Son mutluluk

CİHAN AKTAŞ
Abone Ol

Teselli bazen zorlu tecrübeleri dinlemekle de gelir, ama bakalım beni dinlemeye açık mı zihni? Son zamanlarda olur olmaz yerlerde kendimden söz etmeye başladım, bu iyiye işaret değil. Dilimin ucuna gelen cümleleri tuttum. Anlatmaya başladığımda ölçüyü kaçırıyor, sonra da pişman oluyorum.

Adı hâlâ ‘misafir odası’, ama çoktandır onun özel dairesi oldu neredeyse. Dar bir tuvalet de eklendi köşesine, bundan ileri gelen bir koku duyuluyor bazen. Zaman akıp giderken sakıncalı eşyalardan arındırıldı, kilitler ve parmaklıklar eklendi; ne yazık ki bir tür hapishaneye benzedi.

  • Sesleri yalıttığı söylenemezdi. Kızı bazen ağlama seslerini ve feryatlarını duymamak için mutfağa kapanıp yemek yapmaya veya bulaşık yıkamaya girişiyordu. Makinenin yıkadığı kapları tekrar tekrar durularken iyi kötü bir ses duvarı oluşuyordu arada. Ona yetemiyor, ulaşamıyordu. Gece gündüz yanında olsa da yüreğinden geçen ihtimamın yanına yaklaşamıyordu işte! Sadece iyi bakılması için çabalarken tükeniyordu gücü. Sevip okşamaya takati kalmıyordu. Sarılmaya çalıştığında itiyordu zaten.

Daha geçen sene yaptığı gibi gece yatırdığında yanında yatmaya davet etmiyordu. Uykuya dalmadan önce kırmızı bakışlarındaki soru diline dolaşıyordu bir süre: Sahi, kimdi ki o? Bazen tanır gibi ısrarla baktığında onu annesi sanıyor, hatta kendi adıyla çağırıyordu.

Adı hâlâ ‘misafir odası’, ama çoktandır onun özel dairesi oldu neredeyse.

Soru soruyor, ama cevapları duymuyor. Gözlerinden yaş gelmese de ağlıyor. Bakışları hep kırmızı, anlaşılmaya aç ve sitem dolu, öyle geliyor kızına. Sebebi belirsiz bir ağlama bazen feryada dönüşüyor ve günlerce sürüyor. İnsanın kalbine bıçak gibi saplanan inlemeyle karışık ağlamasından kurtulabilir diye verilen ilaçlara direniyor bünyesi. Meramını anlatamadığı, kendini yerli yerinde hissetmediği için de ağlıyor besbelli. Ağlamaktan bitkin düştüğü bir dönemin ardından tırnaklarıyla duvarı kazımaya başlamıştı. Çıkmak, kaçmak, başka bir eve, ona unuttuklarını hatırlatacak bir şehre, bir mahalleye ulaşıp da yarıda bıraktığı bir hayata katılmak istiyor. Bu isteğiyle ilgili görünen yarım yamalak cümleler kurarken unuttuğu kelime bir çığlık halinde yükseliyor ağzından. Kurulamayan cümle bazen bir küfür sözcüğüne, bazen orada burada yapış yapış bir lekeye dönüşüyor. Bir zamanlar kibarmış, temiz pakmış.

Adımı bazen çıkaramasa da bakıcısıyla aramızda fark gözetiyor, çığlık ve feryatları benim yanımdayken daha keskin çıkıyor veya bana öyle geliyor, dedi. Kaçma denemeleri yüzünden dış kapıya güçlü sürgüler ve zincirler ekledik, pencereleri de parmaklıkla kapattık.

Ne olursa olsun gidecekti, çünkü gitmesi gerekiyordu. Bir ev vardı onu bekleyen; o eve ulaşma amacından başka sürekli bir gündemi yoktu artık. Kocasının sağlığında da söylermiş bunu hep, onun ölümünden sonra iyice aklına takmış. Dünyadan istediği tek şey oydu artık, gidip o evi bulmak. Kaç duvar, kapı, eşik aşması gerekiyordu? Duvarları tırmalamaya başlamış. Oğlu her gelişinde bir zincir, bir kilit, bir sürgü daha ekliyormuş kapı ve pencerelere. O, parmaklıkların arkasından görebildiği kadarıyla sokağa bakmaya ve ağlamaya devam ediyormuş.

Bir çömlekçinin hayat tecrübesi: Mağara
Nihayet

Konuştuğu kim olursa olsun aynı cümleyi duyuyormuş şimdi: “Gideceğim, kapıyı açın, burası benim değil.” Bakıcıları saldırgan hallerinden korkup işi bırakıyorlarmış. Arka arkaya gelen iki bakıcı da dayanamayıp ayrılınca yeni bakıcı arayan kızı tavsiye üzerine bu ajansa gelmişti işte. Bekleme salonunda yan yana oturuyorduk. Ben Gürcü bir bakıcıyla görüşmek için bekliyordum, o ise tecrübeli bir gece hastabakıcısı için. Güçlü kuvvetli ve kibar biri olmalı, dedi tedirgin bir sesle. Annem zarif, iyi giyimli, tatlı dilli hastabakıcıları daha kolay benimsiyor.

Görmeyen, uykusunu yitirmiş gözlerle çalan telefonuna baktı bir süre ve isteksizce açıp kısa bir konuşma yaptı. Bekliyorum daha, müdürün bir toplantısı varmış, burası çok kalabalık, herhalde yemeğe yetişemem, dedi. Ha, teyzeciğim, dalgınlığına gelir de görmezsin, çıkar gider, sakın sürgüyü açma, diye ekledi. Telefonunu kapatınca da açıklama yaptı bana: Teyzem dayanamayıp odasından çıkarmış ağlaması dinsin diye, mutfakta çay içiyorlarmış, dikkatli olmasını tembih ettim. O aylardır görmüyor, yeni hallerine alışık değil. Hasta, perişan, unutuyor, ama işine yarayacak açıklar gözünden kaçmıyor. Aralık kapılar ve pencereleri hemen fark ediyor. Misafir odasındaki çekmecelerin içindeki öteberiyle oyalanmayı çok severdi eskiden, artık ilgilenmiyor etrafıyla. Tırnaklarıyla duvarları kazıyor çıkmak istediği için. Tırnaklarını kesmenin faydası olmuyor, parmaklarıyla yontacakmış gibi cebelleşiyor duvarlarla. Sofa veya oturma odasına geçince de sakinleşmiyor. Doğruca dış kapıya yöneliyor. Bir sabah duvarları kazımaktan parmaklarından kan sızdığını gördüğümde dayanamadım, alelacele pansuman yaptım parmaklarına, sonra kapıyı açıp kenara çekildim. Şaşırdı, bocaladı, neşelendi.

Üzüntüm kısa sürdü doğrusu, öyle korkunç haberler okuyoruz ki gazetelerde…

Ayakkabılarını giydirmeme sesini çıkarmadı. Yerinde durmazdı öyle, ama sokağa gideceğini fark ettiği için uysal davrandı. Ayaklarını yere sürerek ve iki yana yalpalayarak çıktı kapıdan, hevesle koridora atıldı. Nereye gidebilirdi ki? Hedefini iyi biliyormuş gibi sağına soluna bakmadan, birisinin yürüyüşünü elinden almasından korkuyormuş gibi canla başla yürüyordu. Son mutluluğu bu olabilirdi, alıp başını gitmek. Engellenmediği için bakışları yumuşamıştı, asansörden çıktıktan sonra ardından koşarken fark ettim. Holdeki ilan panosunun önünde durdu, duyuru yazılarına baktı merakla. Panonun köşesine iliştirilmiş bir fatura zarfını eline alıp açmaya çalıştı, açamayınca yere attı ve dış kapıya yöneldi. Özgür, yaramaz, meraklı bir çocuk gibiydi; bakarak ve dokunarak dünyayı keşfediyordu. Koşup koluna girmek istedim, itti beni. Ayakkabılardan biri çıktı ayağından, umursamadan öyle tek ayağı yalın ayak, başörtüsü omuzlarına düşmüş vaziyette yürüdü bir süre. Ayakkabısını alıp takip ettim. Sokağın caddeye bağlandığı yerde durdu ve çılgın, ama aynı zamanda neşeli bakışlarla önünden geçen kamyona doğru atıldı. Dur, dedi, dur, beni bekle. Kamyona dokunmaya çalışırken sendeledi. Yanına koştum. Düştüğü yerde şoföre seslenmeye çalışıyordu: “Eve götür beni”, dedi; ardından, “Sen o değil misin?” diye sordu. Gelgelelim kamyon geçip gitmişti. Küskün bir şekilde oturup kaldı kaldırımda bir süre. Gidip yanına çömeldim, ayakkabısını giydirmeye çalıştım. İtiraz etmedi; herhalde caddede akıp giden kalabalığa göre yakınlık duyduğu için değil de dile getiremediği acılara kendini bıraktığı için... Sarılmaya çalıştım, itmedi. Çığlığı kırmızı noktalar halinde bakışlarındaydı yine. Gidemeyeceğini biliyor, o yüzden acı çekiyor, diye geçti aklımdan. Üzüntüm kısa sürdü doğrusu, öyle korkunç haberler okuyoruz ki gazetelerde…

Çantasından bir mendil çıkarıp gözlerini sildi. Bir süre sessizce oturduk. Teselli bazen zorlu tecrübeleri dinlemekle de gelir, ama bakalım beni dinlemeye açık mı zihni? Son zamanlarda olur olmaz yerlerde kendimden söz etmeye başladım, bu iyiye işaret değil. Dilimin ucuna gelen cümleleri tuttum.

Anlatmaya başladığımda ölçüyü kaçırıyor, sonra da pişman oluyorum. O telefonun ekranına dalmış bir şeyler okuyordu, bir haber; bana da aktardı. Aynı haberi televizyonda izlemiştim, yine de ürperdim dinlerken. Haber yüzünden sarsıldı sanıyorum, annesinin kırmızı bakışlarının üzerimde gezindiğini duydum.

Yetememe hissinin ihtiyaç duyduğu şeyi tanıdım bakışlarında. Teselli bekliyor ve belki işte şöyle sözler: Üzülmeyin, kendinizi paralasanız da daha fazlasını yapmanız gerektiğini düşüneceksiniz, bu işte böyle bir hastalık.

Bunu söyledim, başka şeyler de söyledim. Facebook’ta önüme düşmüştü bu haber: Hani, chemtrails denilen uçaklarla yapılan kimyasal püskürtmeler var ya, işte o püskürtmeler sırasında kullanılan kimyasalın özü baryum tuzları ve alüminyum parçacıkları ihtiva ediyormuş. Oksitlenen alüminyum ise beyin hücrelerini etkiliyor, hafıza ve konsantrasyonu zayıflatıyormuş. Kimyasal püskürtme sebepleri üzerine aklımda kalanları aktarmaya çalıştım. Beni dinler gibi yapıyor, ancak çok yorgun görünüyor ve ben de daha az yorgun değilim. Yaşlandıkça kocaman bir bebeğe dönüşüyorlar, neler neler okuyor, duyuyoruz, önemli olan güvenliklerini sağlamak, diye bağladım konuşmamı.

  • Öyle, haklısınız, öncelikli olan güvenliği artık, diyerek onayladı beni. Kırık dökük cümlelerle ruh halini anlatmayı sürdürdü. Hiçbir şey gönlünden geçtiği gibi olmuyordu. Yetersiz gelenin, yarım bırakılanın telafi edildiği bir yer var, her zamankinden daha çok inanıyorum buna, dedi.

Okunan onun ismi olmalıydı. Yerinden sıçradı ve sekreterin gösterdiği odaya girdi. İsmi Azize’ymiş demek. Gidebileceği bir adres olsa, bildiği bütün kelimeleri unutmaya hazır olurmuş insan; bir şarkıdan aklımda kalan bir mısra bu. Nasıl da derin bir kuyu hafıza ve denetimi ne kadar az elimizde! Babamın hafızası yerinde, kaçma fırsatı kolladığı bir ev hayali yok, ancak ayağa kalkıp yürümeyi, toprağı adımlamayı elbette özlüyor. Kahve muhabbetlerini, cami arkadaşlarını arıyor. Yıllardır felçli, yatalak hasta; dönem dönem bir bakıcının desteğine ihtiyaç duyuyorum. Haftada bir erkek kardeşim gelip banyosunu yaptırıyor, traş ediyor. Hastalık asıl zorlukları yanında bir de terk edilmeler yüzünden yalnızlaştırıyor insanı. Tuhaf değil, babamın felci zaman içinde benim de felcime dönüştü. İkimiz birden günden güne ağırlaşan faydasız bir yük halinde unutuluyoruz durduğumuz yerde. Daha uygun bir ortamda babama felç indikten sonra yaşadıklarımı Azize Hanım’a anlatmayı isterdim doğrusu: Kaç kadın felçli babasına baktığı için deliler gibi sevip güvendiği kocası tarafından terk edilmiştir acaba?