Suyun geleceği ve bir etik mesele olarak su hakkı

EMRAH FİRİDİN
Abone Ol

Su, insanlık tarihinde önemli bir role sahip olan ve belki de insanlık tarihinin ilk enerji kaynağıdır. İnsanlar genellikle, su kaynaklarına yakın olacak şekilde yerleşim merkezleri inşa etmişlerdir. Başta Antik Mısır, Mezopotamya ve Orta Asya olmak üzere kentlere su getirmek için kanallar yapılmış ve su kaynakları koruma altına alınmıştır. Moğol hükümdarı Cengiz Han yasalarında suyu kirletmenin cezasının ölüm olacağını belirtilmiştir. Dolayısıyla su, günümüzde olduğu gibi geçmişte de insanlar için vazgeçilmez bir değere sahip temel yaşam kaynağı olmuştur. İnsanlar, su kaynaklarının önemine ve yönetilmesine yönelik mücadelelerini dün olduğu gibi bugün de sürdürmektedirler.

Öte yandan dünyamızda temiz, içilebilir ve kullanılabilir su miktarı gün geçtikçe azalmaktadır. Dünyanın ¾’ü sularla kaplı olmasına rağmen, bu sular denizlerde ve okyanuslarda bulunan tuzlu sulardır. Geriye kalan suyun canlılar için kullanılabilir ve temiz olanının miktarı ise genel su miktarının %2,5’i kadardır. Dünya Yaban Hayatı Fonu (WWF) durumu şu ifadeler ile anlatmaktadır: “Dünya haritası göz önüne getirildiğinde görülen maviliklerin sadece %2,5’i tatlı sudur. Bu suyun %70’i buzullar içinde saklıdır.

Yerküre üzerindeki suyun tamamı 5 litrelik bir şişeye konacak olsa, biz insanların erişebileceği tatlı su miktarı, yalnızca 1 yemek kaşığına denk gelir. Başka bir deyişle, erişilebilir tatlı su miktarı, dünyanın toplam su varlığının %1’inden bile azdır.”

Erişebilirlik ya da bir yapabilirlik hikâyesi

Bugün başta Afrika’nın kuzeyi olmak üzere birçok kıta ve bölgede su kıtlığı yaşanmaktadır.

Bugün başta Afrika’nın kuzeyi olmak üzere birçok kıta ve bölgede su kıtlığı yaşanmaktadır. Dünyanın geri kalan bölgelerinde ise “su baskısı” (stresi) yaşanmakta ya da süreç içerisinde bu tehditle karşılaşılacağı hesap edilmektedir. Su kıtlığı ise, insanların içilebilir temiz suya erişememe durumudur ve günümüzdeki en önemli sorunların da başında gelmektedir. Araştırmalara göre, eğer su kaynakları üzerindeki çevresel ve ekonomik baskı bugünkü gibi devam ederse 2030’lu yıllarda dünya nüfusunun yarısı su kıtlığı yaşayacaktır. Yine bu durumun bir devamı olarak 2040’lı yıllarda dünya nüfusunun en az yarısının su yoksunluğu yaşayacağı tahmin edilmektedir. 2050 yılına kadar ise dünya nüfusunun ¼’ü içilebilir temiz sudan yoksun olacaktır. Bugün ise 2 milyardan fazla kişi, ne yazık ki, sağlıklı suya erişememektedir. “Fakir” ve “gelişmekte olan ülkeler”de yaşayan 150 milyona yakın insan ise bu nedenle ciddi sağlık sorunları yaşamaktadır.

İnsan vücudunun ortalama %60’ı sudur. Çocuklarda bu oran %65-%70 arasında iken, yaşlıların vücutlarındaki su oranı ise %50-%55 civarındadır. Yine yetişkin bir insanın günde iki ile iki buçuk litre arasında su içmesi gerekmektedir. Sadece insanların değil, diğer tüm canlı varlıkların da suya ihtiyaçları vardır. Su, bu bakımdan hava gibi insanın daimî ihtiyaçları arasındadır ve bunun başka türden bir içecekle ikamesi mümkün değildir. Canlıların yaşamlarını sürdürebilmeleri adına niceliksel ve niteliksel anlamda çevresel faktörlerden olumsuz olarak etkilenebilmektedir.

  • Devlet Su İşleri (DSİ) verilerine göre Türkiye’de yıllık ortalama yağış yaklaşık 574 mm olup, bu ise yılda ortalama 450 milyar m3 suya tekabül etmektedir. Günümüz teknik ve ekonomik şartları çerçevesinde, çeşitli maksatlara yönelik olarak tüketilebilecek yerüstü suyu potansiyeli yılda ortalama toplam 94 milyar m3 ’tür. 18 milyar m3 olarak belirlenen yeraltı suyu potansiyeli ile birlikte ülkemizin tüketilebilir yerüstü ve yeraltı su potansiyeli yılda ortalama toplam 112 milyar m3 olup, bunun yaklaşık 57 milyar m3 ’ü kullanılmaktadır. Yine Türkiye’de kişi başına düşen yıllık kullanılabilir su miktarı 1.346 m3’tür. 2000 yılında 1.652 m3 , 2009 yılında ise 1.544 m3 miktarında kişi başına kullanılabilir su mevcudiyeti bulunmaktaydı. Dolayısıyla Türkiye su zengini değildir ve “su baskısı” olarak ifade edilen miktarlar arasında bir miktardaki suya sahip olan bir ülkedir. Dünya Doğal Kaynaklar Enstitüsü’nün 2040 yılı tahminlerine göre Türkiye, en fazla su stresi yaşayacağı tahmin edilen 33 ülke arasında 27. sırada yer almaktadır.

Hak, bir “-e bilirlik” durumudur. Bu, doğruluk veya gerçeklik olarak da kullanılmaktadır. Hak, sahip olunması gereken anlamına geldiği gibi sorumluluğu da ifade eder. Hatta hakkı, üstün bir otoritenin koruması gereken bir durum olarak da değerlendirebiliriz.

Sürdürülebilirlik ilkesi: Su hakkına giriş

Su kıtlığı ise, insanların içilebilir temiz suya erişememe durumudur ve günümüzdeki en önemli sorunların da başında gelmektedir.

Hak, her kültür ve dinde önem atfedilen bir kavramdır. İslam dini, hak ve adaleti yüce değerler olarak ifade etmiş; hakkın korunması ve adaletin sağlanması ise emredilmiştir. Hak kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de bu ve benzeri anlamlara gelerek 287 kez kullanılmıştır. Su hakkı (right to water) ise, birçok ulusal ve uluslararası platformda dile getirilmiş bir konudur. Su, son 20-30 yıllık döneme kadar, genel olarak doğal bir kaynak ve hak olarak görülmüştür. Su hakkının dünyada bir “sorun” olarak ortaya çıkmasında genel olarak şu etkenler dikkati çekmektedir: su kaynakları yönetiminde başarısızlıklar, kirleticiler, küresel iklim değişikliği, israf ve özellikle yoksul ülkelerde suyun ticarileşmesi ya da pahalı hale gelmesi sonucu olarak yoksul insanların suya erişimin maliyetini karşılamakta sorun yaşamalarıdır. The United Nation World Water Development Raporu’na göre tatlı kaynakları üzerindeki baskılar; insan faaliyetleri, nüfusun ve tüketimin artması, altyapı sorunları, arazi dönüşümü, aşırı tüketim ve israf, egzotik türlerin yok edilmesi ve kirleticileri olarak sıralanabilir.

Suya erişimin bir hak olduğu görüşünden hareketle su, tüm insanların içme, yıkanma ve benzeri amaçlar için sahip olduğu doğal bir kaynaktır.

Su hakkı konusunda sahip olunan görüşlerden biri de suyun kesinlikle bedava olmadığı fakat herkesin temin edebileceği bir ücretle sunulması gerektiği yönündedir. Bu görüşü savunanlar, su hizmetlerinin mutlaka kamu tarafından üstlenilmesinin gerekmediğini, kamunun, kamu-özel ortaklığı veya sadece özel sektör eliyle su hizmetlerinin gördürebileceği bir sistem seçebileceğini ve devletin bu süreçte etkin bir denetleyici konumda kalabileceğini belirtmişlerdir. Nitekim canlılar ve insanlar için suya erişim, su kaynaklarının korunmasına yönelik bir takım idari düzenlemeler ve küresel çevre politikaları sayesinde olacaktır. Dolayısıyla su hakkı son aşamada insanların temiz ve kullanılabilir suya erişimi ile son bulan bir süreci ifade etmektedir. Çünkü su hakkının korunması birçok çevre ve yönetim politikalarının eş zamanlı uygulanmasına bağlı olarak neticesini verecektir.

Su hakkı konusunda sahip olunan görüşlerden biri de suyun kesinlikle bedava olmadığı fakat herkesin temin edebileceği bir ücretle sunulması gerektiği yönündedir.

BM, 5-16 Haziran 1972 tarihleri arasında İsveç’in Stockholm kentinde çevre ile ilgili bir konferans düzenlemiştir. Stockholm Deklarasyonu, çevre hakkı konusunda uluslararası düzeydeki ilk ve en önemli belgedir. Stockholm Bildirisinin 1. ilkesinde “İnsanın, onurlu ve refah içinde yaşamasına olanak veren nitelikte bir çevrede, özgürlüğe, eşitliğe ve yeterli yaşam koşullarına sahip olma hakkı vardır ve bugünkü ve gelecek kuşaklar için, insan bu çevreyi korumak ve geliştirmek sorumluluğu taşımaktadır” ifadeleri yer almaktadır. 1972 tarihli Stockholm Çevre Konferansı’nda ilk kez çevre hakkı uluslararası bir konferansın temel konusu olmuştur. Stockholm Bildirgesi İlkeleri’nden birisi olan, “Dünyanın hava, su, toprak, bitki ve diğer canlılar gibi doğal kaynakları ve özellikle doğal ekosistemlerin özgün örnekleri, bugünkü ve gelecek kuşaklar için gerektiği şekilde yönetilerek korunmalıdır” ilkesi su hakkının da bir insan hakkı olarak “sürdürülebilirlik ilkesi” düşüncesiyle gelecek kuşakların da bu haktan yararlanmaları amaçlanmaktadır.

2001 tarihli Aarhus Sözleşmesi’nde, çevre hakkının sağlanabilmesi ve desteklenebilmesi için bilgilere erişim hakkı, çevresel kararların alınması süreçlerine halkın katılımı ve çevresel hususlarda yargı ve idari birimlere başvuru hakkı olarak üç temel şart ileri sürülmüştür. Çevre hakkı burada, halkın çevreyle alakalı konularda ve süreçlerde aktif bir rol üstlenmesi gerekliliği ile de ilgilidir.

Anayasamızın 17. maddesinde; “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını geliştirme hakkına sahiptir.” ifadesi yaşam için gerekli olan suyun da bir hak olduğu görüşünün kanıtı olarak ileri sürülmektedir.

2002 Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi: Johannesburg Uygulama Planı’nda; “İklim ve hava tahminlerinin daha iyi kullanımı, erken uyarı sistemleri, toprak ve doğal kaynak yönetimi, tarımsal uygulama ve ekosistem koruma çalışmaları aracılığı ile çölleşmeye karşı mücadele edilmesi ve kuraklığın etkilerinin azaltılması, bu çabalar sayesinde hali hazırdaki eğilimlerin tersine çevrilmesi toprak ve su kaynaklarının korunmasına yardımcı olacaktır” ifadelerine yer verilmiştir. Bu bağlamda temiz suya ihtiyacı olan insanların oranını yarıya indirmek ve atık su yönetimini uygulamak amaçlar içerisinde sayılmıştır. Yine aynı planda temiz içme suyu ve santitasyonun 1 sağlanmasının insan sağlığı ve çevrenin korunması hususundaki rolüne atıf yapılmıştır. Bu bağlamda temiz içme suyu imkânlarına ulaşamayan ya da buna maddi gücü yetmeyen insanlar için gerekli önlemler alınarak düzenlemeler yapılması hedeflenmektedir. Başka bir ifadeyle santisasyonun, su kaynaklarının yönetimi içerinde bir ilke olması amaçlanmaktadır.

Dolayısıyla suyun bir hak olduğu bilincinden ve ekosistemin bir bütün olduğu anlayışından hareketle su kaynaklarının yönetimi ve dağıtımına gereken titizlik gösterilmelidir.

Zirvede, suya erişimin kapsamlı politikaların uygulanması ile sağlanacağı vurgulanmaktadır. Türkiye’de On Birinci Kalkınma Planı’nda benzer bir şekilde, “Su kaynaklarının korunması, geliştirilmesi ve sürdürülebilir kullanımı kapsamında havza bazında yapılan plan, strateji ve eylem planları bir bütünlük içinde uygulamaya konulacaktır” hedefine ulaşmak için kalkınma planında konu edilen diğer politikaların uyumuna dikkat çekilmiştir.

Su etiği, santitasyonu ve bütünleşik su yönetimi

Suya erişimin bir hak olduğu görüşünden hareketle su, tüm insanların içme, yıkanma ve benzeri amaçlar için sahip olduğu doğal bir kaynaktır. İnsan için yaşam nasıl bir haksa suyun da yaşam için son derece önemli olduğu vurgulanmaktadır.

Yaşam bir haktır; su ise, yaşamın ana kaynaklarından olduğuna göre suya erişim de bir haktır. İnsanın yaşamı ve onuru için hayati olan her kaynak hak olarak kabul edilirse, suyun bir hak olduğu sonucuna ulaşabiliriz.

Suyun bir hak olduğu yönündeki bu düşüncelere destek oluşturacak kaynaklardan biri de Anayasa’nın 17. maddesidir. Anayasamızın 17. maddesinde; “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını geliştirme hakkına sahiptir.” ifadesi yaşam için gerekli olan suyun da bir hak olduğu görüşünün kanıtı olarak ileri sürülmektedir.

İnsan için yaşam nasıl bir haksa suyun da yaşam için son derece önemli olduğu vurgulanmaktadır.

Su hakkı konusunu ilgilendiren bir diğer kavram su etiğidir. Etik kısaca, “doğru davranışı bulmak” olarak ifade edeceğimiz bir kavramdır. Denilebilir ki etik, bir bakıma, “ahlakın felsefi bir boyutu” olarak da ifade edilebilir. Su etiği ise suyu, herhangi bir sıfat ile bağdaştırmadan, onu, yalnızca su olduğu için değerli gören bir anlayıştır.

Su etiğine göre su, ekosistemin bir parçasıdır. Herhangi bir alana konu olmadan kendi değerini taşımaktadır. Dolayısıyla su etiğine göre su, ekosistemin bir parçası olarak yaşamın döngüsü içerisinde yer almaktadır.

Yaşam ise bir haktır. Canlı varlıkların yaşaması için gereken en temel kaynaklardan biri sudur ve etik bir çerçeveden bir değerlendirme yapıldığında su, bir haktır.

Su hakkı, insanların ve canlıların yaşamlarını devam ettirebilmeleri adına sahip olması gereken haklardan biridir. Ancak temiz ve içilebilir su kaynaklarının korunması ve insanlar tarafından erişilebilir olması konusu karmaşık sorunlardan (wicked problems) biri olarak görülebilir. Öncelikle belirtmek gerekir ki çevresel sorunlar siyasi ve idari sınır tanımaz. Dünyanın herhangi bir yerindeki çevresel felaket, dünyanın diğer bölgelerini de etkileyecektir. Gandhi’nin ifadesi ile söyleyecek olursak, “En önemli çevre sorunu yoksulluktur” yani ülkeler gelişebilmek ve diğer ülkelerle rekabet edebilmek adına ucuz ve kirletici teknolojiler tercih etmektedirler. Diğer taraftan gelişmiş olan ülkeler de gelişmelerinin bir kısmını bir zamanlar kullandıkları bu teknolojiye borçludur.

Yaşam bir haktır; su ise, yaşamın ana kaynaklarından olduğuna göre suya erişim de bir haktır.

Gelişmiş ülkeler, yoksul ve gelişmekte olan ülkelerin su kaynaklarını satın alarak suyu o ülkelerin vatandaşları için maliyetli bir hale getirebilmektedir. Su kaynaklarının özelleştirilmesi ya da devlet tarafından su hizmetlerinin sağlanması konularında da temiz ve içilebilir suya erişim hakkına zarar verilebilmektedir. Özelleşmiş su hizmetlerinden ya da devlet tarafından belirlenen tarifelerden kaynaklı su fiyatları yoksul halk için sorun oluştururken, suyun santitasyonu ve bütünleşik su yönetimi için gerekli maliyetler dikkate alınmadan yapılan fiyatlandırmalar su kaynakları üzerinde baskı oluşturabilmektedir. Bu durum suyun israf edilmesine sebep olabilmektedir. Dolayısıyla su hakkının korunması için çevresel konulardan bölgesel dinamiklere ve uluslararası politikadan insan haklarına ve ekonomiye kadar bir dizi konunun birlikte gözden geçirilmesi gerekmektedir. Suyun geleceği ve etik bir değerlendirmeden suyun bir hak olarak paylaşımı ancak böylece sağlanmış olacaktır.

1. Sanitasyon, insan sağlığının korunması, iyileştirilmesi ve sağlığın tekrar kazanılması için uygulanan tüm işlem basamaklarının bir arada toplanmasıdır.