Trafik trafikten fazlasıdır

MEHMET ALİ AKYURT
Abone Ol

"Şehrin insanı"na ibret olarak trafik geometrisinin farklı konumlarında bulunduğu anları hatırlamak yeter. Yeşil ışığın bir an önce yanmasını ya da sıkışmış kaotik bir anda yolumuza devam etmeyi istememiz çok normaldir. Arabamızda bir yere geç kalmışken "şuradan geçivereyim" diye düşünebiliriz. Fakat trafik arabasıyla, yayasıyla alt ve ara türleriyle, tüm konumlarıyla bir bütündür. Tam o anda bunu, kendimizin de hayatımızın farklı anlarında trafik konstellasyonunun farklı konumlarında bulunduğumuzu hatırlayabilirsek ne mutlu bize.

Adamın biri akşamüzeri eski püskü arabasıyla yolda kalmış. Otobanda güç bela sağa çekmiş. Bakmış ki elinden gelen bir şey yok, geçenlere işaret edip yardım istemeye başlamış. Çok geçmeden bir adam son model arabasıyla yanaşmış. O da bakmış ama işin içinden çıkamamış. Emektarı arkaya bağlayıp en yakın tamirciye kadar çekmeyi teklif etmiş. Arabanın sahibi mahcup, memnun, yola çıkmışlar. Bir sorun olursa selektör atacakmış. En yakın çıkışa da epey yol var. Lüks arabanın sahibi alışkanlık, sola geçiyor, külüstürün sahibi kendini hatırlatmak için selektör atıyor. Bir iki derken, arkadaki arabayı unutan adam, kendisi gibi bir araba ile yarışa girişmesin mi? Yol kenarında bir ekip radarla yolu izliyormuş. Durumu gören memur şaşkın amirini aramış. “Amirim, iki son model araba otobanda yarışa tutuşmuşlar.” “E,” demiş, amiri “ne var bunda?” “Ama,” demiş polis amirine, “arkalarında bir Şahin, selektör atıp yol istiyor.”

Araba arabadan fazlasıdır

Hepsi araç sahibinin kendisini dışa vurduğu mecralar, sözlü ve sözsüz mesajlardır.

İnsanları dış görünüşlerine göre yargılamak biz şehir ahalisinin önde gelen hususiyetlerinden. Bu durum sadece insanlar değil, arabalar için de geçerli. Arkadan beyaz farın selektör atmasıyla kendimizi orta şeritte buluyoruz da, sarı farda biraz ayak sürüyebiliyoruz. Işık yüksekten geliyorsa ayrı, hizamızdan geliyorsa ayrı davranıyoruz. Stop lambalarının şeklinden marka model tahmini yapmaya çalışıyoruz. Hele gündüz gözüyle, görünüşe göre ürettiğimiz yargılar daha da çeşitleniyor. Daha kesin bir marka model tahminine sürücüye dair profilleme de ekleniyor. Sürücünün cinsiyetine, yaş ya da kılık kıyafete göre sahip olduğumuz etiketlerden birini yapıştırıveriyoruz. Ekonomik durum, eğitim ya da dindarlık seviyesi gibi açılardan konumlandırıyoruz. Araba ile şoförü toplamda yerleştirdiğimiz konum, trafikte aramızdaki etkileşimi büyük ölçüde şekillendiriyor. Büyük şehirde karşılaştığımız insanları tanımadığımız için dış görünüşlerine göre yargılayıp onlara öyle davranmamız gibi, karşılaştığımız arabaların da hiçbiri tanık değil. Ve bu fasılasız etiketlemeler, trafik akışı içinde “araba”lara nasıl davrandığımızı, yol verip vermediğimizi, ne kadar nazik davranıp davranmadığımızı derinden etkiliyor. İşin içine taksi, dolmuş, minibüs, otobüs, kamyon, tır gibi trafik sisteminin farklı kastlarını da kattığımızda bu durum daha da çarpıcı bir görünüm alıyor. Öyleyse trafik dediğimiz sadece trafik değil, arabalar arası bir sürekli karşılıklı etiketleme ve etkileşim süreci. Bir başka deyişle, arabaların toplamından fazlası.

Araba ile şoförü toplamda yerleştirdiğimiz konum, trafikte aramızdaki etkileşimi büyük ölçüde şekillendiriyor.

Dışarıdan bakan olarak âdeta sahibiyle arabası arasında özdeşlik kurar, en azından ikisini bir bütün olarak tahayyül ederiz. Renk ve model seçiminden kalkıp yorumlar yaparız. “Tam senlik araba” deriz. Post-fordist dönemin ürün çeşitlenmesinin elverdiği ölçüde arabayı öznel bir şey olarak düşünürüz. Buna benzer bir durum, arabanın bizzat sahibi için de geçerli sayılabilir. Arabamız sadece yabancıların gözünde değil, bizzat bizim için de arabadan fazlasıdır.1 Mesela arabamız ne olduğumuzu ifade edebilir. Ona çeşitli anlamlar yükleyebiliriz. Yahut ne olmak istediğimizi de anlatabilir. Örneğin Latife Tekin’in Berci Kristin Çöp Masalları’nda Halilhan’ın Volvo’su böyle bir yönelimi ifade eder. Salt bir statü göstergesi değildir burada araba; adeta canından bir yongadır. Kanlı canlı, sahibinin bir uzvuna, uzantısına, rüyasına, bilinçdışının bir dışavurumuna dönüşmüştür. Arabasını canı gibi seven; hafta sonları sevgilisiyle buluşmaya gider gibi yıkamaya götüren; onunla adeta bir canlıyla; at, keklik, güvercin ya da köpeğiyle kurduğu gibi ilişki kuran; ona gözü gibi bakan, ufak tefek tadilatlarını bir bebek ihtimamıyla gören erkekler de yok değil gerçekten. Öyleyse trafiğin temel parçası olan araba, sahibi için de arabadan fazlasıdır.

Trafiğin aktörleri arasında tek birine takılıp kalmamak bize öte yandan gerçekliğin çok yönlülüğüne dair, Raşomonvari bir zenginlik kazandırır.

Modifiye arabalar, ses sistemleri, sair aksesuarlar, yapıştırmalar, ön panele yerleştirilen kafa sallayan köpek, aynaya asılan koku, vites koluna sarılan tespih, arka cama yapıştırılan Atatürk imzası, tuğra ya da Ömer Halisdemir portresi, esprili ya da manidar yazılar… Hepsi araç sahibinin kendisini dışa vurduğu mecralar, sözlü ve sözsüz mesajlardır. Seri üretim bir arabanın anonim mekânını mekânlaştırmaya, farklılaştırmaya, öznelleştirmeye yönelik eylemlerdir. Koku da müzik de bazen görünmez birer unsur olarak bu sürece katılır, gözlerden gizli doldurduğu mekâna kendi rengini verir. Hele bir taksici, plaka sahibi-taksici ayrımı derinleşmeden öncesi için, hem ekmek teknesi hem adeta evi olan taksiyi âdeta donatacak, kendi rengine bulayacaktır. Minibüs, dolmuş ve özel halk otobüsleri de bu kabîldendir. Kamyon ve tır şoförleri söz konusu olunca araç sadece âdeta değil, lafzen de ev şeklini alır. Bu da dekorasyona mesajın yanı sıra bir pratiklik boyutu kazandırsa da, öznellik yeni bir boyut kazanarak katmerlenmiş olur.

Yol yoldan fazlasıdır

Marc Augé’ye göre öyle bildiğimiz yerlerden değildir; “yer olmayan”dır. Yani bu tür mekânlar o kadar kurallı ki, insan buralarda irade sahibi bir varlık olarak mevcudiyetini sürdüremiyor.

Başta aktardığım fıkrada gerçekliğe uymayan ya da kuralları hiçe sayan bir taraf var. Normalde otobanın kenarında durmak yasaktır mesela. Hadi acil durum, zaruret, durdu. Otobanda bir arabanın diğer bir arabayı çekme halatıyla bağlayıp götürmesi tahayyül bile edilemez. Otoban bu açıdan Marc Augé’ye göre öyle bildiğimiz yerlerden değildir; “yer olmayan”dır. Yani bu tür mekânlar o kadar kurallı ki, insan buralarda irade sahibi bir varlık olarak mevcudiyetini sürdüremiyor. Gerçekten de otobanda sadece kenara çekip durmak, birini beklemek ya da yolcu indirmek değil, 40’ın altında seyretmek bile yasak. Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451’indeki distopik dünyada karşımıza çıkan otoyolda yavaş gitme yasağı da buna benzer bir tezahür. Trafik kurallı, rasyonel, araç ve yaya akışını optimize edecek şekilde düzenlenmiş bir yapı.

Ray Bradbury, Fahrenheit 451.

Öte yandan insanın işin içinde olduğu bütün yapılar gibi öngörülemezlik niteliğini hâlâ muhafaza ediyor. Trafiğe çıkınca kuralların ne kadar bağlamsal olduğunu daha iyi anlıyoruz. Sadece ambulans gelince ya da trafik polisi ortaya çıkınca, mevcut kuralların bir an askıya alınması, daha doğrusu başka kuralların devreye girmesi değil. Trafiğin bütün akışı, hızlanmalar, yavaşlamalar, toplu kural ihlalleri o kadar bağlamsal, o kadar trafik akışının sosyalliğine bağlı ki... Kurallığın tezahürlerinin farklılaşmasını şehirler arası bir karşılaştırma ile yakalamak da mümkün olabilir. Buna göre her şehrin trafiği, o şehir hangi organize edici ilke etrafında dönüyorsa aynı ilke etrafında şekillenir. Mesela İstanbul insanların işinde gücünde olduğu, salt ticaret değil belki ama iş ve gücün akması üzerine kurulu bir şehir dersek, İstanbul trafiğinin de akışı öncelediğini; belli bir pragmatizm, umursamazlık ve pratik ihtiyaçların giderilmesinin hâkim olduğunu söyleyebiliriz. Buna karşılık belki konforun, servetin, statünün ya da bir çeşit kalenderliğin hâkim olduğu taşra trafiklerinden de söz edebiliriz.

Otobanda piknik yapamazsınız, karşıdan karşıya geçemezsiniz. Yolları kendinize yurt belleyemez, oraları yaşam mekânı haline getiremezsiniz. Ama yine de kullanıcıların kurallarla dansı, yolları kendine has mekanlar haline getirebilir. Mesela Tarlabaşı bulvarından ya da Şişli tarafından süratle gelip Taksim Meydanı’nın altında EDS ile denetlenen alt geçide giren bir taksinin ceza yiye yiye düzene girmiş aşırı ön ilikleme tavrı bile, salt bir kurallara uyma davranışı olarak değerlendirilemez. Zira aynı araç başka yerlerden geçerken bu derece saygı göstermez. Yabancıların şaşkınlığı da sahneye katılınca tereddütler, yavaşlamalar, tedirginlikler, salınımlar ve uyumlanmalarla âdeta bir artistik buz pateni gösterisi ortaya çıkar. Radar haberleşmeleri, uzlaşımsal tünel çıkışı süratlenmeleri vb. ile en kurallı yollar bile kurallara verilen toplumsal tepkiler yoluyla öznelleştirilir, kültürelleştirilir.

Örneğin Latife Tekin’in Berci Kristin Çöp Masalları’nda Halilhan’ın Volvo’su böyle bir yönelimi ifade eder. Salt bir statü göstergesi değildir burada araba; adeta canından bir yongadır.

Bir de yolun yolu vardır. Kaldırım, yol kenarı ya da refüj gibi “kenar”lar birtakım insanlar tarafından yeniden mekân hâline getirilir. Geçişin geçişi iki değillemenin pozitife ulaşması gibi tekrar bir mekânlaşmaya kapı açar. Birileri otoban kenarında piknik yapar mesela. Evsizler yol aralarına çadır kurar, tren yolunun yamacına barakalar inşa eder. İşportacılar kaldırımın geniş kısımlarını ekmek teknesine çevirir. Yolun kendisi değilse bile, “yolun yolu” “yer olmayan” olmaktan kurtulur, mekânlık vasfını geri kazanır. “Yolda durmak”la ilgili bir Hadis-i Şerif’te de nitekim “yolu kapatmamak” ve “selam almak” şart olarak konur. Yani yolda durmak, yasaklanmak yerine asgari bir düzenlemeyle caiz kılınır. “Yolu kapatmamak” yolun genişliğinin mümkün kıldığı, pratik bir boyuttur: Yol yol olmaktan çıkarsa yolun durulan yeri de yolun kenarı olmaktan çıkar. Dolayısıyla yolda durup yolu kapatan kişi evvela kendi durumunu tehlikeye atmış olur. Bu yüzden bu yasak adeta mantıksal bir yasaktır. “Selam almak” şartı ise toplumdan kopmamak, yoldan geçenlerle birlikte olmak gibi bir anlama gelir. Yolun makul bir kısmını kapatmanın zekatı gibidir. Yolu kendi mekânınız kılabilirsiniz ama yolun üzerinde başkalarının da hakları olduğunu ve yolun toplumsal bir varlık olduğunu unutmadığınız sürece.

Yaya yayadan fazlasıdır

Trafik dediğimiz sadece trafik değil, arabalar arası bir sürekli karşılıklı etiketleme ve etkileşim süreci. Bir başka deyişle, arabaların toplamından fazlası.

Son olarak yaya trafiğini de bu bağlamda söz konusu etmek yararlı olabilir. Yürüme hızlarının kültürelliği dünyanın farklı noktalarına seyahat etmiş herkesin tespit edeceği bir şeydir. Metrobüs temposuyla bir “sakin şehir”e giderseniz ayaklar birbirine dolanabilir. Önünüzdekinin ayakkabısına basmamak için ilave bir çaba harcamanız gerekebilir. Öngörülmüş bisiklet ve yaya yollarının olduğu bir kent planlama seviyesinde yayalar kendi yollarına hapsedilmiştir bir bakıma. Yayanın bir noktadan bir noktaya nasıl, hangi güzergâhtan gideceği kent plancıları tarafından ince ince düşünülmüştür. Yaya yolunun netleştirilmediği bir kentte ise her yer yayalarındır. Ama bu aşırı yapılandırılmamış bir özgürlüktür. Verilmiş kanuni bir hak değil, fiilliyatta alınmış bir haktır. Bu anlamda yayalar, özel olarak kendilerine ayrılan herhangi bir yol olmadığından kendilerinde bütün mekânları yol yapma hakkı görürler. Yayaların pratikleri çoğu zaman plancıların planlarının ötesine geçer. Bir parkta çimenliğin içinden geçirilen yaya yolları çoğu zaman yayalar tarafından açılan yeni keçi yolları ve patikalarla zenginleştirilip çeşitlendirilir. Matematik en kısa yol hesabı ne kadar doğru da olsa bu hesaplanmış yollara yeni pratik, kültürel, öngörülemez, en azından öngörülememiş yollar eklenir.

Trafiğin tarafları ve bir ibret

Bisiklet, motorların ya da elektrikli scooterların normalde birer araçken ve temelde arabalarla benzer kurallara tabi iken, çok zaman yaya gibi davranmaları, yaya olmanın getirdiği mutlak özgürlüğün cazibesiyle ilgili olmalıdır.

Bir de trafiğin ara formları, ne araba ne yaya olan, fakat yayalar kadar bile tanımlanmamış aktörleri vardır. Bunlar da tabii olarak işlerine gelince araba, işlerine geldiğinde ise yaya gibi hareket ederler. Bisiklet, motorların ya da elektrikli scooterların normalde birer araçken ve temelde arabalarla benzer kurallara tabi iken, çok zaman yaya gibi davranmaları, yaya olmanın getirdiği mutlak özgürlüğün cazibesiyle ilgili olmalıdır. Bu türler arasıların çoğalması trafiğin kaotik akışına mütevazı bir katkı yapar ve kuralsız kurallılıkların kurallı yapı içindeki oranını katmerler. Boğaz köprüsündeki girilmez tabelasıyla hatırladığımız at arabaları tamamen tasnif dışı gibi görünse de, örneğin Gedikpaşa’da yeniden popülerlik kazanan üç tekerlekli motorların (pırpır veya Hindistan’daki ismiyle “rikşa”) trafikte kendini göstermesiyle bu yönde bir gelişme ortaya çıkabilir.

Post-fordist dönemin ürün çeşitlenmesinin elverdiği ölçüde arabayı öznel bir şey olarak düşünürüz.

Trafiğin aktörleri arasında tek birine takılıp kalmamak bize öte yandan gerçekliğin çok yönlülüğüne dair, Raşomonvari bir zenginlik kazandırır. Yolu dünyadan geçen bir yolcuya, yani insana, ibret olarak hayatı boyunca geçtiği safhaları hatırlamak yeter. Bunu hakkıyla yaparsa hayatının geri kalanında geçebileceği safhaları tahayyül etmesine gerek kalmayabilir. Aynı şekilde “şehrin insanı”na da ibret olarak trafik geometrisinin farklı konumlarında bulunduğu anları hatırlamak yeter. Yeşil ışığın bir an önce yanmasını ya da sıkışmış kaotik bir anda yolumuza devam etmeyi istememiz çok normaldir. Otobüste sıkış tepiş durumdayken toplu taşıma araçlarına öncelik verilmesi gerektiğini düşünebiliriz. Yağmurda yaya olarak ıslanırken yayaların geçiş hakkı olduğu kanaatine varabiliriz. Arabamızda bir yere geç kalmışken “şuradan geçivereyim” diye düşünebiliriz. Fakat trafik arabasıyla, yayasıyla, alt ve ara türleriyle, tüm konumlarıyla bir bütündür. Tam o anda bunu;, kendimizin de hayatımızın farklı anlarında trafik konstellasyonunun farklı konumlarında bulunduğumuzu hatırlayabilirsek ne mutlu bize.

1. Bazen de tam tersi olur. Araba, sahibinin gözünde arabadan azdır. Örneğin arabasını bir yatırım aracı olarak gören biri için finansal bir değerdir, bir nesne ya da varlıktan çok, paraya soyutlanıp indirgenmiş bir “nesnemsi”dir