Tasavvuf günümüzün psikoterapilerine ne söyler?
Tasavvuf İslam’ın iç/bâtıni boyutu olarak tarif edilebilir.Tasavvufi düşünceden neşet eden sufi psikolojisi, ruhu metafizik ve kozmik olandan ayırmaz. Metafizik, bu psikolojinintemelini ve niteliksel ölçütlerini sağlar. Bu yönüyle de empirik psikolojinin bir parçası olarak anlaşılamaz.
Kur’an, “Nereye dönerseniz dönün, Allah’ın yüzü oradadır” buyurur (2:115). İslam antropolojisi, insanları hür iradeleriyle Tanrı’yı dünyaya, hakikati gerçekdışına tercih etmiş varlıklar olarak görür.
Kur’an’da Tanrı’nın hür iradeyle tercih edilişi “emanet” olarak isimlendirilir. İnsan göklerin ve yerin yüklenemediği bir emaneti yüklenmiştir.
Yüklendiği aslında hür irade, sevgi ve birleşme gücüdür. İnsan tabiatı teomorfiktir, zira Tanrı’dan kaynaklanmakta ve Tanrı’nın insanın içine yerleştirdiği niteliklerle diğer varlıklardan ayrışmaktadır. Biz insanlar teomorfik tabiatımızdan (Tanrı’nın suretinde yaratılmak) dolayı ilahi ad ve sıfatların bir aynası hâline gelebiliriz.
Bu bizim gerçekte kim olduğumuzun bilgisine sadık ve uygun davranmamız anlamına gelecektir. Bu anlayışa göre insan Tanrı’nın isim ve sıfatlarının aynasıdır. Tabiatımız tamlığı yansıtır ve ancak tamlıkla sükûn buluruz. İnsan, kendi özündeki cevheri bulabilmek ve “benin içindeki ben”i keşfedebilmek suretiyle kendi dünyevi benliğinin üzerine yükselebilecek bir varlıktır.
Hz. Peygamber, “Bana eşyanın hakikatini göster” diyerek bu hakikat arayışını, kabuktan öze bu yolculuğu özetlemiştir. Ruhun tekemmül sürecinde tasavvuf, belirli dua ve virdlerin okunması, yüksek tefekkür yöntemleri, erdemlerin beslenip büyütülmesi ve bütünleşme çabalarıyla “yolcu”ları eğitir. Amaç içsel özgürlüğün kazanılması, hırs ve arzulardan ruhun temizlenerek duyuların ötesine geçen bir idrake ulaşılması ve tam bir uyanıştır.
Bütün kadim öğretilerde olduğu gibi tasavvufta da hayat bir yolculuk olarak resmedilmekte ve bu yolculukta insanın geçmişin çatışma ve yüklerinden yavaş yavaş arınarak gerçek benliği keşfetmesi istenmektedir.
Gerçek benlik, üzerine Allah’ın ışığının düştüğü; hırs, tamahkârlık ve hasetten arınmış bir benliktir. Arınmış kalbin ayna metaforuyla anlatılması, onun vazifesinin sadece Allah’ın güzelliğini bize yansıtmak olduğunu söyler.
İnsan varoluşun bu daha olgun düzeyinde ne kâinatı ne de diğer insanları tahrip ve istismar etmeyi düşünür, iyilikte meleklerle yarışır.
İşte sufi psikolojisini günümüzün kimi maneviyatsız psikoloji öğretilerine nazarla farklı kılan noktalardan biri budur: İnsan ruhu tekemmül edebilir, iyiye doğru evrilebilir, bencilce arzularından sıyrılarak huzur ve itminan bulabilir.
İnsan ızdıraplarından fazlasıdır. Yeri geldiğinde ızdıraba tahammül ve kadere/kaçılmaz olana rıza göstermek de insanın olgunluk yürüyüşünde bir basamak olabilir.
Tasavvufi psikoloji, kaotik modern dünyada ruhu bütünleştirmek ve içsel uygulamalar ve yöntemler yoluyla niyetleri arılaştırmak ister.
Tasavvuf, psişe ile bir soyutlama olarak, havada kopuk bir biçimde asılı kalmış bir zihin olarak ilgilenmez. Kişinin duruşu, oturuş ve yürüyüşü, geleneksel nezaket ve adabı gibi bütün unsurlar ruhun hayatında önemli bir yer tutar.
Tanrı’nın zikri temel ibadettir ve yakın içsel gözlem yoluyla kişinin kendi içindeki ilahi özü keşfetmesi istenir. İnsan, “zübde-i âlem” olarak bir mikrokozmostur, o “ahsen-i takvim”dir, yaratılmışların en güzelidir, Tanrı’nın yeryüzündeki “halife”sidir. Duyuların ötesine giden bir idrak için sıklıkla “örtülerin kaldırılması” bir metafor olarak kullanılır.
Bilgi, ilim veya marifet yoluyla elde edilir. Zahirî bilgi, ilim; sufilerin tecrübi/sezgisel yolla doğrudan edindikleri bilgi, marifet olarak isimlendirilir.
Örnek vermek gerekirse balın kimyasal özelliklerini öğrenmekle balı tatmak gibi. Peki kişi marifete nasıl ulaşacaktır?
Tanrı’nın hatırlanışı ve anılması (zikir), bir yanılsamalardan arınma ve gerçek benliğe ulaşma yolu (tarikat) ve bu yolda bir kılavuz yol gösterici, manevi bir rehber (şeyh, pir) sayesinde. Temel amaç “fenafillah”tır yani Allah’ta yok oluş.
Arzu, tutku ve hırsların, dünyevi endişelerin yüce bir ülkü adına eritilmesi. Sufi kendilik bilincini bir kenarda bırakır ve sadece “Tanrı eri” olarak Tanrı’nın bilincini kuşanmak ister. Bu eriyişten bir sonraki safhada yeniden doğuş vardır: “bekabillah”. Sufi kendi varlığının farkındalığına yeniden varır, ancak bu kez, Tanrısal bilincin hatırasını mu hafaza etmektedir.
Bu durum daha yüksek bir bilinç seviyesi olarak kabul edilir zira kişi artık dünyada tam bir işlev gösterebilmektedir.
Artık “El işte, gönül Hak ile oynaşta”dır. Fena ve beka arasındaki ayrım kabaca sarhoşluk ve ayıklık olarak tarif edilebilir. İbn Arabi, tasavvufu “Tanrı’nın vasıflarını içselleştirmek” olarak tanımlamıştır, bu ifade; Tanrı’nın suretine girmek, ilahi vasıf ve nitelikleri, her türlü erdemi yüceltmek ve ülkü edinmek olarak okunabilir.
Tanrı madem insanları kendi suretinde yaratmıştır ve insan da onun emanetini taşıma ödevini üstlenmiştir, o hâlde ruhunda gizil bir hâlde yatan ilahi özellikleri gerçekleştirmek insanın ödevidir. Bu yolda ilahi özelliklerin insanda nasıl açığa çıkarılacağını bilen öğretmenlerden yardım alınır.
Sufi öğretmen ve kılavuzlar Tanrı’ya yükselen yoldaki duraklara (makamat) ve hâllere (ahval) çok dikkat ederler.
Kişinin bir makam veya hâlden diğerine evrilirken geçirdiği manevi dönüşümler ve sonunda varılan temkin safhası, onların yakından takip ettiği süreçlerdir.
Kişi tövbe, zühd, tevekkül, fakr, zikir, sabır, şükür, rıza, duraklarından geçer ve nihai durağa, sevgi (muhabbet) durağına ulaşır.
Asıl olan biçimden öze, suretten manaya varmak ve kabuğun içindeki inciyi bulmaktır.
Hz. Peygamber “Kendini bilen Rabbini bilir” demiştir, o hâlde marifet, bize şeylerin daha derin bir bilgisinin kişisel dönüşüm ve hikmetle olabileceğini söyler.
Peygamber ifadesinde de belirtildiği gibi böylesine bir bilgi hem kendilik hem de Tanrı bilgisi gerektirir ve kitaplarda bulunmaz. O zaten kalpte medfundur, derinlerde gömülüdür.
Cehalet, unutkanlık, dışa dönük etkinlikler veya rasyonel düşünce onun üzerini örtmektedir. Bu bilgiye erişim ancak insanın tekemmülüne inanan bir yolu izlemekle mümkündür.
“Sen düşünceden ibaretsin” diye yazar Mevlana, “kalanın doku ve kemik. Eğer gül düşünürsen gülistansın, diken düşünürsen külhanda yağ”.
İnsanın mutlak tekemmülü, içindeki ilahi özün, ondan yaratıldığı ilahi nefesin açığa çıkarılmasıdır. Hedef varlığın birliğidir (vahdet-i vücud).
Böylesi bir içsel keşif yolcusu, kendi yanılsama ve bencilce arzularından arınmak suretiyle olgunluk yolunda ilerler ve insan-ı kâmil olmak yönünde çaba harcar. Bu mükemmeliyete vardığında ise, ilahi ve insani olan arasındaki duvar ortadan kalkar. Tasavvufun temel amacı insanların gözlerini (kalp gözü) açıp görmelerini sağlamaktır.
Sayısız Kur’an ayeti ve Peygamber sözü, değişik imge ve ifadelerle bu hedeften dem vurur. Bu ifadelerden birisi de “tezkiyetün nefs”tir, yani Tanrı’ya giden yolun “ruhun arıtılması” yolu olduğudur.
Kur’an’da şöyle buyurulmaktadır: “Kim kendini geliştirip arındırırsa o kesinlikle ebedî mutluluğa ulaşacaktır, kim de kendini geliştirmeyip (içindeki iyilik tohumunu) çürütürse o kesinlikle kaybedecektir” (Şems Suresi: 7-10).
Bu ayete göre ancak ruhlarını arındıranlar kurtuluşa ermiştir ve ruhlarını gömenler ise son menzile yapılan yolculukta pişman olacaklardır.
Sufinin vaktin/ anın evladı olduğu söylenir, aynı zamanda yolculuktan yapılmadır o, “döl evladı değil, yol evladı”dır.
Gerçek bir sufi sadece anda, anın hakkını vererek, tam bir fedakârlıkla yaşar. Her an biricik olduğu için benliğin her anı da kendisine özgüdür. Bazı sufi metinlerinde her an, nefes olarak isimlendirilir, sufilere de “ehl-i nefes” adı verilir.
Ehl-i nefes her soluk alışverişte o nefesin biricikliğinin verdiği “nefes ayıklığı” içinde yaşarlar. Peki bir kimse yeniden doğuş sürecinden geçmeye karar verdikten sonra ne olur?
Geleneksel olarak, birey birkaç davranış aşamasından (makam) ve buna paralel bir dizi yansıtıcı içsel durumdan (hâl) geçer.
Makam, alıştırmalar ve günlük pratikler yoluyla erişilmesi gerekli bir disiplindir; hâl ise iradenin kontrolünde olmayan duyulara bağlı, öznel bir zihin durumudur.
Tıpkı William James’in “şuurakışı” gibi, hâl de statik ve katı değildir. Görünüp kaybolan ışık parıltıları veya bir nehre düşüp eriyen kar taneleri gibidir. Geleneksel tasavvufta davranışsal aşamalar, “uyanıklık” ile, yeniden doğuş veya yeni bir yaşam işaretinin başlangıcının “farkında olmak” ile başlar.
Uyanıklık bir anda da gelebilir, zaman içinde tedricen de gelişebilir. Bununla birlikte, tek başına uyanıklık yeterli değildir.
Yolcu, geçmişteki yanlış davranışlarını terk etmelidir; pişmanlığı hissetmelidir (tevbe); değişmeye karar vermelidir ve son olarak kendisini husumet ve zulümden temizlemelidir. Artık arayan kişi, o her kim ise, kendisine bir delil-i rah (yol ışığı) seçecek pozisyondadır.
Tevbeden sonra yolcu şüpheli hareketlerden kaçınma aşamasına geçer (vera). Bir sonraki aşama “zühd”dür; belli değerlere ve iç huzura konsantre olur. Ardından gelen aşama “sabır”dır ve sabır seyr ü sülukun yarısı ve zevkin anahtarı kabul edilir.
Her dönüşte ve her seviyede salik (yolcu/arayıcı), sabır gerektiren lehine veya aleyhine bir durum la karşılaşır.
“Tevekkül” aşaması, bireyin hiç talepte bulunmadan güven duymasını gerektirdiğinden, erişilmesi zor bir aşamadır. “Rıza” ise geride bırakılan aşamaların tümünü toplayan en son aşamadır; artık arayan kişi, hoş görü ve huzur kazanmıştır. Bu aşamalara zihnin durumuyla bağlantılı paralel durumlar (hâller) eşlik eder.
Bunlar şöyledir; arayıcının nefsini gözlemlemesi (murakabe), ki arayış nesnesine göre nefsinin davranışlarını değerlendirir; kurb, ki maksuda doğru yakınlaşmayı ifade eder; şevk, ki ilahi bütünleşmeye duyulan arzudur; mihr, ki her şeye karşı şartsız sevgi beslemektir ve ümid, ki daha da yakınlaşma ümididir; üns, ki tanıdıklık hâlidir ve son olarak yakin, yani bütünleşme ve kesinlik hâlidir.
- Özetle salik iki temel görevle karşı karşıyadır:
- 1. Fena, mevcut hâlini çözmek, yani parçalanma;
- 2. Beka, yani yeniden bütünleşme. Fena bilinen benliğin ölüp gitmesine işaret eder. Beka ise “kozmik ben”de yeniden doğuş demektir.
Fena entelektten, Ben’den kurtulmak anlamına gelir. Beka ise tamamlanmış kişiliğin sırlarını ortaya çıkararak yeniden “Ben” olma sürecini ifade eder. Tasavvufta nefs, tutkuların Allah’a uzanan yolda tedip ve tanzim edildiği bir mevzidir.
Nefsin, ide karşılık gelebilecek nefs-i emmareden, egoya karşılık gelebilecek nefs-i levvame (kendini kınayan nefs) ve nihayet süperegoya denk gelen nefs-i mutmainneye (huzur ve tatmin içindeki nefs) çıkarılması istenir.
Bir hadis-i kutside Allah, “Yere göğe sığmadım, inanan kulumun kalbine sığdım” buyurmuştur.
“Bende sığar yedi cihan, ben bu cihana sığmazam” diyen Seyyid Nesimî de aynı hakikate işaret eder. Kültürel duyarlılık ve tevazudan hareket eden bir psikoterapi, danışanların sadece yatay ilişkilerini değil, Tanrı’yla aralarındaki dikey ilişkiyi ve manevi ihtiyaçları da ele alır.
Danışan kişi terapi odasına bu konuları getirdiğinde, duyarlı terapist, onları görmemezlikten gelmez, tam aksine bu konuların o odada rahatça ifade edilmesine izin verir.
Manevi ve dinî inançların, stresle başa çıkmanın önemli araçlarından biri olduğu bilinmektedir. Tasavvufi ilkelerden hareket eden sufi psikolojisi, bir psikokozmoloji olarak sadece semptomlara bakmaz, hastalığı ölümlülük ve kırılganlığı hatırlatan bir uyarıcı olarak görür.
Acının insana bir şey öğretmesine, içsel yolculuğa yardımcı olmasına izin verilir. Tasavvufi kavram ve ıstılahları anlama çabası, bu kavramları metafor olarak kullanabilecek danışanlarımızı da daha iyi anlamamızı sağlar.
Bir olgu tartışmasında, çok zengin bir iç dünyası olan bir psikotik hastamız, kendi öznel tecrübelerini Kur’an’daki Hızır ve Musa kıssasına göndermelerde bulunarak anlatmıştı.
Bireycilik, rekabet ve yarışmacılık gibi modern kapitalizm düsturlarının insan yabancılaşmasını tırmandırdığı, kişinin kendisine karşı dürüst kalmasının zorlaştığı bir ortamda, katı materyalizm, insanın ruhsal ihtiyaçlarını tarif etmekte yetersiz bir paradigma olarak görünmektedir. Kolektif bir iyilik olmaksızın bireysel iyilik düşüncesi tahripkâr bir yanılsama olabilir.
İnsan bilincini sadece maddi öğelere indirgeyerek insanın manevi ve tinsel arayışlarını görmezden gelmek, psikoterapinin insanın en temel ihtiyaçlarından birisini gözden kaçırması anlamına gelecektir.
Kişilik kuramcısı insan kişiliğinde, kendini aşma isteğini önemli bir boyut olarak tanımlamaktadır. Sufi inanç ve pratikleri, bugün İslam dünyasındaki insanların pek çoğunun ruhsal açıdan asli bir unsurunu oluşturuyor.
Kuşkusuz terapist bir vaiz değildir ve bu inanç/ değer sistemleri ancak danışan odaya getirirse konuşulmalıdır. Ancak terapist dinî/manevi konuları terapi odasına girerken vestiyerde bırakmayacak kadar da açık zihinli olmalıdır. Psikoterapinin tüketim kültürüne eklenmesi ve danışanlarına içlerindeki boşluğu teskin etmek için yaşam biçimleri çözümleri sunmasını eleştirmiştir.
Haddizatında psikoterapi ahlaki bir söylemdir, bir bilimden fazlasıdır ve terapist/danışan arasındaki ahlaki uzam çok önemlidir. İyi bir hayat nasıldır ve ne beni evimde hissettirir? Bunlar özü itibariyle ahlaki sorulardır.
Tasavvufi bilgi, bize insanlığın henüz gerçekleştirilememiş yeteneklerini tanzim etmek ve bir araya getirmekle, çokluktan birliğe bir yol açmakta yardımcı olabilir. Maneviyat, bir bakışa göre, azdaki çoğu görmektir. Bütün yaratılışın amacı, manevi bakış açısına göre, Tanrı ile birliğe varmak, hayatın gayesi de ruhsal olgunlaşmadır.
Psikoterapi tasavvuftan aldığı ilhamla daha da zenginleştirici bir tecrübeye dönüşebilir. Hem terapist hem danışan olarak daha az yargılayan, daha merhametli, daha erdemli ve iyi insanlar olmamıza imkân sağlayabilir.
Erdem, bugün psikoterapilerde sağaltıcı bir unsur olarak giderek daha fazla konu edilmektedir. Erdemin çoğaltılması ve benliğin arıtılması için, zengin tasavvufi şiir, öykü ve menkıbelerden terapilerde yararlanılabilir. Bir sufi sözünde söylendiği gibi, “Her arayan bulamaz ama bulanlar yalnızca arayanlardır.”
* 29-30 Ekim 2018’de Nepal Katmandu’da düzenlenen “Culture, Spirituality and Mental Health” sempozyumunda sunulan tebliğin kısaltılmış hâlidir