehmet Ahmetoğlu kürsüden ağır ağır konuşuyor: Arkadaşlar, dünyamızda yaklaşık 7 milyar insanın yaşadığı 200 ülke var. Bunlar her yıl 50 trilyon dolar civarında mal ve hizmet üretiyorlar. (2017 sonunda yaklaşık 80 trilyon dolar.) Bunun yaklaşık dörtte biri Kuzey Amerika; dörtte biri Batı Avrupa; dörtte biri (Çin dışındaki) Doğu Asya; geriye kalan dörtte biri ise dünya nüfusunun geriye kalan dörtte üçü tarafından üretiliyor.

55 İslam ülkesinde 1,5 milyardan fazla insan yaşıyor. Dünyadaki her 4 insandan biri Müslüman. Fakat bu 55 ülkenin yıllık geliri, ancak 80 milyon nüfuslu Almanya kadar. Japonya’nın yarısı, ABD’nin ise dörtte biri! Demek ki, ya çalışmıyor, üretemiyoruz! Ya çalışıyor fakat üretemiyoruz! Ya üretiyoruz da, kazanamıyoruz! Tembel miyiz, beceriksiz mi, akılsız mı? Kafası karışık Ahmet, bu sorulara bir türlü ikna edici cevaplar bulamıyor.

Sultanahmet Camii’nde, Cuma namazındayız. Minberde ünlü imam Cemal Cemiloğlu. “İki günü birbirine eş geçen ziyandadır” diyor. “Peygamber Efendimiz de bir girişimciydi; mensup olduğu Kureyş kabilesi tüccaru’l-Arap idi; Efendimizin büyük dedesi Haşim, Gazze’de Bizanslılara mal satarken; babası Abdullah ise Medine’de kervanının başındayken vefat etmişti. Mekkeliler iki dünya imparatorluğu (Bizans ve İran) ile, ayrıca Yemen ve Habeşistan ile ticaret yapıyor, Kızıldeniz’de gemi işletiyorlardı.” İmamın sözleri Ahmet’in kafa karışıklığını daha da artırıyor.

İki günü birbirine eş geçen ziyandaysa, benim babam niçin kırk yıldır 16 metrekarelik dükkânda debeleniyor? Gazeteler yakında Wal-Mart’ın da Türkiye’ye geleceğini yazıyorlar. O zaman ne olacak?

İki günü birbirine eş geçen ziyandaysa, benim babam niçin kırk yıldır 16 metrekarelik dükkânda debeleniyor? Gazeteler yakında Wal-Mart’ın da Türkiye’ye geleceğini yazıyorlar. O zaman ne olacak?

Cumadan sonra, her zaman yaptığı gibi bakkal dükkânına koşmadı. Sanayi Odası’nda, ünlü Harvard profesörü Michael Porter’ın konferans vereceğini duymuştu. Hemen oraya gitti. Dünyaca ünlü strateji hocası, büyük bir özgüvenle, tane tane konuşuyordu: Değerli Türk dostlarım! Hepiniz artık farkındasınız ki, küresel kapitalizm çağındayız.

Ulusal sınırların bugün hâlâ siyasal bir anlamı olabilir, fakat ekonomik bir anlamı yoktur artık. Bütün dünya bir tek ekonomiye, bir büyük pazaryerine dönüşmüş bulunuyor. Bu büyük pazarda üç tür insan vardır: Tasarlayanlar. Dünya nüfusunun %1’i. Üretenler. Dünya nüfusunun %9’u. Çalışanlar. Dünya nüfusunun %90’ı. Elde edilen kazancın %10’u çalışanlara, %20’si üretenlere, %70’i ise tasarlayanlara gidiyor!..

Türkiye’de Ahmet ve Zeynep’lerin yaşadığı kafa karışıklığını eminiz ki Mısır’da Cemal ve Ayşe’ler, İran’da Hasan ve Fatma’lar da aynen yaşıyor. Ve hepsi aynı soruyu soruyorlar:

Hz. Muhammed ile Hz. Hatice, 1500 yıl önce ortak girişim sayesinde Mekke’nin sınırlarını aşıyor, Arabistan ile Mezopotamya’yı birleştiriyor, Asya’yı Afrika ve Avrupa’ya bağlıyorlardı. Biz niçin bu küresel çağda, çoğunu emperyal güçlerin çizdiği ulusal sınırlara mahpus yaşıyoruz? Kelepçelerimize niçin böylesine âşığız? Niçin çok çalışsak bile az üretiyor ve hiç tasarlamıyoruz?

Ferit Sakarya’nın tasarladıkları

Senaryodan romana geçelim. Adalet Ağaoğlu’nun Üç Beş Kişi romanının kahramanlarından Ferit Sakarya, Eskişehir Sanayi Odası başkanı olunca, üyelere geleceğimizin neden Avrupa Birliği ile ortak pazar oluşturmada yatmadığını şöyle açıklıyordu: “Avrupa ülkeleri bizi aralarına almış gibi yapacaklar. Ancak, bu kadar.

Eskişehir şekercileri, uncuları, bisküvicileri, Adana pamukçuları, perdecileri, İstanbul gömlekçileri, montajcıları, tekstilcileri bunu anlamıyorlar. Bekledikleri ortaklıkta biz sadece Avrupa için, işlerine geldiği yerde, işlerine geldiği sürece bir pazar olacağız. Ortak mortak olmayacağız.”

Şiir diliyle iktisat
Nihayet

Ferit Sakarya, ortak pazar üyeliğinin iyi düşünülmüş bir hesaptan çok, bir aşağılık duygusunun tatminini hedeflediğini kavramıştır.

Ortak pazar demek, onlar için İsviçre bankalarında paralarının olması demek. Zurich Havaalanı’nda biraz da onlar ‘iş adamı’ rolüne çıkacaklar. Bir ‘serbest piyasa ekonomisi’ tutturmuşlar, hep bu. Hâlâ tüketime değil, üretime dayalı sanayi diye yırtınıyoruz, nasıl anlatmalı.” Oda başkanı olarak plancılardan, maliyecilerden kredileri örgütlenmemiş sermayeye, ham madde sıkıntısı çeken tüketim sanayisine değil, ham madde üreten sanayiye kaydırılmasını... talep ediyor.

Sanayileşmede öncelik verilecek alanların sadece fiyat ve kâr kriterlerine göre belirlenemeyeceğini dile getiriyor. “Değerli üyeler, diyelim ki elimizde herhangi bir yatırım için sermayemiz var. Hatta, küçük sermayeleri birleştirip büyük yaptık diyelim. Bu parayı da sanayiye yatıracağız, bunda mutabıkız. Ama ne sanayisine? Demir-çelik üreten bir fabrika mı kuracağız, bir gazoz fabrikası mı, yoksa tarıma dayalı bir sanayi mi? Makarna fabrikası mesela? Bu bir hesap meselesi diyeceksiniz? Rantabilite hesabı. Oysa, bu hesap meselesinin bir tek yüzü yok. Tek bir ufku yok. Çok geniş ufukları, pek çok yüzü var.”

Ferit Sakarya, ortak pazar üyeliğinin iyi düşünülmüş bir hesaptan çok, bir aşağılık duygusunun tatminini hedeflediğini kavramıştır.

Kârdan başka bir yüz düşünmeyenler elbette başkana pabuç bırakmayacaklardı. Ama Ferit Sakarya da pes edecek insanlardan değildi. Sadece kişisel kazanç hesabı yapanları ihanetle suçlayacak kadar ileri gidiyordu: “Doğrudur, yalnız para kazanmayı düşünen bir yatırımcı hemen rantabilite hesabı yapar. En büyük getiriyi hangi yatırım alanı veriyor, hangi anaparayı büyük oranda artırarak geri getiriyor; adam bunu hesaplar.

Fakat bizler işleri artık böyle, köşebaşındaki tefeci gibi düşünmemeliyiz. Yeni bir kuşağız. Bizim yapacağımız yatırım, en büyük getiriyi verecek yatırım değil, ülkeye en çok yararı dokunacak yatırım olmalıdır. Bizler gazoz, krem fabrikatörleri olamayız. Olmamalıyız. Buna hakkımız yok. Bu, hainlik anlamına gelir.”

Yeni bir Hilfu’l-Fudul

Romandan tekrar senaryoya dönelim. Ahmet bu sefer iktisat tarihi dersindedir. Profesör Halil İbrahimoğlu’nun sözleri yüksek taş anfiyi çınlatıyor: Tarihin motor gücü, organizasyon yeteneği yüksek, yaratıcı elitlerdir. Bir toplum sisteminin yükselmesi için, siyasi, ekonomik ve askerî elitlerin kader birliği şarttır. Bu kader birliğini hayal eden, formüllendiren, elitlere benimseten ve kitleler nezdinde meşrulaştıran bilgin ve aydınlara ihtiyaç vardır. Ekonomik birliğin, zaman içinde siyasi sınırların çok ötesine geçmesi gerekir.

İbn Haldun ve Adam Smith derler ki, pazarın büyüklüğü uzmanlık derecesini artırır. Uzman insanlar daha yüksek ekonomik değer üretirler. 19. yüzyılda Alman Birliği, 20. yüzyılda Avrupa Birliği önce ekonomik, sonra siyasi temelde kuruldular.

Ve 2007’deyiz. Ahmet, Cemal ve Hasan beş yıl sonra MÜSİAD’ın Uluslararası İş Forumu’nda buluştular. Şen Bakkal kapanmış, Ahmet TÜBİTAK bursuyla Yale’de MBA yapıp dönmüştü. Cemal ile Hasan da ülkelerinde muhtemelen benzer olaylar yaşamıştılar. Üçü de artık biliyor ki, İslam dünyasının ekonomik iş birliği güçlendirilmeden, siyasi yapıları ayakta tutulamaz.

Avrupa-içi ticaretin hacmi %70’i aşmışken, İslam ülkelerinin kendi aralarındaki ticaretin hacmi toplam ticaretlerinin %10’udur. Müslüman nüfusun ancak çok küçük bir bölümü “üretenler” kategorisindeyken, büyük çoğunluğu “çalışanlar” grubuna giriyor. “Tasarlayanlar” kategorisi ise neredeyse bomboş.

Görev ortada. Türkiyeli Ahmet, Mısırlı Cemal ve İranlı Hasan, yeni bir Hilfu’l-Fudul bilinciyle ellerini üst üste koyup ant içerler:

  • - Küresel ekonomide kazanç küçük sermayeden büyük sermayeye ve üretim sermayesinden finans sermayesine kayıyor. Dolayısıyla, tıpkı Peygamberimizin büyük dedesi Haşim’in mudarabe örneğinde yaptığı gibi yeni sermaye ortaklıkları kuramazsak, güçlü finans ve sermaye odaklarına karşı kendimizi koruyamayız.
  • - Üretimi sürükleyen ticarettir. Küresel üretim hacmi yılda %2-3 artarken, küresel ticaretin yıllık artış hızı %6-7 dolayındadır. Avrupalılar, ticaretlerinin üçte ikiden fazlasını birbirleriyle yaparken, Müslüman ülkeler ticaretlerinin ancak onda birini birbirleriyle yapıyor. Ortak ticaret ağları oluşturmadan, İslam dünyasını kuşatan zincirleri kıramaz; emeğimizle uyumlu kazançlar elde edemeyiz.
  • - Üretim ve ticaretin temeli bilgidir. Ortak eğitim ve araştırma kurumlarıyla insanlarımızı bilgili, girişimci, yaratıcı ve tasarım gücü yüksek şahsiyetler hâline getirmek zorundayız. Şen Bakkal Sabri Amca “dirsek çürütüyor, eski köye yeni âdet istemiyordu.” Ahmet’lerinse “kafa patlatması ve köye yeni âdetler getirmesi” gerekiyor. Tasarlamayan, kazanamıyor.
  • - Üretim, ticaret ve eğitimde “sınırları aşan iş birliği” için siyasi iradeleri zorlamamız gerekiyor. Buna hâlâ ayak direyenler, Müslümanları yönetme hakkına sahip değildir. Venedik ile Floransa, Bavyera ile Prusya nasıl 19. yüzyılda tek başlarına ayakta duramayıp İtalya ve Almanya’yı meydana getirdiyseler; İtalya ile Almanya nasıl 20. yüzyılda Avrupa Birliği’ni kurmak istediyseler; Türkiye ile Suriye, Mısır ile Ürdün de 21. yüzyılda İslam dünyasının ekonomik birliğini kurmak zorundalar.
  • - Bütün bunları yaparken, maddesini koruyamadığımız Şen Bakkal’ın neşeli ruhunu yaşatmalıyız. “İki günü birbirine eş geçenin ziyanda olması” sadece maddi değil, aynı zamanda manevi zarara işarettir. Ekonomik birliğimizi ve siyasi dayanışmamızı manevi temeller üzerinde gerçekleştirmeliyiz.

Hayal bu ya, Ferit Sakarya’nın 1970’lerin Türkiye’si için söylediklerini, ben de bir bakıma Soğuk Savaş sonrasında doğal coğrafyamız için dile getiriyor, çalışan insanlarımızın geniş bir pazarda vasıflarını ilerletmek, tasarım ve rekabet güçlerini tahrik etmek istiyordum.

Ferit Sakarya’nın sesini Türkiye, İran ve Mısır ne kadar duydu, bilmiyorum. Ama ABD ve Rusya duydular. Büyük Mücadele asıl şimdi başlıyor!

Şöyle diyordu Ferit Sakarya: “Tefeci bakışıyla kesesini tepe tepe dolduran doldurdu, ama ülkeye hiçbir yararı dokunmadı bunların.” Ülkemiz, vasıfsız işçinin bol olduğu bir ülkeydi. Bunları yüksek nitelikli insanlara dönüştürebilirdik. “İşte benim ileri sürdüğüm ekonomik rantabilite bu!.. Doğduğumuz bu toprakların insanına borcumuzu ödemenin yolu da bu!..

Ferit Sakarya’nın sesini Türkiye, İran ve Mısır ne kadar duydu, bilmiyorum. Ama ABD ve Rusya duydular. Büyük Mücadele asıl şimdi başlıyor!