Tamamlanmak için diğerlerinin hikâyelerine muhtacız

MEHMET EMİN BALCI
Abone Ol

Bedenimize dair biricik olduğunu hissettiğimiz deneyimlerimiz farklı insanların tecrübelerini dinlemeye başladığımızda sıradanlaşıyor. Bryan Turner’ın önsözüyle geçtiğimiz ay raflarda yerini alan Sıradanın Kırılganlığı, çocukluktan ölüme on üç bireysel hikâyeden ve yazarların kendilerine yazdıkları eleştirilerden oluşuyor. Kitabın editörü Mehmet Emin Balcı ile beden sosyolojisi alanında ilk defa yapılan bu deneysel çalışmayı ve bedenimizi konuştuk.

Kitaptaki insan hikâyelerinin bazı ortak noktaları var. Okura da aşina gelen bu ortaklıklar bize ne söylüyor?

Yaşamlarımız biriciktir. Maruz kaldığımız şeylerin yarattığı duyguyu önce kendimizde deneyimleriz. Mutluluklar belki paylaşmaya daha müsait görülür ama acı izole edicidir. Eksiğinizi, kusurunuzu, bilerek veya bilmeden yaptıklarınızı deşifre ettikleri için acıları paylaşmak istemezsiniz. İşin ilginç yanı, başımıza gelenleri anlamlandırırken onları herkesin kılmamız. Yaşadıklarımızı dile döktüğümüz anda, onlardan bir anı veya hikâye yarattığımız anda yaşadıklarımız sadece bizim olmaktan çıkar. Sözün anlatan ile dinleyen arasında kurduğu ortaklık iki tarafı da aynı dünyada buluşturur. Her yaşamın biricikliği aynı zamanda diğerlerine açılan, diğerlerini kendine dahil eden bir müşterekliktir. Diğerlerinin aynasında kendimize baktığımızda kendimizi o kadar da yalnız hissetmeyiz. Cennette hiçbir şeyle mutlu olmayan Âdem’in ancak Havva ile kendini mutlu hissetmesi gibi, tamamlanmak için diğerlerinin hikâyelerine muhtacız.

Topluluk içinde bedenlerimizi yönetmeyi nasıl öğreniyoruz?

Mutluluklar belki paylaşmaya daha müsait görülür ama acı izole edicidir.

Nietzsche’ye göre insan hem beden sahibi hem de beden olan bir varlıktır. Topraksız tarım yapacak, başka gezegenleri istila edecek gücünüz de olsa küçük bir kâğıt kesiği, hele hele geçmeyen bir diş ağrısı bütün planlarınızı alt üst edebilir. İnsanın bir beden olduğu gerçeği aslında onun dünyaya açıklığını gösterir. İnsan yavrusu türdeşlerinin bakımına en muhtaç canlıdır. Başka canlılar kısa sürede kendine yetmeyi öğrenirken insan bundan acizdir. Kendine yetemez; dışarıdaki çetin mücadeleyi de kendi içindeki çatışmayı da ancak diğerleri sayesinde yürütür. Bu noktada ait olduğunuz topluluğun sınırlarını, erdemlerini, ortak hedef ve düşmanlarını da içselleştirmeye başlarız. Cenazede gülünmemesi, ortalık yerde gaz çıkarılmaması, vücut sıvılarının kontrol edilmesi vb. yalnızca bedenin kontrolünü sağlamaz. Bedenin kontrolü üstlendiğimiz, devraldığımız rollerin “doğru şekilde” icra edilmesinin de teminatıdır.

Hocanızın, amirinizin ya da komutanınızın yanına kapıyı çarpıp girer, laubali ve hoyrat tavırlarla talebinizi ifade ederseniz aynı zamanda iktidarın şeffaf duvarına da çarparsınız.

Tüm hayatımızca süren sosyalleşme ihtiyaç, arzu ve görevlerimizi tanımladığımız kadar bunları nasıl ve ne şekilde elde edeceğimizi de öğrendiğimiz bir süreçtir. Bu sürecin öncelikli vasıtası da bedendir.

Uzun boylu ya da yakışıklı/ güzel olmak neden bir sosyal statü göstergesi hâline geldi?

İdeal bir fiziksel formun türdeşler üzerinde her zaman etkisi olmuştur. Çiftleşme mevsiminde aslanlar yelelerini daha bir itinalı savurur mesela. Erkek tavus kuşu tüylerinin ihtişamı ile dişiyi kendine çekmeye çalışır. Kimi Afrika topluluklarında şişmiş bir göbek erkekliğin şanından görülür. Fiziksel üstünlük veya cazibe anlık karşılaşmalarda ilk fark edilen şeydir. Evrim biyologlarına göre bu durum türün soyunu devam ettirmesi ile ilgili eski bir dürtü. Bence modern toplumda bu türsel ya da geleneksel alışkanlık daha radikal yaşanıyor. Her şeyin son kullanma tarihi kısaldığında, bildiğimiz şeylerin bambaşka yüzleri ortalığa döküldüğünde en ampirik bilgi olarak dış göstergelere daha fazla itimat ediyoruz. Güzelin aynı zamanda doğru ve iyi, çirkinin aynı zamanda kötü ve kaba olduğunu varsaymak gündelik karşılaşmalarımızın barındırdığı onlarca belirsizlikten bizi bilinç dışı bir şekilde koruyor. Evrimci bir söylemle üremenin yanında hayatta kalma refleksi. Mecbur kalmadıkça hiçbir prensesin bir kurbağayı öpmeyeceği ortada. Şeylerin göründüğü gibi olduğu inancı korkularımızı ve varoluşsal eksikliğimizi gideren bir teselli belki de.

Bryan Turner, insanı “yaralı yaratık” olarak tanımlıyor. Bu “yaralı” olma durumu modernlikle mi ortaya çıktı? Eski toplumlar için böyle bir tanımlama yapılabilir mi?

İşin ilginç yanı, başımıza gelenleri anlamlandırırken onları herkesin kılmamız.

Hayır, az önce konuştuğumuz şey geçerli aslında. Doğuştan eksik ve diğerlerinin varlığına açık olmak bizi yaralı yapan şey. Sadece ölümlü olmak değil aynı zamanda ölümlülüğünün farkında olmak. Bu durum bütün toplumları, tarihsel dönemleri aslında aynı noktada buluşturuyor. Modern ve geleneksel toplum arasındaki farkı belirleyen insanın yaralı bir yaratık olması değil; bu yarayı meydana getiren ölümle ilişkisi. Modern öncesi toplum için ölüm yaşamın merkezinde yer alan bir şey. Hastalıklar, afetler ve savaşlar ölümü sıradanlaştırıyor. Çocuklar ebeveynlerinin yerine geçiyor; ölümle büyüyor ve ölüyorsunuz. Benzer koşullar, benzer sorunlar ve benzer tesellilerin sarmaladığı bir ölüm fenomeni modern zamanlarda yerini ölümün paranteze alınmasına bıraktı. İlerleme ideolojisi yalnızca tarih felsefelerini yönlendiren bir motivasyon değildi. Aynı zamanda insanların varoluşlarından gelen korku ve kaygılarının da teknik başarılar sayesinde giderileceğine bir ümit besleniyordu Ölüm ve cinsellik uzun süre modern kültürün tabularıydı. 1968 sonrasında cinsellik tabusu hükümsüzleşti. Cinsel arzunun kısıtlanmasından duyulan rahatsızlıklar hem fiziksel hem de söylemsel olarak ortaya döküldü ancak ölüm modern kültürde hâlen sessizliğini koruyor. Ölüm ya bireysel ve kamusal hayattan çıkarılıp yoğun bakım ünitelerine terk ediliyor ya da istatistik sütunlarını süslüyor. Ölüme karşı tutumlarımız varoluştan gelen yaralarımızı bir süreliğine unutmamızı sağlıyor olabilir ancak çözmemiz gereken gerçek sorunlarımızı da örtbas ediyor.