Sorun tabipte mi, tıpta mı?
Dünya Sağlık Örgütü’nün anayasasında sağlık şöyle tanımlanmış: “Sağlık, sadece hastalığın ve sakatlığın olmayışı değil, bedence, ruhça ve sosyal yönden tam iyilik hâlidir.” Dünya Sağlık Örgütü’nün bu tanımında, sağlığın beden ve ruhla ilişkilendirilmesi tam da beklendiği gibidir. Elbette, sağlıklı kimse bedenen ve ruhen hastalıktan uzak kimsedir. Peki, sosyal yönden tam iyilik hâline sahip olmak ne anlama gelmektedir? Bu da genellikle, kişinin sosyal yaşantısının sağlıklı olması şeklinde açıklanmakta.
Tıp ve ahlak arasındaki ilişkiye dair düşünmeye başladığımızda, aslında tam da, sağlığın tanımındaki bu “sosyal yönden iyilik” meselesine eğilmiş oluyoruz. Tabiple hasta, tabiple hasta yakını, tabiple yönetici, tabiple diğer tıp çalışanları ve tabiple tabip arasındaki ilişki ağlarının tamamı bize tabibin ve muhataplarının “sosyal” sağlıkları hakkında bir fikir veriyor: Acaba doktorumuz ne kadar sağlıklı? Ya da hasta olarak biz ne kadar sağlıklıyız?
Tabiplerin veya hastaların sosyal bakımdan sağlıklı olup olmadıklarını biraz da içlerinde yaşadıkları toplumun genel sosyal sağlık hâli belirliyor.
Ahlakın yozlaştığı, ilişkilerin çürüdüğü, iş hayatının tefessüh ettiği bir toplumda, doktorların (ya da iş adamlarının, öğretmenlerin, avukatların vb.) toplum ortalamasının üstünde bir ahlaka sahip olmalarını beklemek gerekir mi?
- Aynı toplumun ürettiği bedenî ve ruhi hastaların da, sosyal yönden sağlıklı olmalarını beklemek ayrıca zor. Dolayısıyla doktorlarımız tıp etiğinin başlıca umdelerine ne ölçüde sadıklar gibi bir soruşturmayı, sadece doktorları göz önünde tutarak sonuçlandırmaya çalışmak da imkânsız. Siyasete ilişkin şu meşhur hadisi, doktorlar için uyarlayabiliriz: “Layık olduğunuz şekilde tedavi görürsünüz.”
İşin bir yanı bu
Diğer yanı aslında daha temele müteallik. Dünya Sağlık Örgütü’nün bu sağlık tanımı bize sanki sağlığın genelgeçer, bütün toplumlarca, bütün geleneklerce, bütün dinlerce kabul edilmiş bir sağlık durumunun bulunduğunu da söyler gibidir.
- Sağlığın objektif, tartışmaya kapalı bir hâli var mıdır gerçekten? Tanımda yer alan, “tam iyilik hâli” dünyanın her yerinde aynı biçimde anlaşılmak zorunda mıdır?Modern tıbba göre evet. Sağlık denilen şeyin ne olduğu üç aşağı beş yukarı bellidir ve dünyanın her yerinde aynıdır. Oysa tarih boyunca bunun böyle olmadığını görüyoruz. Mesela bazı topluluklarda, bedene açılan bazı kesikler, iz bırakan yaralar ve dağlamalar, kulak, boyun, dudak ya da ayak gibi organların deforme edilmesi, o toplumların bedenî sağlık anlayışlarıyla çelişmemiş görünüyor.
Ya da bugün modern toplumlarda çok kolayca ruhsal hastalık sınıfına sokulabilecek bazı durumların, başka bazı kadim topluluklarda, değil hastalıkla, kutsallıkla bağlantılı olarak ayrıcalıklı durumlar sayılması da bu iki ayrı toplumun sağlığa aynı şekilde bakmadıklarını gösteriyor.
Söz gelimi İbn Arabi, ilahi tecelliye muhatap olmuş ve birden aydınlanmış bazı kimselerin akli melekelerini kaybedebileceğini söylerken, asla hayıflanır gözükmez. Aksine bunları akıllı deliler olarak adlandırır ve bazılarının kendisine hocalık ettiklerini övünerek anlatır. Muhtemelen bu kimseler modern tıbbın ruhsal sağlık tanımına uymayan kimselerdir.
Dolayısıyla modern tabibe gelmeden önce, modern tıbbın bizzat kendisine, kendi tanımını yegâne tanım olarak kabul etmeme, buradan hareketle kendi yöntemlerini, insan tanımını, tedavi tarifini yegâne tanım-yöntem-tarif olarak kabul etmeme erdemini salık vermek gerekiyor. Yani önce modern tıbbı tahakkümcü olmamaya ve ahlaki olmaya davet etmek gerekiyor.
Tahakkümü konuşalım
Modern tıbbın bugünkü hâliyle doğuşunu 19. yüzyıldaki biyoloji alanındaki gelişmelere bağlayanlar haklı olmalı. Biyologlar ve hekimler dikkatlerini en küçük birimlere, hücrelere çevirmişlerdi.
Hücresel biyolojiyi kuran Rudolf Virchow, hastalıkların hücresel düzeyde yapısal değişimler içerdiğini kanıtladı. Yanı sıra Pasteur de bakterilerle hastalık arasındaki bağlantıyı gösterdi.
Bu iki adım, modern tıbbın tarihinde çok önemli adımlar olarak yerlerini aldı. Konumuzla bağlantılı yanı ise şudur: Daha öncesinde hastalık çevre faktörler, ruhsal durum, manevi hâllerle bağlantılı olarak ele alınabilmekteydi.
- Hastalık ve sağlık daha bütüncül bir bakışa konu olabilmekteydi. Söz gelimi bazı günahların ya da manevi ihmallerin bazı hastalıklara yol açabileceği hemen her kültürde rastlanabilen bir görüştü. Bunun tedavisi de, sadece hastalık durumuna odaklanmak yerine, arka planda olması muhtemel bazı manevi sebepleri hesaba katarak yapılmaya çalışılmaktaydı. Ama modern tıbbın hastalıkların sebeplerini sadece mikroorganizmalarla, mikroplar ve bakterilerle açıklama girişimi bu eski tarz tababet anlayışını demode ve geçersiz kıldı. Bunu bir tahakküm olarak adlandırabilir miyiz?
Belki. Ama bütün suçu modern tıbba yüklemek yerine, modern tıbbı yaratan bir süreç olan modern bilim anlayışını atlamamak daha doğru.
Modern bilim anlayışının kurucularından olan Bacon’un modern bilimin temellerinden olan deneysel araştırma yöntemini savunurken kullandığı dil, Capra’nın deyişiyle “düpedüz şiddet kokar.” Tabiat avdır, hizmetçidir, köledir.
Ona göre tabiat, kendisine işkence edildikçe sırlarını verecektir. Bu dilin attığı temeller üzerinde yükselen modern bilimin tabiat anlayışının, kadim dünyanın kutsalla bağlantılı, ana, sadık yâr, ilahi olanın aynası olan tabiat anlayışıyla hiç alakasının olmadığı ortadadır. Tahakküm derken kastettiğimiz de budur.
Bacon’un kullandığı dilin cinsiyetçi bir dil olduğunu belirten Carolyn Merchant’a göre, Bacon’un felsefesi ve yazı üslubu kendi zamanındaki “cadı mahkemeleri”nden ciddi olarak etkilenmiştir. Cadı mahkemelerinde yargılanan cadıların gizemli bilgilerinin kendilerine işkence edilerek elde edilmesi gibi, tabiat da kendisine işkence edilerek konuşturulacaktır. Bu bağlam içinde ima edilmemekle birlikte, bu cadı mahkemelerinin Bacon ve takipçilerinin tahakkümcü anlayışlarına başka bir açıdan yansıdığını da söyleyebiliriz.
Modern bilim anlayışı, zaman içinde kendisini yegâne bilim ve hakikat olarak tahkim ettikçe, alternatif bilgi anlayışlarının ve hakikat iddialarının da yine onun tarafından cadılaştırıldığını söyleyebiliriz. Yani geleneksel tıbbın alternatif tıp olarak etiketlenmesi, onun cadılaştırılması karşısında masumane kalmaktadır. Modern tıbbın ana akımı içinde, modern tıpla uyuşmayan yollar, yöntemler ve yaklaşımlar cadılaştırılmakta, yargılanmakta, değersizleştirilmektedir.
Kurumsallığı abartmak
Harvard’da uzun süre dekanlık da yapan Henry Rosovsky’nin Amerika için yaptığı sıralamaya göre üniversitelerin seçkin evlatları tıp, hukuk ve işletmedir. Her üçünün de karmaşık bir kurumsallık gerektirdiği, modern toplum örgütlenmesi içinde çok hayati roller üstlendikleri, sahip oldukları karmaşık, ulaşılmaz ve pahalı bilgileri sebebiyle ayrıcalıklı oldukları, her üçünün de bir tür modern dünyanın yeni ruhban sınıfını oluşturdukları söylenebilir. Bu nispeten yeni ve modern rol sebebiyle de modern tıbbın kendisini ayrıcalıklı hissettiğini, bu hissi kendi üyelerine hissettirdiğini de söyleyebiliriz.
Bir meslek erbabının kendisini ayrıcalıklı hissetmesi onun mesleğine olan saygısıyla da alakalı olabilir. Ama tıbbın upuzun tarihi bize tabiplerin geçmişte bilgelikle dolu, olgun uzmanlar olduğunu söylüyor.
İnsanın ruh ve bedeniyle, madde ve manasıyla bir bütün olarak değerlendirildiği kadim tıbbın ürettiği bu insan tipini artık yitirmiş olabilir miyiz? Eğer öyleyse, acaba bunu tek tek tabiplerin karakterlerinde değil de, modern bilimin tahakkümcü anlayışında mı aramalıyız?
Sorularım bu kadar.