Türkiye’de kültürel iktidar olmanın imkânı ya da anlamı
Türkiye’de kültürel alanda mevcut rahatsızlıkla ilgili bir teşhis yapılmıştır. Kültürel hegemonyanın nasıl yıkılabileceğine dair bir formül geliştirmek de mümkündür. Fakat bu formülü hayata geçirebilmek için uzun yıllara, farklı alanlarda insan koordinasyonuna, azimle çalışmaya ve en önemlisi sermayeye ihtiyaç vardır. Şimdi formülün denklemlerini tek tek inceleyerek bunun uygulanıp uygulanamayacağına göz atalım.
“Konuya yorum yapacak kadar bilgim yok, olsaydı söylerdim.
Bu cümle, Disney+’ın Ermeni lobisi baskılarına dayanamayarak gösterimini iptal ettiği Atatürk dizisi oyuncularından Hazal Kaya’nın olaya verdiği tepki olarak hafızalarımızda kaldı. Hazal Kaya bu konuda yalnız değildi tabii, Atatürk’e derin sevgi beslediğini söyleyen onlarca sanatçı herkesin gözü önünde gerçekleşen bu olayla ilgili yorum yapabilecek kadar bir türlü bilgi edinemediler ve başları önde kameralardan uzaklaştılar. Yaşanan bu hadisenin trajikomikliği bir tarafa, olay kültürel iktidar konusunda son yirmi yıldır devam eden tartışmaların artık farklı bir boyuta geçmesi gerektiğine dair ayrı bir öneme sahip.
Son yirmi yılda kültürel iktidar meselesiyle ilgili tartışmaların belirli aralıklarla parladığını görmek mümkün. Tartışma genelde 2012 yılında dönemin Cumhurbaşkanı başdanışmanı Mustafa İsen’in “muhafazakâr sanat” kavramını kullanması ile başlatılır. Bunun sebebi İsen’in bunu dayatmacı bir dille ya da çatışmacı bir bağlamda kullanması değil; bizzat muhafazakâr bir sanatın olup olamayacağı yönünde ortaya çıkan tartışmalar sebebiyle olmuştu. Yani daha önce olmamış bir şeyin imkânını sorgulamak, kültürel üretim alanında bu düşüncenin ne kadar dışlanmış olduğuna dair önemli bir işaretti. Daha sonra 2017 yılında Cumhurbaşkanımız bir konuşmasında siyasal iktidarı kurmuş olsalar bile hâlen kültürel iktidarı kuramadıklarını ifade etmişti. Tartışma bir yıl sonra Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun’un İstiklal Caddesi’nde bir kitapçı tezgâhının fotoğrafını paylaşarak “Siyasal hegemonyanız bitti kültürel hegemonyanız da bitecek.” sözleri ile yeniden gündeme gelmişti. 2023 yılında bu sözü kendisine hatırlatıldığında, fikrinin değişmediğini ifade etti. Bu ise günümüzde hâlen yıkılması gereken bir kültürel hegemonya olduğuna işaret ediyordu.
İsen’in muhafazakâr sanat çıkışı mevcut hegemonyaya bir alternatif olarak sunulmuş ise yıllar içinde tekrarlanmadığını görüyoruz; onun yerine kültürel alanı da kapsayacak şekilde yapılan “yerlilik ve millilik” vurgusu siyasette cumhur ittifakının temel sloganı hâline geldi. Toparlayacak olursak muhafazakâr ve dindar (kavram kargaşasına direnemiyorum) kesimdeki entelektüel çevreler de dahil olmak üzere AK Parti iktidarı döneminde varlığından şikâyet edilen bir kültürel hegemonyanın mevcut olduğunu, bunun yıkılıp yerine yerli ve millî bir kültürün yerleştirilmek istendiğini söyleyebiliriz.
Görüleceği üzere Türkiye’de kültürel alanda mevcut rahatsızlıkla ilgili bir teşhis mevcut. Kültürel hegemonyanın nasıl yıkılabileceğine dair bir formül geliştirmek de mümkündür. Fakat bu formülü hayata geçirebilmek için uzun yıllara, farklı alanlarda insan koordinasyonuna, azimle çalışmaya ve en önemlisi sermayeye ihtiyaç vardır. Şimdi formülün denklemlerini tek tek inceleyerek bunun uygulanıp uygulanamayacağına göz atalım.
Türkiye’de gerçekten bir kültürel hegemonya var mı?
Gramsci’yi mezarında ters döndürecek şekilde Türkiye’de bir kültürel hegemonyadan bahsetmek için biraz tarih bilmek yeterlidir.
Tek partili dönemde üst kültürel zevklerden gündelik hayatın ince detaylarına kadar toplumsal beğenileri ya da daha geniş bir anlamda kültürel düşünme biçimini devlet eliyle tepeden inme değiştirmeyi hedefleyen Batılılaşma programı, doğrudan bir dayatma olarak başlamış fakat sonradan bir hegemonya olarak devam etmiştir. Çok partili döneme geçildiğinde bu proje bitse bile, üst kültür Batı olarak kabul edildiği için kültürel üretim alanında pusulalar hep Batı’yı göstermeye devam etmiştir. Özel tiyatrolar, Yeşilçam, sanat galerileri… 70’lerin Türkiye’sinde kültür sanat alanının alameti farikası olmuştur. Artık devletin ideolojik dönüştürme aracı olmaktan çıkması yönüyle kültürel üretim alanında bir demokratikleşmenin yaşanması beklenebilir. Kanaatimce günümüzde tartışılan hegemonya meselesinin kökenleri bu yıllarda kültürel üretim alanının bunu gerçekleştirmeyerek kendisini Kemalist ideoloji, batılılaşma ve sol düşüne kıskacına sıkıştırmasında yatmaktadır. Kültür ve Din başlıklı kitabımda detaylı olarak ele aldığım bu dönemde, kültür ve sanat alanında bahsettiğim düşünce ekseninde bir tekelleşme olmuş ve bu alana dindar kişilerin girmesi engellenmiştir. O yıllarda meşhur olan “Sağcıdan sanatçı olmaz” ya da “Solcu olmayan sanatçı olmaz” gibi beylik lafların aslında sağ düşüncenin yetersizliğinden ya da solcu olmayanların yeteneksiz vb. olmasından değil; “Sağcı olanı bu alanda barındırmayız” anlamında kullanıldığını anlamamız biraz zaman aldı. Yine aynı sebeple muhafazakâr kesimde zaman zaman yapılan “Bizden neden çok sanatçı çıkmadı”, gibi serzenişlerin de bu oyuna geldiğine inanıyorum. Belki şöyle söylemek daha doğru olacaktır: “Dönemin şartlarında kültür ve sanat alanı dinî düşünceye ve dindar insanlara yer açmadığı için bizden çok sanatçı çıkamadı.”
Yakın zamana kadar durumun böyle devam ettiğini de söylemek doğru olacaktır. Semih Kaplanoğlu’nun sahnede elini sıkmaktan imtina eden düşünce biçimi ya da Hakan Boyav’ın “Nasıl ödül alabiliyorsunuz Türkiye’de? Ya politik görüş olarak solcu olacaksınız veya yaşam biçimi olarak oradakilere yakın olacaksınız.” sözleri bu hegemonyanın bize yansıyan örneklerini oluşturmaktadır. Üstelik her kültürel hegemonya tartışması açıldığında özellikle sol cenahtan sert eleştiri yazılarının yazılması, Medyascope gibi kanallarda hep aynı yüzlerle tekrar tekrar konuyla ilgili tartışmaların yapılması da insanı işkillendirmeye yeter. Kültürel hegemonya konusunda Tanıl Bora gibi zaman zaman şapkasını önüne koyan birkaç isim dışında, konunun ele alınması AK Parti ile özdeşleştirilerek genelde iki şekilde gerçekleşmektedir: ya AK Parti’nin ve muhafazakârların bunu yapabilecek kapasitelerinin olmadığına bizi ikna etmeye çalışmak ya da mevcut özgür sanat alanının AK Parti iktidarı tarafından talan edileceği ve Türkiye’de üretilen yüksek sanatın sığlaştırılacağı korkusunu üretmeye çalışmak. Nihat Ateş bir yazısında muhafazakârları şöyle tanımlıyordu: “Lümpenlikten kendilerine göre burjuvalığa terfi eden az eğitilmiş toplum katlarının politikleşen grupları”. Kanaatimce bu yaklaşım kültürel üretim alanında ötekine karşı bir korku üreterek (kültür sanat alanını dinciler (!) ele geçirecek) safları sık tutmak ve daha önemlisi artık bunun gerçekleşmesinin mümkün olduğu şartların Türkiye’de oluşmuş olmasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca bu tepkiler gerçekten Türkiye’de kültürel üretim alanında ötekini dışlayan bir hegemonya biçiminin olduğuna ve bu iktidar ve imtiyazları kaybetmemek için kaleyi savunmaya devam ettiklerine beni ikna etmektedir.
Peki bu hegemonyanın yıkılması için hangi şartlar olgunlaşmıştır? Öncelikle günümüzde kültürel üretim alanına girebilmek için gerekli olan mesela sanatçı diplomasını veren kurumlarda tekelleşme ortadan kalkmıştır. 80’lerden refah seviyesinin artması ile (klişe cümleyi kurmaktan kaçınamıyorum) muhafazakâr bir orta sınıf yükselişe geçmiştir. Bu sınıf hem kültürel üretim alanına girmek isteyen sanatçılar için hem de ortaya çıkan üretimin karşılık bulacağı toplumsal taban için gerekli insan kaynağını sağlamaktadır. Denklemin en önemli parçası olan (yine klişeden kaçamayacağım) muhafazakâr sermaye de artık mevcuttur. Bu bakımdan toplum tabanını rahatsız eden bir kültürel hegemonya var ise bunu yıkmak için gerekli alt yapı hiç olmadığı kadar hazırdır.
Bununla birlikte formülün diğer parçaları hâlen tam oturmuyor: bir çaba var ama bu tek başına iktidarın iteklemesi ile yürüyor. Mesela kültür-sanat alanında muhafazakâr sermayenin büyük işler yaptığını söylemeyi çok isterdim ama yok. Bu alandaki strateji de destek de yine hükümet tarafından geliyor. Kültürel faaliyetlerin medya ayağını TRT ve AA oluşturuyor. Bienallerin, sanat faaliyetlerinin, festivallerin, devletin desteğiyle üretildiğini görüyoruz. Sermaye sahiplerinin sponsorluğu, gönüllü ve destekleyici olmaktan ziyade zorunluluk gibi duruyor. Öte yandan muhafazakâr orta sınıfın kültür sanat alanına ilgileri de hâlen beklenen düzeyde gerçekleşmiyor. Bu yaklaşım tabii, meseleyi lokal olarak ele aldığımızda karşılaştığımız daha yüzeysel problemler. Yazının ileriki bölümlerinde kültürel hegemonya meselesini biraz daha derinleştirdiğimizde bu hususlar ikincil plana itilecek.Buradaki en önemli sorun;
Kültürel hegemonya ile mücadeleyi siyasal bir iktidarın yürütmesi meseleyi tamamen siyasallaştırması tehlikesini taşımaktadır.
Bu durumda gerçekleştirilmek istenen şey, kültür üzerinde belirli bir siyasi görüşün iktidar kurabilmek için verdiği bir çaba hâline dönüşür. Fakat bu durum bir iktidarın yıkılırken diğerinin kurulması anlamına gelmektedir. Bu ise Türkiye’nin kurulduğu yıllarda yaşadığı kötü bir tecrübenin tersten tekerrür etmesi anlamına gelebilir ki, Yusuf Kaplan gibi mevcut kültürel hegemonyayı eleştiren isimler bu konuda daha önce uyarılar yapmıştı. Öyle ise, var olan tartışmalar bağlamında, kültürel hegemonya ile mücadele edilmek isteniyorsa denklemin asıl parçalarının doğru yerleştirilmesi gerekli olacaktır.
Benim hayal ettiğim / gerçekte olan:
Bir önceki bölümü “var olan tartışmalar bağlamında” ara cümlesini ekleyerek bitirmiştim. Bu bilinçli bir tercihti. Çünkü şu ana kadar yazdıklarım Türkiye’de mevcut kültürel iktidar tartışmaları ile bu tartışmalarda yer alan aktörler arasındaki ilişkilerin oluşturduğu ağın dış etkenlerden yalıtılmış hâlini esas alarak yazılmıştır. Yani Türkiye’de kültürel hegemonya tartışması, küreselleşmenin yıkıcılığından etkilenmeyen bir fanus içindeymiş gibi düşünülüyor. Bu noktadan sonra kültürel hegemonyanın imkânını, yaşadığımız dünyadaki yerimizi esas alarak bir zemine oturtmak, dış ortamla temas ettiğinde üzerinde oluşacak etkilerin neler olduğunu hesaba katarak tartışacağım.
Hangi kültür?
İlk soru ile başlayalım: Toplum üzerinde hegemonya kurduğu söylenen kültür hangisidir? Cevap uzun ama Oğuzhan Bilgin bir yazısında bunu şöyle özetliyordu: “Artık kültürel ve ekonomik alan, Türkiye’nin Batıcıları için rekabetin olmadığı, tek tipçi bir dikensiz gül bahçesi olmaktan çıkmaya başlıyor. Bütün nitelik yoksunluklarına rağmen sadece ve sadece küresel Batı hegemonyasına eklemlendikleri için var olabilen bu kültürel vesayet unsurlarının bir milliyetçi-muhafazakâr alternatifin ihtimalini bile görmesi bir tehdit gibi algılanıyor.” Burada da açıkça göreceğimiz gibi kültürel hegemonya, Batı merkezli küresel kültürel hegemonyanın Türkiye’deki temsilcileri tarafından gerçekleştirilen pratikleri kapsamaktadır. Bu durumsa bazı problemleri ortaya çıkarmaktadır.
Önce hepimizin bildiği bir gerçeği hatırlatarak başlamak istiyorum: sağcısı – solcusu fark etmez, Türkiye’de batıya karşı bir öykünme var. Her ne kadar hükümet hegemonyadan şikâyet etse de bir dönemler bunu destekleyici bir konumdaydı. AK Parti iktidarının AB uyum sürecini kapsayan ilk 7-8 yılında özellikle sermaye sahipleri ile birlikte hareket ederek kültürel alanda batıya sevimli görülebilecek büyük atılımlar gerçekleştirmişti. Mesela Eczacıbaşı ve Doğuş Holding başta olmak üzere, İstanbul sermayesinin desteğiyle İstanbul Modern’in açılışı, AB müzakerelerinin başlamasından bir hafta önceye yetiştirilerek Batı’ya olumlu bir mesaj verilmek istenmişti. Yine bu dönemde dünyaca ünlü sanatçılar turnelerine Türkiye’yi de ekliyor, Eurovision’a göndereceğimiz isim ayrı bir önem kazanıyor, Türkiye büyük organizasyonlara ev sahipliği yapıyordu. Bu dönemde Kültür ve Turizm Bakanlığı’na CHP’den transfer edilen Ertuğrul Günay’ın getirilmesi de aynı minvalde değerlendirilmelidir. Bu süreç AK Parti iktidarı ve AB’nin karşılıklı iyi niyet gösterisi ve Batı’ya doğru kültürel yakınlaşmayı sağlamak için çaba sarf ettikleri bir dönem olmuştur. AB ile ilişkiler bozulduktan sonra kültürel hegemonya konusu daha etkili bir şekilde tartışılmaya başlanmıştır. Peki AB süreci devam ediyor olsaydı bu ilişki nasıl şekillenecekti ya da ileride müzakere masasına taraflar tekrar döndüğünde, Batı merkezli kültürel hegemonya ile ilişkimiz nasıl olacak?
İkincisi, Türkiye’deki kültürel hegemonya sahipleri ya da kültürel üretim alanında tekeli elinde tutanlar Batıcı ve self-kolonyalist kişiler ise, onlarla uğraşmak yerine doğrudan kaynağa odaklanmak daha doğru olmaz mı? Bu tabloda ağaçlara sıçramış ateşi söndürmek için giriştiğimiz kavga yangının kaynağına inmemizi engelliyor. Siyasal, sığ bir tartışmanın içine kendimizi hapsediyoruz. Problemin kaynağıymış gibi taşıyıcılarla ya da aracılarla uğraşmak yersiz. Üstlerinde taşıdıkları nişanı söktüğünüzde ya da kendilerine meşruluk kazandıran Batı değerlerini taşımanın bir kıymeti harbiyesi kalmadığında onlarla kültürel iktidar kavgasına girmek de gereksiz olacaktır. Üstelik günümüzde yaşadığımız problem, kültürel üretim alanında siyasi bir duruşa sahip olmak gibi naif de değildir artık. Solcuların banka reklamlarında oynadığı bir ülkedeyiz. Küresel kültür içinde Batı kültürünün, ideolojilerin ve değerlerin de erozyona uğradığı yeni bir dünyanın içinde yer alıyoruz. Bu durum ise tahmin ettiğimizden çok daha büyük bir tehdit oluşturuyor bizim için. Yani yerel bazda kişilerin, grupların ya da kurumların eylemleri üzerinden kültürel hegemonya tartışmasını devam ettirmek yersiz. Bunun yerine küresel kültürel hegemonyanın ne’liğine, ülkemizde nasıl bir etkiye sahip olduğuna ve buna karşı nasıl mücadele verilebileceğine odaklanmak daha faydalı olacaktır.
Küresel kültürel hegemonyanın yayılma biçimine baktığımızda iki büyük dayatma ile karşı karşıyayız:
1. Çevremizi saran tüketim nesnelerinin kültürü belirlediği bir dünyada yaşıyoruz. Sahip olduğumuz nesneler bizim nasıl davranmamız gerektiği üzerinde büyük bir etkiye sahipler. Kitle iletişim araçları, çalıştığımız binanın mimari yapısı, eğlence biçimimizi şekillendiren nesneler… Çevremiz böylesine gündelik yaşantıyı şekillendiren tüketim nesneleri ile çevrelenmişken hangi kültürü hangi kültüre karşı savunacağımızı nasıl bileceğiz?
2. Küresel kültürel hegemonyasının kimliksizleştirici bir gücü bulunuyor. Kültür endüstrisi içine girdiğinizde artık siyahi, Koreli, Müslüman, Filistinli, kadın, engelli… değilsiniz. Artık nasıl olmanız, ne söylemeniz, nasıl konuşmanız, ne yapmanız gerektiği söylenen bir vitrin nesnesi hâline geliyorsunuz. Bize sunduğu şeyleri kimliksizleştiren küresel kültür, zamanla içimizi boşaltarak anlamın olmadığı bir dünyada bizi mankurt hâle getiriyor. Politik olarak neye itiraz etmemiz gerektiğini Netflix’ten öğrendiğimiz ya da internette dönen dümenleri anlatan bir belgeseli bu platformda izlediğimiz bir dünyada yerel kavgalar sizce de biraz anlamsız durmuyor mu?
Bir fıkra anlatayım: “Ey Müslüman genç! İnternette geçirdiğin saatler seni Allah’tan uzaklaştırıyor” minvalinde tanınmış bir kişinin sosyal medya hesabında bir paylaşımını görmüştüm. Fıkra burada bitiyor. Küresel kültürel hegemonyanın yayılma biçimi çok çeşitli ve kaçabileceğiniz bir delik yok. Bir günümüzün ortalama 8 saatini internette geçirdiğimiz bir dünyada rızamız çoktan alınmış demektir. Üstelik internetin sağladığı imkânlar sayesinde, küresel kültürel hegemonya aracılara da ihtiyaç duymayacak kadar güçlenmiş durumda. Yazının en başına tekrar bir atıf yaparak hatırlayalım. Türkiye’de Atatürk’ün şahsına ya da Kemalist ideolojiye yönelik bir saldırı ya da tehdit hissettiklerinde farklı platformlarda sert eleştiriler üreten ve bu söylemleriyle zaman zaman başarı da elde eden kültürel hegemonyanın Türkiye’deki taşıyıcıları, Disney+’ın Türk halkına hakaret olarak görülebilecek kararı karşısında kafalarını toprağa gömmeyi tercih etti. Satürn kendi çocuklarını yese de kimsenin pek umurunda değil, ama küresel kültürün acımasızlığını göstermesi açısından ders niteliğinde.
Hangi sermaye?
Kültürel nesnelerin metalaşması ile birlikte sermaye sahipleri kültürel üretim alanının önemli aktörleri hâline geldi. Bir sanatçı daha önce hayalini kuramadığı rakamlara eserlerini nasıl satabilir? Ya da bu eserleri birileri alıyor ise bu kişilerin kültürel üretim alanına etkisinin olamayacağını söyleyebilir miyiz? Sol bir jargonla ifade edecek olursak: Burjuva ve sanat ilişkisi modernleşme ile hep tartışma konusu olmuş, liberal demokrasinin hâkim olduğu ülkelerde sanatın gelişmesi için önemli bir unsur olarak görülmüştür. Günümüzde bu ilişkinin geldiği boyut ise korkutucu bir hâl almaktadır. Öyle ki yazının başlarında ele aldığımız Türkiye’de kültürel hegemonyayı kırmak için muhafazakâr sermayenin denkleme girme meselesi bu yeni bağlamda kendiliğinden sorgulanır hâle gelmektedir.
Günümüzde sermayenin kültür ve sanat üzerinde iki türlü etkisinden bahsetmek gerekir. Öncelikle kültür ürünleri burjuvanın elinde birer sermayeye dönüşmektedir. Bu bakımdan metalaşmaktadır ve sembolik anlamlarını yitirmektedir. Resim, heykel gibi belirli sanat dalları kültür endüstrisinin pahalı birer metasıdır artık. Nesnenin ne olduğunun bir önemi yoktur, önemli olan o şeyin altındaki imzanın kime ait olduğudur. Metalaşmanın boyutu, sanatı topluma mesaj ileten bir kültürel üretim biçimi olmaktan çıkarır. Bu durum Türkiye için de aynen geçerlidir. Mesela Mehmet Güleryüz’ün “Birden Bir Melek Geçti“ isimli tablosu 2008 yılından beri neredeyse her yıl el değiştirir ve her satışta tablonun değeri yüzde 50 oranında artar. Metalaşmanın getirdiği anlamın yitirilmesi, bayağılaşma ve disneyleşme sanatçılara daha önce hiç hayal edemeyecekleri meblağlar elde etmelerini sağlıyor. Bu durum ise kültür ve sanat piyasasına bu yeni dilin hâkim olmasına yol açıyor ve sanatçılar bunu kendi elleri ile yeniden üretiyor.
İkinci etki ise sermaye sahiplerinin sanat alanına yaptıkları doğrudan ve dolaylı yatırımlarla kültürel üretim biçimlerini etkilemeleridir. Bu küresel çapta bir sorundur. Müzeler, petrol şirketleri tarafından desteklenir; büyük etkinliklerin sponsorları özel bankalardır; büyük şirketler açtıkları galeri, müze ve sanat merkezleri ile üretim biçimleri üzerinde bir tahakküm kurmaktadırlar. Türkiye’de de Başta Eczacıbaşı olmak üzere, Koç, Sabancı, Kocabıyık (Borusan Holding), Şahenk (Doğuş), Zorlu gibi aileler sahip oldukları müze, sanat evi ve galerileri ile Türkiye’deki sanat piyasasını ellerinde tutmaktadırlar. Sanatçıların daha tanınır hâle gelebilmek için bu ailelerin desteklediği sergilerde yer almaları gerektiğini fakat bunun için onların istediği şekilde üretim yapmak zorunda olduklarını çeşitli mülakatlarda ifade edilmişti. İşin aslı Türkiye’de kültürel hegemonya dilinin, ideolojik olmaktan ziyade ekonomik sermayenin istekleri etrafında şekillendiğini söylemek yanlış olmaz.
Anna Khachiyan 2018’de gelinen noktayla ilgili şöyle demişti: “Sanat serbest piyasanın prestij ekonomisi, yani tüm gösterişiyle küresel finansa yapışık olarak kaldığı sürece, siyasi değişim için işe yarar bir araç olamaz.” Yani sanat ve sermaye ilişkisi böyle kurulmuş ise buradan toplumların yararına bir sonuç beklemek anlamsız olacaktır.
Mevcut durumda, Albaraka Türk gibi birkaç istisna hariç, muhafazakâr sermaye olarak isimlendirilen ve genelde MÜSİAD ile özdeşleştirilen iş adamları ya da şirketlerin bir önceki paragrafta bahsettiğimiz tarzda kültür ve sanat alanına büyük yatırımları yok. Aslında MÜSİAD bundan yaklaşık 8 yıl önce kültür politikalarıyla ilgili bir rapor da hazırlatmıştı ama bu raporun ardından kurumsal bir kültür politikası üretmedi. Fakat muhafazakâr sermayenin kültür sanat alanını destekleyip desteklemediğini tartışmak istemiyorum. Asıl cevabını merak ettiğim soru şu: Eğer ilgileri olsa nasıl olur? Sermayenin önüne hangi sıfatı eklediğimizin bir önemi yok, kültürel üretim alanında sermayenin rolü yukarıda bahsettiğimiz sembolik hayatın ticarileşmesi şeklinde olacak ise sonuç yine kültürel üretim alanının metalaşmasının devam ettirilmesi ya da denklemde olmayan Türk İslam sanatlarındın da metalaşmasının hızlanması olacaktır.
Muhafazakâr sanata ve sanatçıya sahip çıkması beklenen sermaye sahiplerinin denklemdeki rolleri doğru bir şekilde belirlenmediği takdirde, karlı bir yatırım olan kültür endüstrisi içinde mevcut sistemi yeniden üreten aktörlere dönüşebilirler ki kapitalizmin kendi dişlileri döndüğü müddetçe bunu kimin çevirdiğini çok da önemsemediğini biliyoruz.
Hangi iktidar?
Sosyal bilimlerde bir kavram kargaşası yaşıyoruz. Sadece bu yazıda: muhafazakâr-dindar ve iktidar-hegemonya kavramlarının birbirinin yerine kullanıldığını fark etmişsinizdir. Temelde ayrı şeylere işaret eden bu kavramları gündelik dilde birbirini kesen kümeleri ihtiva edecek şekilde benzer anlamlarda kullanıyoruz. Kültürel iktidarı da özünde hegemonyadan ayıran bir şey var ki buna yukarıda temas ettik. İktidar ile hegemonya arasında belki en önemli farkın, Chomsky’ye atıfla, rızanın imalatı olduğunu söyleyebiliriz. Mesela Türkiye’de tek partili dönemde Batılılaşmayı hedefleyen bir kültürel iktidar vardı, toplumsal rızayı filan da gözetmiyordu. Hegemonya ise yanlış bilincin bir sonucu olarak doğru olanın kendinize dayatılan olduğunu zannetmemizdir. Bu bağlamda Kemalist düşünce dindar kesim üzerinde kültürel bir iktidar kurmuş, bu fikri benimseyenler üzerinde ise hegemonya inşa etmiştir. Tek parti dönemi bitse bile bu hegemonya etkisinde olan yanlış bilince sahip kişiler, Batı’nın kültürel olarak üstün olduğu yanılsamasını devam ettirmiş ve kültürel üretim alanında bu fikir başka düşünceleri reddeden bir şekilde varlığını sürdürmüştür. Bu açıdan şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Kimse bugün bizim üzerimizde bir kültürel iktidar kurmamaktadır. Fakat kültürün nasıl olması gerektiğine dair hegemonik ilişki devam etmektedir. Bununla birlikte, küresel kültürün artık bir aracıya bile ihtiyaç duymadan bizi Matrix filmindeki gibi bir simülasyonun içine sokması tartıştığımız konuda yeni soruları ortaya çıkarmaktadır. Mevcut hegemonik ilişkinin yıkıldığını var sayalım; yerine nasıl bir kültürel yapı çıkacak?
Foucault’un post-yapısalcı yaklaşımının insanı kendi içine çeken ve okudukça “vay be!” dedirten bir yönü vardır. Fakat bir kitabı okuyup bitirdiğinizde Foucault’nun yıktığı bir yapının enkazından başka bir şey kalmadığını görürsünüz. Post-yapısalcılar ve yapı-sökümcüler iyi birer yıkıcıdır ama alternatif üretmezler. Yine kötü iktidarların çeşitli müdahalelerle nasıl yıkıldığına son 20 yılda defalarca şahit olduk. Irak, Libya, Mısır… Peki sonrasında kaostan bir düzen kurabildiler mi? En normale dönen Mısır, şimdi Hüsnü Mübarek’e rahmet okuyor. Ne demek istediğimin anlaşıldığını umuyorum. Bazen kötü bir şeyin bitmesine o kadar odaklanıyoruz ki sonrasında ne yapacağımızı bilemiyoruz. Türkiye’de mevcut kültürel hegemonyanın çok bir gücü kaldı mı? Bunu yıkmak ne anlama geliyor? Yerine nasıl bir yapı ortaya çıkacak? Bu sorular üzerine pek düşündüğümüzü zannetmiyorum.
Tekrar küresel kültürel hegemonyaya dönmek istiyorum. Bence “x toplantısında PKK övüldü”, “z yürüyüşünde aile yapımızı tehdit eden sloganlar atıldı”, “Bunlar hep kültürel iktidar” gibi sığ bir kavgadan kendimizi sıyırıp kültürel sermayesi tahmin ettiğimizden çok daha düşük olan ama iletişim araçlarının gücünü kullandığı için sivrilen mahallenin çocukları ile uğraşmayı bırakmamız gerekmektedir. Dünya hiç olmadığı kadar küresel kültür endüstrisinin kontrolü altında. Spotify, Youtube Müzik, Netflix, HBO, Disney+, Marvels, Hollywood, Twitter, Instagram, Tiktok… İsimlerini yazarak reklamlarını yaptığım için kendimden utanıyorum ama bu platformlarda çocuğumuzla geçirdiğimizden çok daha uzun süre vakit geçiriyoruz. Bir olaya reaksiyon gösteren insanlara reaksiyon gösteren insanları ya da evini temizleyen kişilerin videolarını saatlerce izliyoruz. Kültürsüz, normsuz, her şeyin mübah olduğu, fetişleşmiş bireyselliğin üfürüldüğü bir gaz kütlesine dönüşüyor dünya. Ayaklarımız yerden kesildiğinde ve şişman birer balona dönüşmeden sâde bir fikir etrafında birbirimize tutunmamız gerekiyor.
Son olarak, Boğaz’da Arap turistler için bangır bangır mezdeke çalıyor, normalde de Batı pop müzikleri. Turistler daha çok para bıraksın diye ne isterlerse yapıyoruz. Çok sakin bir futbolcu vardı, Türk liginde oynamaya başlayınca sürekli hakeme itiraz etmeye başladı. Yayalara saygı duymuyoruz mesela. Bir süre sonra araç kiralayan İngilizlerin emniyet kemeri takmadığını görüyorum. Daha gündelik hayatımızı bir düzene koyamadık. Sağcısı, solcusu, seküleri, dindarı, genci, yaşlısı… Hepimiz böyleyiz maalesef. “Kültürel hegemonya var ve onunla mücadele etmeliyiz” diyerek bir hegemonya yıkılır mı emin değilim. İktidar boşluk kabul etmez; ya sizin sözünüz geçiyordur ya da diğerinin. Mevcut kültürel havayı beğenmiyoruz ama bir hegemonya yıkmak yerine başka bir düşünce biçimin yerleşmesi eski evi yıkıp yenisini yapmak gibi somut bir şey değil. Norveçli bir arkadaşıma Jante yasasını sormuştum, İskandinav ülkelerinde gündelik hayatta herkesin bir parça bu kanunları taşıdığını söylemişti. Japonlar çalışma etiğine “monozukuri” diyorlar mesela. Yaptığın iş basit bile olsa onu mükemmel yapmaya çalışmak için kullanılıyor. Bu ülkelere öykünmüyorum ama bizim dünyaya bakış açımızı belirleyen böyle sade bir düşünce temelimiz var mı? Ya da başkalarından farklı bir dünyaya bakış açımız var mı; Türkler de böyle yapıyor diyecekleri?
Batı’ya bakıp kendimizden utanmayı bıraktık, tamam, öyle ise bu ülkeye ait bir karakter göstermeliyiz.
Mevcut hegemonyanın alternatifini yaşamaya başladığımızda zaten onu yıkıyor olacağımıza inanıyorum.