Süheyl Hocamnâme
Anne tarafından Anadolu, baba tarafından Rumeli Türklüğünü temsil eden bir ailenin ikinci evladı olarak dünyaya gelen Ahmet Süheyl Ünver, hiç şüphe yok ki karakter olarak bu ikisinin mükemmel bir terkibinden ibarettir. Hicri 1315 yılı Ramazan ayının 27. gecesinde dedesi Şevki Efendi’nin Haseki’deki konağında dünyaya gelir.
Yavuz Sultan Selim’in Kahire’ye girdiğinde “Dedem Hz. Yusuf’un ülkesini yönetmeye geldim” dediği rivayet edilir. Köklülük ve idiyetin çizdiği bu yol haritası, eski ile yeniyi birbirine bağlayan bir geleneğe işaret eder. İspatı ya da gerçekliği olmayan tarihsel süreklilik bir milletin ya da bir devletin mekân ve zaman bağlamından kopması ve yok olması anlamına gelir. İşte Süheyl Ünver, bu sürekliliğin yaşadığı yüzyıldaki önemini görmüş; Türk kültürünün ve sanatının fahrî ataşeliği görevini üstlenmiş nadide isimlerden biridir.
Anne tarafından Anadolu, baba tarafından Rumeli Türklüğünü temsil eden bir ailenin ikinci evladı olarak dünyaya gelen Ahmet Süheyl Ünver, hiç şüphe yok ki karakter olarak bu ikisinin mükemmel bir terkibinden ibarettir. Hicri 1315 yılı Ramazan ayının 27. gecesinde dedesi Şevki Efendi’nin Haseki’deki konağında dünyaya gelir. Babasıyla ziyaret edip elini öptüğü Fatih türbedarı Ahmet Amiş Efendi’nin ve babasının o yıllarda sevip muhabbet ettiği Sehil Paşa ismindeki bir şerifin isimlerini alır. Kadir Gecesi topları atılırken kolaylıkla doğan bu çocuğa “Ahmet Sehil” adı verilir. Ancak idadi yıllarında yaşadığı tatsız bir hadiseden sonra aynı imla ile yazılan Süheyl ismini kullanmaya başlar.
Sadece mektepte değil, evde hatta mahallede de ilmî ve ahlaki düsturları öğrenmenin henüz mümkün olduğu yıllardır. Çocukluğu dedesi Hattat Şevki Efendi, eniştesi Hattat Hasan Rıza Bey, komşuları mahyacı Abdüllatif Efendi, Fatih türbedarı Amiş Efendi gibi devrinin mümtaz şahsiyetlerinin arasında geçer. 1908’de ilk eğitimini almak üzere Çarşıkapı’da özel bir mektep olarak hizmet veren Menbaü’l-İrfan’a başlar. 1911’de şahadetnamesini aldıktan sonra Mercan İdadisi’ne kaydolur. Mekteb-i Tıbbiye’den 1921 yılında hekimlik diplomasını alarak dermatoloji ve zührevi hastalıklar biriminde uzmanlığını tamamlar.
- Hayatının akışını etkileyen ve “ruhumun mürebbisi” dediği hocası Üsküdarî Ali Rıza Bey ile Hattat Tuğrakeş İsmail Hakkı Bey aracılığıyla 1917’de tanışır. Aralarındaki ilişki bir öğretmen-talebe ilişkisinden çok baba-oğul ilişkisi gibi gelişir. Öyle ki din, vatan millet, ahlak ve tasavvuf gibi çeşitli pek çok konuda sohbetler ettikleri gibi bazı ilahileri makamları ile okumayı da Hoca Ali Rıza Bey’den öğrenir.
1916 yılında Medresetü’l-Hattâtîn’in öğrencisi olur ve güzel sanatlarda yetkin birçok ismin derslerine katılır. Burada hat, ebru ve tezhip dersleri alırken Türk minyatür sanatına olan merakı artmaya başlar. Tezhip usulünü sadece iki ayda öğrenir. Bu arada Tıbbiye’nin son sınıfındayken 1919-1920’de, Bebek’teki Mekteb-i Güzin’de ve ayrıca haftada bir gün Beşiktaş’taki Şemsü’l-Mekatib’de hüsn-i hat, resim, el işi ve müsabahât-ı ahlakiye derslerine girer. Hayatının her bölümünü detaylarıyla kaydettiği gibi Mekteb-i Güzin’deki anılarını da bir defterde toplamayı ihmal etmeyecektir. Yine bu defterde okuldaki hocaların ve talebelerin fotoğraflarını ve girdiği derslerin bilgilerini de kaydeder. O kadar ki yıllar sonra Süleymaniye Kütüphanesi’nde yeniden gördüğü bu defter kendisini bile şaşırtan büyük bir sürpriz olur.
1920’li yılların başında tanıştığı Yıldız Kütüphanesi Müdürü Sabri Kalkandelen tarafından Yıldız Kütüphanesi’ne davet edilir. Davet sebebi II. Abdülhamid’in şahsi kütüphanesindeki tezhipli ve minyatürlü kitapların tetkik edilmesidir. Hatta aynı dönemde yine Sabri Kalkandelen’in ricası üzerine Sultan Vahdeddin için hazırlanacak levhanın tezhiplerini de yapar. 1916 yılında başladığı Medresetü’l-Hattâtîn’den 1923 yılında, henüz üç senelik bir hekim iken tezhip ve ebru icazetlerini alarak mezun olur. Hocası Üsküdarlı Ali Rıza Bey’e takdim ettiği bu icazetlere bir yenisi daha eklenecektir. Hoca Ali Rıza Bey, Ünver’e “karakalem behre-i kâmile hâsıl eylediğini” gösterir bir icazetname verecektir. Geleneksel Türk sanatlarına olan ilgisi sayesinde talebe olarak başladığı Medresetü’l-Hattâtîn’e minyatür muallimi olarak devam eder. Medresetü’l-Hattâtîn lağvedildikten sonra da Güzel Sanatlar Akademisi’nin bir şubesi olur. Ve Ünver, Akademi’deki Şark Tezyini Sanatları biriminde on dokuz yıl boyunca hizmet eder. Akademideki öğrencileriyle yaptığı araştırma programı dâhilinde İstanbul’daki müze ve kütüphanelerde bulunan minyatür ve tezhip örneklerinin toplanmasını sağlar.
Bunun dışında Topkapı Sarayı Baba Nakkaş nakışhanesinin onarılmasına da büyük katkılar sağlar. Türk-İslam geleneğinin son halkasını temsil eden Osmanlı’nın içten ve dıştan muharebelerle çöküşü onu bu medeni akışın kaydını tutmaya hep daha fazla teşvik eder. Öyle ki 1921 yılında iyi bir hekim olarak diplomasını alan ve mesleğini kazanan Ünver, muhitinde hekimliğinden ziyade tezhip çalışmaları ve sulu boya İstanbul resimleriyle tanınırdı.
I. Dünya Savaşı yıllarında aksayan ve iptal edilen dersler onu başka meşgaleler aramaya yönlendirir. İstanbul’u gezmeye ve görüp beğendiği yahut beğenmediği hususları kaydetmeye başlar. Bu araştırma gezileri sayesinde Mekteb-i Tıbbiye’den arkadaşı Fahreddin Kerim Gökay İstanbul Valisi olduğunda kurulan ilgili komisyona aza olarak tayin edilir.
26 Ekim 1954 tarihinde başlayan bu komisyon üyeliği süresince İstanbul’daki pek çok muhterem zatın kabirlerini ihya etmek üzere çalışmalarda bulunur. Örneğin, 1957 yılında Molla Hızır Çelebi’nin Vefa Voynuk Şücaeddin Cami’nin minaresi dibindeki mezarını tespit eder. Bu araştırmalarının semeresi olan “Mezarlıklarnâme” adını verdiği defterinde krokiler, fotoğraflar, resimler ve ilgili notlar bütün detaylarıyla yer almaktadır. Yahya Kemal’e ithaf ettiği “Atik Validenâme”, Şekercizâde Hayrullah Efendi’ye ithaf ettiği “Yeni Cami”, İstanbul’un kaybolan eserlerine ithaf ettiği “Çözüntünâme”, tamamen kaybolan bir medreseyi yazdığı “Vallahi Bir Taşı Bile Kalmadı Yahut Hekimbaşı Ömer Efendi Medresesi”, Türk Boğaziçi’ni tasvir ettiği “Boğaznâme” gibi İstanbul’a dair nice defteri 1950’li yıllar içerisinde tutar. Tıbbiye’de iken tek başına yaptığı İstanbul gezilerini 1961 yılında artık öğrencileri ile yapmaktadır. Azade Akar, Çiçek Derman, Uğur Derman, Emine Atabek, Tülay Tozanlı ve Ayhan Pekşen, Ünver’in İstanbul gezilerine katılan isimlerdendir.
Süheyl Ünver’in hayatı boyunca araştırdığı ve işaret ettiği çalışma konularının sayısını vermek neredeyse imkânsızdır. Kitaplığında üç binden fazla yazma ve basma eser, beş binden fazla sanat çalışması ve iki yüz binden fazla not biriktirmiştir. Bu arşivi bugün İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Süleymaniye Kütüphanesi ve Türk Tarih Kurumu gibi büyük kurumların himayesindedir. Arşivinin büyük ve kıymetli bir bölümü de kızı Gülbün Mesara Hanımefendi’nin kütüphanesindedir.
Ünver’in arşivinde çöküşün son gününde sıkışıp kalmış olan İstanbul’un ve Anadolu’nun bugüne ulaş(a)mayan, ulaşsa da bütünlüğünü ve karakterini kaybeden eserleri ve kültürü kayıtlıdır. 1898-1986 yılları arasında yaşamış ve iki dünya savaşı görüp birincisine imparatorluk başkenti İstanbul’da şahitlik etmiş bir ömrün, ulaştığı her türlü bilgiyi şifahilikten kurtarmak adına kaydetmeye çalışması bir yandan Türk kültürüne ve sanatına eşsiz bir miras bırakırken diğer yandan bugün anlamını hiç bilmediğimiz şehirlilik ve şehir kültürü bağlamında unutulanları da gözler önüne sermektedir. Defterlerdeki bilgilerin birçoğu ya bilinmediği ya da önemsenmediği için bugünkü İstanbul, Türk kültürünün temsiliyet özelliğini kaybetmek üzeredir. 88 yıllık ömrüne sığdırdığı araştırmaların küçük bir bölümünü ele alan bu yazı “has İstanbullu” Ünver’in, genelde Türk ve özelde İstanbul kültürünü hem bir kaynak hem de bir nihai varış noktası olarak belirlediğini göstermekten mutluluk duyar. Nitekim Ahmet Hamdi Tanpınar vefatından iki ay önce Bayezid Meydanı’nda karşılaştığı Ünver’e “Süheyl! İstanbul sana emanet” demekle onun alandaki çalışmalarının kıymetine işaret etmiştir.