Sokaktakilerden korkmak, duyarsızlığımızı meşrulaştıran bir kurgu
Yüksek duvarlı siteler insanları birbirinden ayırıyor ve dokunma korkusunu besliyor. Hatta hayırseverlik bile bu dokunma korkusundan nasibini alıyor ve insanlar yardımlarını birtakım kurumlar aracılığı ile yapmanın konforuna sığınıyorlar. Bu genel yaklaşımın aksine, gecenin karanlığında evsizlerle, tinercilerle, gariplerle “kardeş” olan Mahmut ve Ayşe Karaman çifti ile konuştuk. “Tekinsiz” diye nitelenen ihtiyaç sahiplerini evlerinde ağırlamaktan çekinmeyen çifte, onları bu korkudan azade kılanın ne olduğunu sorduk.
Sokaklarda, hem de geceleri pek çok kişinin yanına bile yaklaşmaktan korktuğu insanlara çorba dağıtıyorsunuz. O insanların hayatına yakınlık duymanızı kolaylaştıran bir tecrübeniz oldu mu?
Bunun büyütülecek bir tarafı yok. Benim yaşıtlarımın çoğu zaman zaman terminalde 3-5, bazen 24, bazen 48 saat beklemiştir. Ya paramız olmadığı için ya da otobüs olmadığı için. İzmir’den Trabzon’a bir otobüs var. Onu bekliyorsunuz. Siz yaşamadıysanız babanız yaşamıştır bunu. Benim İzmir terminalinde, Ankara terminalinde 10 gün, 20 gün kaldığım olmuştur. Bir seferinde İstanbul Topkapı’da üç ay kaldım. Ama benim gibi oralarda kalan çok insan vardı. Orada geçirdiğim vakitler benim farkındalığımı artırdı, diyebilirim.
Bu yüzden mi, bildiğiniz bir dünya olduğu için mi evsizlerden korkmuyorsunuz?
Evsizlerden neden korkayım? Evsizlerin %90’ı dilenmezler. Çok azı madde bağımlısıdır, onlar da en fazla 5 lira falan ister sizden. Bir lokantaya götürüp karınlarını doyurmanız yeter. Bana kalsa içki paralarını da verelim, diyorum. Yoksa insanları bıçaklayabilirler. Ama beni eleştiren çok arkadaşım var. Bu teklifim yüzünden beni kâfirlikle suçlayanlar oldu. Hâlbuki herkes kendi mahallesinin berduşuna baksa...
Bıçaklama ihtimali olan birisiyle siz doğrudan temas hâlinde oluyorsunuz. Normalde insanlar sokakta gördükleri muhtaç insanları tehlikeli olarak görürler, onlardan iğrenirler, korkarlar. Sizdeki asıl muharrik güç ne ki, o korku duygusunu yenebiliyorsunuz?
Bu bizim onları sokağa attıktan sonra tamamen kendi vicdanımızı rahatlatmak için başvurduğumuz bir kurgu. Bir ötekileştirme mekanizması. Sokaktaki insanlar kadar dürüst, düzgün, ahlaklı, duygusal insanlar yok! Hatta benim kanaatime göre, onlar kişilik gelişme sürecinde birtakım aksaklıklar yaşamış; hayatın sorumluluklarına, zorluklarına katlanamamış; aşırı duygusal oldukları için o rolleri, o sorumlulukları yerine getirememiş; sokağa kaçmış insanlar. Hâlbuki tamamen yanlış bir ön yargı var. Bizim vicdansızlığımızı meşrulaştıran, onlarla ilgilenmememizi haklılaştıran bir ön yargı. Ben çorba dağıtmaya gelmek istiyorum ama korkuyorum, diyor insanlar.
Korkmakta haksızlar mı? Gün geçmiyor ki bir tinercinin saldırısına dair bir habere rastlamayalım medyada...
Haklısınız en riskli grup tinercilerdir, ama bunlar İstanbul’da sokakta bulunan insanların herhâlde en fazla %5’idir. Onlar da dokunmadığın zaman hiçbir şey yapmazlar. Ama devamlı horlanıp dövüldükleri için en ufak bir tavra anormal tepki gösteriyorlar. Elini kaldırırsan, hakaret edersen sert bir tepkiyle karşılaşabilirsin.
Böyle davranılmazsa korkulacak bir şey yok mu diyorsunuz?
Bulundukları ortamlarda sosyal ilişkiler ağı içinde iseler sorun yok. Mesela Beşiktaş’ta esnafla iyi bir ilişki ağları var. Orada bakılıyorlar. Sokaktaki insanlardan bir kısmı alkol, bir kısmı tiner kullanıyor. Evlerde de tiner ve alkol tüketen insanlar yok mu? Korkacak bir şey yok. Biz sokaktan alıp evimize bile götürdük. Emniyet amiri tepki gösterdi. “Gece arkadaşlarını çağırıp evini soyarlar ya da yakarlar” dedi. Hiç öyle bir şey olmadı.
Ne zamandan beri evinize alıyorsunuz sokakta kalan insanları?
İlk olarak 15 sene önce Arzu diye bir kız aldık eve. 2 ay bizimle kaldı. Okula göndermek istediğimizde karakola nüfus müdürlüğüne gittik kimlik için. Karakoldakiler tanıdı. Avcılar’da bir ailenin çocuğuymuş. Bize Mardinliyim, ailem yok demişti. 6 ayda bir evden kaçıyormuş. Adı da Arzu değilmiş. Elimizden aldılar onu. İçimizde bir ukde kaldı. Bir zaman sonra küçük kardeşini alıp gelmiş hanıma: “Annem, babamı öldürdü, hapse girdi. Küçük kardeşim daha 5 yaşında, benim gibi sokaklarda büyümesini istemiyorum, sana getirdim. Kardeşimi burada bırakmak istiyorum” demiş. Çocuk ablasına sarılmış. Bizim hanım aklına geldikçe ağlar hâlâ. Biz inandık çocuğa, ne yapalım.
Evde misafir ettikleriniz hep böyle tipler miydi?
İki yıl önce de bir anne oğlu aldık evimize. Oğlum Eyüp’te evsizlere battaniye dağıtırken, orada bir yaşlı teyze ve obezite hastası oğlunu görmüş. Bizi şuraya götür diye rica etmişler, o da otele yerleştirmiş. Gitti geldi, bizden habersiz onlarla ilgilendi. Sonra annesi fark edince, oğlum otele para verme buraya getir, dedi. 2 ay bizimle yaşadılar. Anne Nigar Hanım 70 yaşında, oğlu İsmet 45 yaşında. O ara eşim onları doktora getirip götürdü.
İsmet’in kilo sorunları vardı, 200 kilo vardı herhâlde. Anne 5 senedir sokağa düşmüş bir kadın. Ondan önce senin benim gibi normal ev yaşamı olan bir insan. Bayrampaşa’da dairesi var falan. Oğlunun biraz zekâ yaşı düşüktü. Eskiden kaportacılık falan yapmış. Bir hastalığı nedeniyle kortizonlu ilaçlar kullanmış, kilo almış.
Şu an oturduğunuz evde mi baktınız?
Evet, bu evde baktık 2 ay. Sonra ev tuttuk onlara. Dayadık, döşedik, gidip gelip ilgilendik. Bir sene sonra İsmet vefat etti. Daha sonra bir oğlu daha varmış, annesiyle arası açıkmış, o çıktı geldi. En son bize haciz geldi, kadının borçları yüzünden. Adresini bize nakil aldırmıştık.
Buna rağmen devam ettiniz mi sokakta bulduğunuz insanları evinize getirmeye?
Tabii. Taksim’den Ugandalı, Sudanlı üç beş tane kız aldık eve. Gurbete çalışmaya gelmişler, aylık 600’e, 800’e çalışıyorlar. Sokakta kalmışlar. Bir de zayıfça hasta bir Ganalı kız vardı. Hanımı aramış ilgilendiği öğrencilerden biri, burada hasta bir kız var diye. Getirdik eve. İki defa ameliyat ettirdik. Sonra Almanya’ya gitmek istediğini söyledi, biz de gönderdik.
Yabancı birini eve aldığınızda o polisin uyardığı gibi boğazıma bıçak dayar mı, evimi soyar mı diye bir korku yaşamıyor musunuz hiç?
- Hayır yaşamadık. Bir seferinde hanım, arkadaşlarından geldi, gece saat bir. Kapıyı çaldı, çıktım. Mahmut koş koş gel, dedi. Baktım kapının dibinde secde şeklinde bir oğlan yatıyor. Yerde 5 cm kar vardı. Kalktı yüzümüze baktı, Abla vallahi kullanmıyorum, dedi. Ayşe Hanım, esrar kullananların göz bebekleri büyük oluyormuş diye gözünün içine baktı. Sonra banyoya soktu, elini yüzünü yıkadı, oğlan değil kız çocuğu dedi. Yüzü gözü simsiyah, güneşten yanmış, tacize de uğramamak için erkek beresi takmış. Emniyet’i arayıp ne yapalım diye sordum. Bizim yapabileceğimiz hiçbir şey yok, dediler.
Bunlar sokaklarda bali çekip 30 yaşında ciğerleri iflas ediyor... Sonra birisi haber verdi, Taksim’de hasta bir kız varmış. Gidip aldım, altı ay kaldı bizde. Sonra taktı kafaya Almanya’ya gidecek. Yardım ettik, gitti. Sonra iki kız daha aldık. Onlar da Ganalı. Onlar da bir ay kadar kaldılar.
Gecenin bir yarısı hem de tanımadığınız, bilmediğiniz bir insan sizi korkutmuyor...
Neden korkayım? Sokakta yatıyorlar biz onlara çorba ikram ediyoruz. Biri diyor ki, beyefendi ben almayayım, ben atık topluyorum, günde 10 lira kazanıyorum haksızlık olmasın. Bir diğeri bankın üzerinde yatıyor, bir naylonu dört bir tarafından bağlamış, üzerinde 2-3 cm kar var. Battaniye veriyorum, “Herkese ver, sonra artarsa bana gel” diyor. Belediyenin verdiği küçücük bir ekmeğimiz var, çorbanın yanına veriyoruz. Bugün çorba alıp ertesi gün çorba saatine kadar hiçbir şey yemedim, diyenler var. O yüzden bardakları büyük yaptırdık. Ama öylesi var ki ikinci ekmeği almıyor, herkese var mı, diyor; ikinci battaniyeyi almıyor, herkese var mı, diyor.
Bir de hangi battaniyeyi kaldırsam altından bir kedi köpek çıkıyor. Onları koruyorlar, onlarla ısınıyorlar. Tinerin etkisiyle çok derin uyuyan bir tinerciyi uyandırmak için bağırınca köpek çıkıp bana havladı. İmrendim, kıskandım. Onun dostu, arkadaşı var; kucak kucağa yatıyor. Kendi aralarındaki sevgi, şefkat, merhamet, dostluk... Ben başka bir yerde görmedim. Korku bizim uydurduğumuz bir şey.
Yani siz diyorsunuz ki sokakta korkulacak bir şey yok. Peki çevrenizdeki insanların tavrı nasıl oluyor?
Geçen sene Ankara’da AŞTİ’nin kapısında çorba dağıtıyoruz. Bir gün önce tanıştığımız 55-60 kadın da geldi dağıtıma. Dağıtım bittikten sonra içlerinden biri “Hocam, bana teşekkür ettiler; Allah razı olsun, dediler; gözlerime baktılar” dedi ve ağlamaya başladı. Bir Dostoyevski sahnesi gibi. Tencerenin başında çorba dağıtıyordu bu hanım. Ne zannediyorduysa onları?
Ne zannediyordu sizce?
Canavar zannediyordu, ne zannedecek. Saldıracak, öldürecek zannediyordu; korkuyordu. Gülümseyerek teşekkür edince karşısındakinin insan olduğunu gördü. Kibar ve çekingen bir insan olduğunu gördü. Sokaktaki evsizlerin çoğu maddi sıkıntıdan, yoksulluktan orada değil. Beyazıt’ta, 40 senedir kimseye sarılmadım, kimse bana sarılmadı, diyen bir evsizle karşılaştım. Bunu Dostoyevski’de bile bulamazsın.
Gecenin gündüzden farklı bir manzarası var mı? Korkutucu mu?
Aksine! Gece insanın ruhuyla karşılaştığı daha sade, asude, daha derin, daha uhrevi, daha insani, hayatı başka bir şekilde okuduğun daha filozof olduğun, kendinle baş başa kaldığın bir zaman dilimidir. Sabahleyin maskelerimizi takıp, kılıçlarımızı kuşanıp, savaşa gider gibi sokağa çıkıyoruz. Mücadeleli bir kapitalist ortamda, savaş var, yalan dolan var, kandırılmak var… Dışarıda gördüğüm, sokaktaki insanın bir ekmeği paylaştığıdır.
Normalde Ayşe Hanım kızmıyor mu bunlara, diye sorardım. Çünkü en azından hijyen takıntısı olur kadınların. Ama asıl Ayşe Hanım galiba, sokakta kalanları eve getiren?
Ben bu konuda kadınların başı çekeceğini düşünüyorum. Çünkü onların algısı ve hissiyatı daha açık. Mesela bir eve birlikte giriyoruz. Çıkınca bu kadın hasta, bu çocukta gelişim bozukluğu var, diyor eşim. Ben hiç fark etmemiş oluyorum. Mutfağa girip çıkıyorum, bir şey dikkatimi çekmiyor. Eşim, dolap boştu, ekmek yoktu, yerde halı yoktu, diyor. 6 ay kadar oldu, gece saat 1’de beni arıyor. “Hocam çayı koyabilir misin? Bir abla ile üç çocuk buldum. Çok kibar, çok düzgün, çok edepli, çok temiz insanlar” diye de beni ikna etmeye çalışıyor. İsterse kirli olsun, bana ne! Aldı geldi onları, Suriyeli İntizar ve üç çocuğu. Üç delikanlı... 3 hafta kaldılar bizde.
Üç delikanlıyı eve almak sadece cesur değil, hesapsız da bir hareket değil mi?
Haklısınız, benim iki kızım var. Ama evimiz iki katlı. Onlara salonu verdik. Özellikle böyle büyük bir ev tuttuk zaten. Biz ana-babamızdan böyle gördük.
Yani bu yaptıklarınız geleneksel misafirperverliğin bir devamı, öyle mi?
- Pek farklı değil esasında. Size bir olay anlatayım. Bursa terminalindeyim, yıl 1985. Karacabey’e doğru 25 km ileride bir mahallede oturuyoruz. Arabaya bindik, bir adam şoföre Konaklı köyünü soruyor. Şoför bilmiyor. Gece saat 03.00. Sorduğu köy yoldan 7 km içeride. Bizim köyün yakınında indik. Adama yolun uzak, bu saatte köpekler saldırır, gidemezsin, deyip zorla ikna ettim bize gelmeye. Rahmetli babam kapıyı açtı. Ona oda hazırladık, yattık. Sabah namazına kalktık, babam misafiri de kaldıralım, dedi. Ben de karışmayalım, dedim. Bizim evde bir gelenek var. Sabah kalkınca bir bardak süt verilir herkese. Babam muzipliğinden duramadı. Oğlum şu bir bardak sütü odaya götür koy, dedi. Adam derin uyuyordu; pencerenin kenarına, uyanınca içer diye bıraktım, çıktım gittim. Sabah 9’da kalktık.
Misafirin odasına gittim, yatağı katlamış öylece oturuyor; sütü de içmemiş. Kahvaltı yapmadan gitmek istedi. Babam izin vermedi. Kahvaltıdan sonra sapağa kadar ona eşlik ettim. “Siz ne biçim insanlarsınız? Beni tanımıyorsunuz, gece evinize almaya korkmadınız mı?” dedi. “Neden korkalım senden. Ama sen korktun değil mi?” dedim. “Korktum tabii. Sütü içemedim zehirlidir diye, sabah kahvaltıya sizden önce başlamadım” dedi. Bu adam, Feriköy Şişli’de esnafmış. Ben bunu arkadaşlara anlatınca, baban sana kızmadı mı, dediler. Niye kızsın, o getiriyordu zamanında, ben ondan öğrendim. Eve almazsam adam sokakta donacak, kar var yerde.
Böyle bir atadan görme var demek...
Bizim oralarda yük sırtta taşınırdı. Bizim ev ve dayımın evi köyün girişinde. Evlerin önünde betondan geniş avlular vardı, insanlar yüklerini indirip namazlarını kılabilsinler diye.
Dayım evinin dışına yoldan gelen geçen için tuvalet ve abdesthane de yapmıştı. Acıkana yemek, susayana su, ayran verirdik. Oraya gittiğimde hâlâ insanlar beni tanırlar. Kucaklaşırız onlarla…
Oradakiler hep tanıdığınız kimseler, köylüleriniz. İnsanları şaşırtan, buradakileri tanımıyorsunuz...
E, bunlar da insan!
Mesele de bu ya. Onların insan olduğunu unutuyoruz. Temiz değiller, nereli oldukları belli değil. Esrarkeş midirler, tinerci midirler? korkusu bizi teslim alıyor.
Bu toplum ne zaman değişti? Analarımız babalarımız Tanrı misafirini, yolda kalanı geri çevirmiyordu. Bugün bunları yadırgayanlar Paris’ten gelmedi, sultan evladı da değiller! Türkiye’de şimdi bunları yadırgayanların %90’ı, 1970’li yıllarda köyde yaşıyordu. Benim babam da keramet sahibi değildi, babamın yaptığını Anadolu’da herkes yapıyordu.