Sokak röportajları: Malumun ilamı veya izole dünyaların politik temsili
Röportajlar soru cevap eşliğinde belirli bir alanda başarı sağlamış, yaptıkları ile farklı kesimlerin ilgisine nail olmuş kişilerin kendini ifade etme biçimi olarak bilinir. Röportajcı soruları ile odaktaki kişinin bilinmeyenlerini açığa çıkarmayı ve röportaj yapılanın iç dünyasını kamuyla buluşturmayı amaçlar. Günümüzde ortalama bir sosyal medya kullanıcısının keşfetine her gün tanımadığı birilerinin çarpıcı beyanları düşüyor. Sanal sörfün temel içeriklerinden biri hâline gelen sokak röportajları defalarca ifade edilmiş hislerimize bir kez daha bu sefer pervasızca tercüman oluyor.
Katılanların tarzlarını konuşturduğu skandal yarışma programında Bahar Candan isimli yarışmacı rakiplerine bir dizi iddiada bulunur. İddialarına dair bir kanıtı olup olmadığı sorulduğunda ise şu ikna edici cevabı verir: “Söylediklerim bir kanıt barındırır. Çünkü ben söylüyorum.” Elbette, hayattaki en büyük sıkıntısı babasının dondurma fabrikasının olmayışı ve en büyük başarısı da gizli mekânlarda pop starlarla partilemek olan bir TV figürünün söylediklerinin üzerini daha en baştan çizebiliriz ancak iddianın tek başına kanıt olduğuna duyulan bu özgüven, sadece manipülatif Barbielere özgü değil. Uluslararası şirketlerin dünyanın en kuytu köşelerine bile metalarını eriştirdiği, hayati ve gereksiz onlarca bilginin parmaklarımızın ucunda beklediği, öğrenmenin maliyetinin her gün biraz daha düştüğü günümüzde, şeylerin anlamını da öz-sevgi ve nefret tayin ediyor. Dünyanın küresel bir köy hâline gelişi ile yegâne ve zorunlu gibi düşündüğümüz inanç ve davranışların başka şekillerde de olabileceğini görmek hayatlarımızı çoktan seçmeli bir hâle getiriyor. Tarihsel kapitalizm katı olan her şeyin buharlaşmasına insanlığı zaten alıştırmıştı ancak insani olan her şeyin pek de gizli bir ele ihtiyaç duymayan bir piyasa içinde değerleneceği klasik liberallerin dahi aklına gelmezdi. Çoğulculuk (plüralizm) tarihin, iktidarın ya da kurumların monolitik baskısından tahrip olmuş kitlelerin yeni ufku. Kendimizi özdeşleyeceğimiz şeylerin çeşitliliği, kimliklerimizi kalıcı değerlere sabitlenmekten çok modüler hâle geliyor.
Kimlik piyasasında son kullanma tarihleri giderek kısalan ideallerimiz sürekli bir güncellemeye ihtiyaç duyuyor. Bu durum kendimizi ve dünyayı anlamlandıracağımız bir merkez noktasının ayağımızın altından kayması ile sonuçlanıyor.
“Acaba gerçekten bir Matrix’in içinde yaşıyor olabilir miyiz?” diye kimi zaman düşünmemize sebep olan dijital âlem çoğulculuğun ardından modern kültürü başka bir kavramla tanıştırdı: post-truth. Şeylerin başka bir şekilde mümkün olması geleneksel toplumda ancak ilahi bir dokunuşun (mucize) gafletteki gözleri uyandırması ile idrak edilirdi. Sanal dünyada ise inanılan şeylerin ipliğini pazara çıkarmak sıradan bir hadise. Kanaat ve değerlerin olgular ile arasındaki mesafenin giderek açılması her şey hakkında her şeyi söylemeyi mümkün kılıyor. Bu noktada posttruth bir hakikatsizlik durumu değil. Çokça hakikat (yani şeylerin ne olduğu ve olması gerektiği) arasında kalmanın neden olduğu bir belirsizlik. Market rafları arasında yaşadığımız tereddütün bir bakıma kim olduğumuza aktarılması. Elbette ki gerçeklik her zaman inançla ilgili olmuştur. Merdiven altından geçmenin başınıza kötü şeyler açabileceğine inanabilirsiniz. Çocukken mahalle caminin siyah ve beyaz taşlarla bezeli avlusundan geçerken siyaha basanların cehenneme gideceğine inanırdım. Öte yandan inanç yalnızca alt benliğimize ait korku ve arzuların bir yansıması değildir; ötekilerle ortak bir dünyada yaşadığımızı telkin eden bir nesnelleşme sürecidir. Gerçeklik hakkındaki temel tasavvurların mübadele edilebilir bir mahiyet kazandığı modern çoğulcu kültürde öznel bakış açıları iki uç durumun tehlikesi altındadır: rölativizm ve fundamentalizm. Rölativizm her şeyin yerine geçebileceği bir olasılıklar evreni yaratırken biz ve öteki arasındaki ayrımı anlamlandıran sınırlar maddi ve sembolik bir düzenin tezahürü olmaktan çıkar. Eski yüklerden kurtulmanın getirdiği ferahlık tüm renklerin solduğu bir nihilizmle kol kola girer. İdealin iktidarla bağı çözüldüğünde kendini bir enkazın ortasına bulan benlik kendine sığınacağı yıkılmaz bir mabet arar. Fundamentalizm modern kültürde değerlerin geçiciliği karşısında ötekinden ümidi kesen benliğin mutlak bir düzen hasreti çekmesidir.
Söz konusu düzen beraber yaşamanın dinamizminden değil benliğin çeşitliliği ile zehir saçan dış dünyadan ayrıştırma/arındırma arzusundan beslenir. Peter Berger’in deyişi ile “Totaliter devletlerin halklarının düşman sınırlarına geçmesini engellemek için gözetleme kuleleri dikip, elektrikli teller germesi” gibi fundamentalist de kendine ötekiyle belki karşılaşacağı ama asla karışmayacağı “zihinsel duvarlar” 1 örer.
Modern siyaset, dünyayı bir zamanlar anlamlandıran temel kategorilerin teker teker hükümsüzleştiği bir krizden geçiyor. Daha doğrusu nerdeyse her kategorinin başına post ekinin eklendiği zamanımızda kriz hayatın olağan bir durumu olarak içselleşiyor. Eski ağır yapıların barındırdığı ve unutturduğu sorunlar yeni koşullar altında karmaşıklaşırken bireyler de sistemin açmazlarını doğrudan kendileri omuzlamak zorunda kalıyor. Eski çözümler hâlen yürürlükte ancak rölativizm ve fundamentalizm arasında sıkışmış bir benliğin korkuları onlara alışılmadık bir çehre kazandırıyor. Bildiğimiz kavramların yeni siyasal aranjmanları bambaşka bir politik gerçekliğe çıkıyor.
İdeolojinin sonundan sonra
İdeoloji günümüzde sabıkalı bir kavram. Kuşaklar arası farklar arttıkça kavramın çağrıştırdıkları da çelişkili bir hâl alır. Yaşlı kuşaklar için uğruna mücadele edilecek bir idealdir ideoloji. Gençler içinse gerçekliği tahrif eden ön-yargı. Kimi zaman düşüncelerin tarafgirliğini (yandaşlığını) vurgulamak için kullanılır kimi zamansa nesnel bir anlamlandırma sistemine işaret eder. İdeoloji ile reel siyasetin yolu 20. yüzyılın ikinci yarısında ayrılmaya başlar. Dünya savaşlarının ardından sanayi toplumunun sağladığı refah ve lüks sınıfların savaş baltalarını gömmesine sebep olurken, en alttakilerin artık zincirlerinden başka kaybedecekleri vardır. Sınıfsal temayüllerin ötesine geçen teknokratik bir yönetim anlayışı ideolojik alışkanlıkları gereksiz hâle getirir. Siyaset, topluluğun nihai bir uygarlık durumuna getirilmesi değil sanayi sistemin standart ve hedeflerine uygun politikalar üretilmesidir. Soğuk Savaş süresince ideolojik göstergeler hegomonya tarzlarının birbirine karışmaması adına jeopolitik bir bariyer işlevi görse de Sovyet Rusya’nın çöküşü ve Berlin Duvarı’nın yıkılışı ile dünya ideolojisiz yani liberal piyasa sistemin tek parametre olduğu bir evreye geçer. Kısıtlayıcı her şey sermayenin yolundan çekilirken bireyler artık birey üstü mekanizmalara referans vermeksizin kendini yaratabilir. Yeni bireycilikler için ideolojinin özdeşlendiği durumlar (sınıfsal eşitsizlik, sosyal düzen, tarihsel görev) kötü birer çağrışımdan ibaretti. Margaret Theatcher’ın ünlü deyişi ile “toplum diye bir şey” olmadığından eski ortak yaşam pratikleri bireylerin önündeki gereksiz engeller olarak görünecekti.
Bu noktada miadı dolmuş siyasal ezberleri devre dışı bırakan neo-liberalizmin eskilerin yerine geçen bir ideoloji olduğu ileri sürülebilir ancak tarihsel kullanımına kıyasla neo-liberal versiyon ideolojinin içkin anlamları ile çelişen bir olumsuzlamaya sahiptir.
Halefler koltuklarına kurulup yaşlanmaya başladıklarında seleflerine benzer. Bu durum dinin yerini ikame etmeyi vaat eden ideolojiler için özellikle geçerlidir. Aydınlanma aklının insanı merkeze alan bir uygarlık inşa etme hayali 19. yüzyılda bir grup aklı evvelin gündeminden çıkıp geniş kitlelere ulaşacaktır. Devrimler çağında kitleler için ideoloji, din gibi bir afyon etkisi uyandırmıştır. Şeylerin kendinde gerçekliği zihinsel bir sarhoşlukla alametlerine dönüşürken dünya da olduğundan farklı bir anlama bürünür. Çatışmalar kutsal bir amaca yönelir. İnsanın varoluşsal yetersizliği daha iyiye dair bir ümit ile teselli bulur. Yaşamın çıplak dehşetinin kafasındaki bir dünya tasavvuru ile yer değiştirmesi neticesinde “ezilen insan içli bir ezgiye, kalpsiz bir dünya sıcaklığa” kavuşur.2 İdeoloji gerçekliğin maddi ve ideal boyutların aynı kelamda buluşturma denemesidir. Bu bağlamda ideolojiler dışsal olgulara açıklık getiren bilişsel bir bilgi, özneler arası ilişkileri tayin eden bir davranış bilgisi, ortak anlam pratikleri ve öznel yönelimleri yansıtan bir temsil bilgisini içerir. Elbette ki söz konusu katmanlar arasında her zaman bir eşitlik sağlandığı söylenemez. Örneğin kavramın mucidi Destut de Tracey ideoloji ile insanların doğru şekilde düşünmesini sağlayacak fizik kadar evrensel yasalara sahip bir bilimi kast eder. Kavrama hakaretamiz bir anlam yükleyen Napolyon Bonabart’a göre ideologların evrenselci düşleri, toplumun özgün koşullarının fikirlere etkisini ayırt edememekten kaynaklı bir cehaletin ürünüdür: “Sevgili Fransamızın başına gelmiş bütün talihsizliklerin kaynağını ideologların öğretisinde- yasaları insan yüreğinin ve tarihteki ibret verici olayların bilgisine uyarlamak yerine yapmacık bir tarzda, ilk ilkeleri bulup ulusların yasama biçimini bu ilkeler temelinde düzenleme çabasında olan, boş laflarla dolu bu metafizikte aramak gerekir.” 3 Evrensel ve tekil arasındaki gerilim ideolojinin temel açmazıdır. Bir şey hakkında sahip olduğumuz düşünceyi herkes için geçerli kılacak olan şey nedir? Gözümü kapadığımda her şeyin yok olduğuna ve sonra yeniden yaratıldığına; alt kata taşınan yeni kiracının dünyayı yöneten beş büyük aileden birine mensup olduğuna ya da bütün kalbimle istersem büyük ikramiyenin bana vuracağına inanabilirim ancak diğerlerinin böyle bir bakış açısına sahip olmasını sağlayan nedir?
İdeolojinin iktidarla bağına dikkat çeken Karl Marx, fikirlerin toplumdaki çıkar ilişkilerinin doğallaştırılmış yansımaları olduğunu belirtir.
Ortak değer ve yasalar sınıflar arasındaki çıkar çelişkilerinin ideal bir noktada örtbas edilmesini sağlayan güç oyunlarına dayanır: “Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda egemen düşüncelerdir.” Marx’a göre modern siyasetin evrensel değerleri kendi maddi koşullarına dayanan burjuva yaşam tarzının kurumsallaşmasından başka bir şey değildir. Toplumun farklı kesimlerinin gerçek varoluşlarının total bir dünya görüşünde eritilmesi ile ideoloji yaşamın yerine geçer. Bu bağlamda toplumsal ilişkiler burjuva yaşam tarzına göre evcilleştirilir (uygarlaştırılır). Doğal refleksler ve yerel alışkanlıklar kolaylıkla taşkınlıkla ve suçla damgalanıp ortadan kaldırılır. Bir gözetmen olmaksızın herkesin sadece uygun olanı yapıp, sakıncalı olandan sakındığı bir öz-denetim mekanizması ideolojinin yerleşik düzenle bütünleşmesini sağlayacaktır. Yerleşik düzen tarafından yeterince soğurulduklarında ideolojiler olması gerekenle bağlarını kaybeder. İktidara sahip olunmadan önce çizilen heyecan verici ütopyalar yerini otoriter bir söyleme bırakır. Olan artık olması gerekendir ve tek yapılması gereken herkesin bu kanaatte olmasını sağlamaktır. Burjuva çıkarları ve yaşam tarzının onları da aşıp, sınıf-üstü bir siyasal aygıta dönüşmesi 1984 gibi kurmacalar için gereken koşulları hazırlamakla kalmadı. 1950’lerle birlikte sonunun geldiği ilan edilen ideolojilerle iktidarın bütünleşmesi başka bir seviyeye geldi.
Hayatın tamamını kuşatmayı amaçlasa da hiçbir ideoloji bunu başaramaz. İnsani etkinlikler ideolojik sınırları aşan bir yaratımı kendi içinde barındırır. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra sanayi toplumu ideolojisi her kesimi ortak bir üretim, yönetim ve ahlak anlayışında buluşturmayı vaat ediyordu. Açlık ve güvenlik sorunu çözülmüş; çok çalışanın başarılı olacağı tembellerin ise dibi boylayacağı Amerikan rüyası Hollywood filmlerinin ihracı ile yükselişe geçmişti. Bununla birlikte sanayi toplumu ideolojisinin yarattığı bir cennette yaşayan yeni bir kuşak ifade edilmeyen dert ve isyanları ile siyaset sahnesine çıktı. Sistemin telkin ettiği kolektif kimliklerin kapsamadığı görüşlere sahip kitleler için uluslararası siyasi krizler öznel arayışlarının birer tetikleyicisiydi. Küba Devrimi, Vietnam Savaşı, İran Devrimi, Afrika ve Latin Amerika’daki eski tip siyasal mücadeleler ileri kapitalist toplumdaki yeni muhalif sesler (kadınlar, gençler, siyahi gruplar vb.) için sembolik bir direnişin göstergeleriydi. 1968 sonrası siyasal hareketler artık köhnemiş, aşırı tutucu ve siyah beyaz toplumundan çok daha renkli bir toplum idealinin peşindeydi. İdeolojinin özdeşlendiği iktidar düzeni her noktasından su alıyordu. Sanayi artık tek üretim biçimi değildi. Devletler toprakları üzerindeki mutlak iktidarlarını kaybetmişti. Eski tüfek sınıf söylemi tüketim çöplüğündeki yoksulluğu anlamaktan uzaktı. Kendi çıkar hesaplarına gömülen sendikalar bir işaretleriyle krize soktukları kapitalistlerle arayı düzeltmişti. Bir zamanlar modern dünyanın üzerinde yükseldiği siyasal kolonların içleri boşalıyor; topluluğu ortak bir çatı altında hissettiren değerler hükümsüzleşiyordu. Siyaset artık bir ortak iyi arayışı değil, bireylerin kendi “iyilerini” ötekilere karşı savunma ve ötekilere rağmen gerçekleştirme mücadelesiydi. Liberalizm, sosyalizm ve milliyetçilik gibi klasik ideolojilerin çöküşü bireylerin kolektif bir tahayyül içinde kendini gerçekleştirebileceği fikrini gereksiz kılmıştı. Eski usul bir sol sağ ayrımı merkezinde kendi bencil yönelimleri olan bireylere pek hitap etmiyordu. 68’in üzerinden geçen yarım asır modern politik ideolojilerin rasyonel bir toplum inşa etme projesinin defolarını teker teker ortaya serdi ancak ben ve öteki arasındaki varoluşsal karşıtlığı barıştıracak ortak değerler yaratmakta başarısız oldu.
Louis Althusser’e göre ideolojilerin dışı yoktur. İdeoloji, her şeyin ancak ve ancak kendi içinde anlamlı olduğu bir varlık zeminidir: “İdeoloji, bireylerin gerçek varoluş koşullarıyla aralarındaki hayali ilişkilerin bir “tasarımıdır.” Sadece dışardaki dünyanın hakikati değildir aynı zamanda bu hakikatin iç dünyalara yansımasıdır. Bireylerin (siyasal) özneler olarak hareket etmesi ancak ideolojinin maddi ve psişik boyutlar arasında kurduğu bağlantılar sayesinde mümkündür. Sonlarının ilan edilmesi ile ideolojilerin içlerinde taşıdıkları doğallaştırılmış dünya resmi silinmiştir. Özne merkezli siyasal söylemlerle ideolojilerin nesnelliği un ufak olurken dünyanın kendinde varlığı artık farklı siyasal bilinç-dışıların korku/ arzularını yansıtır. Germen ırkından gelseniz de kendinizi bir zenci olarak niteleyebilir (transracism) veya kendinizi insanlar arasında kalmış bir komodo ejderi olarak düşünebilir (trans-hümanizm) ya da bedensel işlevlerinizin cinsel arzu nesnelerinizi kısıtlamasına başkaldırabilirsiniz (trans-gender). Günümüzde yabancı düşmanlığı, İslamafobia veya herhangi bir dışardan gelene gösterilen paranoid tepkiler, aslında ötekinin kovulup yalnızca aynının girişine izin verilen benlik cemaatlerinin siyasal fantezileridir. İdeolojiler belki bir yanılsamaya hayatı yaşanır kılmak için gerçek muamelesi yapmıştır ancak ideolojilerin sonu ile yanılsamalar kanıta gerek duymaksızın kitlelerce içselleştirilir. Böyle bir bakış açısında sıradan bir ayrıntı, en ölümcül korkuları aniden ortaya döken bir paranoyayı harekete geçirir.
Politik ikonların yeniden üretimi
Bütün kolektif işler kahramanlara gerek duyar; özellikle de siyaset… Kahraman hikâyelerinde ait oldukları dünyanın hikmetleri gizlidir. Kahramanlar dağları delip, canavarları yenip, prensesleri kurtarırken sıradan hayatlarının kısıtlarından hiçbir zaman kurtulamayacak faniler için bir prototip oluştururlar. Hikâyelerdeki fantastik unsurlar olması gereken hakkında bir neticeye bağlanır. Kahramanlar toplumun erdemlerini görünür kılan kişilik temsilleridir. Bununla birlikte hikâyelerin anlatım biçimi ile kişilik temsilleri arasında ilginç bir koşutluk vardır. Gerçeklik verili olandan uzaklaşıp farklı ortamlara ve katılımcılara kucak açtıkça kahramanların kaderi de değişir. Sözlü bir kültürde kahramanlar, anlatan ve dinleyenin mütekabiliyetinde canlanır. Aynı ateşin başında topluluğun ruhunu yansıtan, ilk kimin anlattığı meçhul bir hikâye ortak bir muhayyileden bireysel dimağlara akar. Erdem ve iktidar bağıntısı sözlü anlatılarda göz kamaştırıcı mucizevi hadiseler yüzünden pek seçilmez belki ama toplumsal krizleri konu edinen efsaneler de yok değildir. Bolu Beyi’ne meydan okuyan Köroğlu veya aç gözlü kocasının ağır vergilerini protesto eden Lady Godiva sözlü kültürde kahramanın dolaylı bir politik gönderime sahip olduğunu kanıtlar.
Yazının icadı iktidar seçkinlerine bilgi ve hadiseleri kayıt altına alacak bir güç sağlarken sözlü hikâyelerin anlatan ve dinleyen eşitliğine de bir son verir. Hadiselerin yazının soyutlayıcı ortamında yeniden üretilmesi kahramanların da daha detaylı ve inandırıcı bir şekilde temsil edilmesine yol açar. Özellikle tiyatro, estetik olduğu kadar ahlaki ve politik bir anlatı tekniğidir. Mutlak monarşilerin güçlenmesi ile tiyatronun popülerleşmesi arasındaki paralellik oldukça manidardır. Sheakspear’in “dünyanın bir sahne, bütün erkek ve kadınların sadece birer oyuncu” olduğunu ileri süren ünlü deyişi en somut karşılığını monarşik yönetimlerde bulur. Herkesin bedensel ve ruhsal özellikleri ile bir tip olarak davrandığı bir toplumda oyun yazarına düşen yalnızca sahnenin dışındakileri sahneye taşımaktır. Bu noktada tiyatro seyircinin gördüklerini hemen tanıyacağı bir ayna işlevi görür. Sadece bir söylenti olarak sokakta ve sarayda dolaşan olgular biraz makyaj ve kostümle kolektif bilinçte yer eder. Gerek sözlü anlatılarda gerekse tiyatroda kahramanlar içlerinden çıktıkları sembolik düzeni yıkmaya çalışmaz. Halkların makus talihini topluluğun zaten çok iyi bildiklerini uygulayarak değiştirir. Anlatılan hikâyelerin hiç değişmemesi yerleşik düzenin hiç değişmemesi ile yakından ilişkilidir.
Yöneten ve yönetilen ayrımını iptal eden Fransız Devrimi aynı zamanda siyasal olarak hep aynı kalacak bir düzen anlayışını da tasfiye etmiştir. Matbaanın icadı yazıyı aristokratik tekelden çıkarıp barbarlara açar. Siyaset ancient regimein geleneklerinden de bu geleneklerin sarmaladığı tipolojiden de farklı bir insan malzemesi ile uğraşmak zorundadır. Topraktan kopan köylüler, aristokrat olmaya çalışan kapitalistler, kapitalistleşen aristokratlar ve sınıfsal bentlerini aşmış kalabalıklar büyük umutlarla kentlere doluşur. Bedensel ve ruhsal göstergeler artık ebedi bir düzene işaret etmez. Uykusuz ve bol kafeinli gecelerde coffehouselar toplumun nasıl yönetilmesi gerektiğine dair tartışmalara ev sahipliği yapar.Devrim yalnızca monarşileri tarih sahnesinden silmemiştir. Özel ve kamusal evrenler arasındaki yüzyıllara dayanan ortaklığa da bir son vermiştir. İnsanları görünüşleri, kostümleri ve yörelerine göre verili bir topluluk içinde tutmak artık imkânsızdır. İnsanların rasyonel bir iş bölümü ve organizasyonun parçası olarak yeniden bir kişilik kazanmaları gerekir. Yabancılardan müteşekkil bir toplulukta siyaset ve ekonomi her ilişkinin mihenk taşı hâline gelir. Tiyatronun monarşik dönemin temsil aracı olması gibi roman da modern hayatın temsil aracı olur. Soylu kahramanlar yerini sıradan insanlara bırakırken tanrısal bir laneti ve talihsizliği anlatan trajik olay örgüsü toplum basamaklarındaki yükseliş ve düşüşlere odaklanır. Roman, okuyucunun zaten bildiği bir dünyayı temsil etmez; kentlerin ve kentlilerin gizemlerini deşifre eden bir rehber vazifesi görür: “Sahne sokağın aktarmadığı bir hakikati dile getirir.” Devinim hâlindeki bir kitlenin farklı katmanlarını resmedip okurun hayata hazırlamasını sağlamak (Bildung roman) türün temel hedefidir. Kamusal ilişkilerin sıvadığı duygusal gerilimleri açığa çıkaran kurgu karakterler, katartik bir tatminden öte gerçek dünyanın duygusal çalkantılarının rasyonalize edildiği rol modelleridir. Klasik romanlarda anlatıcının akışa ara verip yaptığı bilgi bombardımanı veya olayın en mahrem detaylarını aktardıktan sonra babacan bir edayla yaptığı değerlendirmeler üretilen temsilin, betimlediği tüm aykırılıklarına rağmen, ahlaki otorite ile yakın ilişki içinde olduğunu gösterir.
Televizyon kitle iletişimi yanında politik ikonların üretilmesinde bir dönüm noktasını teşkil eder. Televizyon bireylerin kamusal değerler doğrultusunda bireylerin kendilerini denetim altına alması gerektiği bir temsil sistemini tersine çevirmiştir. Dünyanın bambaşka yerlerinde olup biten hadiselere dair enformasyonun doğrudan hanenin içine girmesi aynı zamanda özel alanın öncelik ve yatkınlıklarına daha açık bir kamusal alana kaynaklık etmiştir. Amerikan tarzı televizyonculuğun yaygınlaşması ile televizyon hiyerarşik kültürel değerlerin merkezden çevreye aktarıldığı bir iletim formu olmanın ötesine geçer. Evde çamaşır suyu dökülmüş tişört ve delik çoraplarla izlediğiniz Zeki Müren’in hatta başbakanın sizi görmüyor olması kamusal şeylerin ciddiyetini azaltır. Kolay reaksiyon ve eğlendirmeye dayalı programcılık anlayışı politikanın magazinelleşmesini sağlarken magazine de politik bir boyut ekler. Muhammet Ali, John Lenon ya da Seda Sayan’ın herhangi bir konudaki beyanları değme siyasetçininkinden çok daha ikna edici olabilir. Fransız Devrimi hukuken halkın kendini yönetmesine olanak tanısa da temsilcileri ile halk arasındaki sosyolojik mesafe kapanmamıştı. Televizyon programları farklı kesimleri beyaz ekrana çıkartarak temsilci piyasasını genişletti. Suçluların, ucubelerin, sporcuların ya da bir şekilde kadraja giren sıradan insanların hızla şöhret kazanması kamusal kanaatlerin de kendilerine yeni yüzler bulmasını sağladı. Bir yönüyle televizyon yeni siyasal söylemlerle aynı psiko-sosyal iklimden beslenir.
İfade edilmemiş veya yasaklanmış deneyimleri formatlayıp seyirciyle buluşturur. Öte yandan kültür endüstrisinin aracı olarak orjinal şeyleri standardize eder ve ortalama beklentiye uygun hâle getirir. Bu yönüyle televizyon, ideolojiden soyunmuş bir sosyal kontrol mekanizması, mahremiyetin yıkıcı yönlerini törpüler.
Mahremiyeti ifşa ederek kamusal ciddiyeti hafifletse de televizyon, popülizmine rağmen, sınırlı sayıda aktörün mesajını ilettiği bir mecradır. 2000’li yıllarla birlikte sosyal ağ platformlarının yaygınlaşması kamusal-özel gerilimini bambaşka bir boyuta taşır Mesajın televizyonun (teknik ve içerik) aracılığı olmaksızın doğrudan iletenden kitleye erişmesi konvansiyonel medyanın dışarda bıraktığı bir enformasyon evrenine ışık tutar. Sosyal ağlarda evinizin arka sokağından dünyanın öbür ucuna uzanan binlerce veri, haber ve hadise sürekli yenilenen gündemler altında takipçileriyle buluşur. Geleneksel izleyiciye oturduğu yerden acar bir muhabir olma fırsatı tanıyan sosyal medya ile sahne ve sahnenin dışı ayrımı ortadan kalkmıştır. Gerçekten de herkes artık en az on beş dakikalığına şöhret olabilir. Daha önemlisi ise bu şöhret uğruna bireylerin kendi iradesi ile hayatlarını yeniden kayıt altına alıp, kurgulamasıdır. Sosyal medya mahremiyeti söylenmemesi gereken bir şey olmadan çıkarıp en saklı durumları stilize eder. Kendini ifade etmek müştereklere referansla akılcılaştırılmış bir kişiliğe bürünmek değildir. Sosyal medya her şeyi baskı unsuru olarak görebilen bir benliğe, dışı ile içi arasında bir fark kalmayıncaya kadar durmaksızın içini dökme şansı sunar.
Mahremiyetin kamusal olanı kolonize edişi dijital zamanlarda politik ikonların da değişmesine neden olmuştur. İnternet ağı hiyerarşik örgütlere gerek duymaksızın insanların yatay bir şekilde bir araya gelmesine imkân tanır. Böylelikle kitle, liderin maddi varlığı olmadan tepkisini gösterebilir. Bir paylaşımı okumak, beğenmek, iletmek aynı zamanda harekete geçmekle eş anlamlı hâle gelir. Tahrir Meydanı’nı Facebook üzerinden haberleşen anonim aktivistler doldurur. İspanya’da bir grup “öfkeli”nin (Indignados) Twitter üzerinden başlattığı bir protesto dalgası kent meydanlarında uzun süreli eylemlere dönüşür. Açtıkları hastaglerle kendiliğinden buluşan mağdur beyaz yakalılar Wall Street’i bir süreliğine işgal eder (Occupy). Türkiye’de Gezi Olayları ve 15 Temmuz Darbe girişiminde, kitleler fiziksel bulunuş ve online olmanın iç içe geçtiği bir reaksiyonla muhalefetlerini ve sadakatlerini sergilemiştir. Bir araya geliş mantığının değişmesi siyasal mesajların da değişmesine neden olmaktadır.
Sorunu çözmekten ziyade konfor alanını korumayı amaçlayan dijital politik söylemde değişim vurgusu yerini direnişe bırakır. Politik gerilimler isimsiz kahramanların anlık boy gösterişleri ile bir anlama kavuşur. V for Vendetta filmindeki maskeli anarşist Che Guevra stilinde T-shirtlere basılırken Che ile aynı protest anlamı paylaşır. Duran adam, kırmızılı kadın, boğa heykeli üzerindeki balerin gibi kimi zaman estetik ama daima ilgi çekici ikonlar aslında dünyanın baş etmesi zor sorunları karşısında seçtiği hayat tarzının yanılsamalarına sığınmayı arzulayan kolektif bir bilinç dışının oto-propoganda araçlarıdır.
2010’lardaki dijital tabanlı siyasal hareketlenmeler sosyal medyanın alternatif kamusallıklar ürettiği tezleri oldukça popülerleşti. Bununla birlikte Facebook ve Twitter’ın farklı olanın kovulduğu aynılık toplulukları hâline gelişi bu platformların cazibesini kaybetmesine neden oldu. Diğer sosyal platformların göstermelik birlikteliğini es geçen Instagram, herkesin kendi hayatının pop starı olduğu diğerlerininse ya beğendiği ya da engellendiği bir gösterge düzeni ile yeni trent. Instagram’ın ve ona eklemlenen Youtube’un aracılığı eski kamusal meselelerin de doğrudan ya sev ya terk ikileminde yorumlandığı narsistik bir söylemi günümüzün tek politikası hâline getiriyor.
Sokaktaki mikrofon
Mikrofon stüdyonun bir parçasıdır. Sesleri yükseltip, kaydetmeye yardımcı olan bu alet tartışma programlarında sözün kimde olduğunu gösterir. Çok kanallı televizyonlarla birlikte mikrofon, programın içeriğini çeşitlendirmek adına sokağa çıkar. Haberlerde halkın ne düşündüğünü öğrenmek için yoldan geçenlere mikrofon uzatılır. Son zamların çarşı pazara etkisi, İsviçreli bilim insanlarının ıspanakta demir olmadığı gibi doğru bildiğimiz şeyleri yanlışlayan araştırmaları ya da İngiliz turist Sarah ile Maraşlı garson Musa’nın aşkı konusunda sıradan insanın düşündükleri stüdyonun soğukluğuna sosyolojik bir çeşni katar. Kimi zamansa mikrofon uzaktaki gidilmeyen köylere uzatılır. Yöre insanın televizyoncular için egzotik âdet ve alışkanlıkları ekrana getirilir. Sunucu, seyiricinin aslında ne gördüğünü yorumlayan bir antropoloğa dönüşür. Sefalet ve talihsizlik üzerine serpiştirilen biraz umut dramatik bir ses tonu eşliğinde servis edilerek seyircinin bam teli titretilir. Mikrofon bu programlarda aslında farklı seslerin duyulmasını sağlamaz. Halkın söz ve davranışları programın öngördüğü kişilik skalasında kodlanır. İnsanlar gerçek düşünceleri ile değil ancak gösterilmek istenen formlarda televizyona çıkabilir. Öte yandan görüntüleme teknolojisinin kitleselleşmesi her cebe bir stüdyo sokmuştur. Cep telefonun kameraları ve ücretsiz indireceği kurgu programları ile artık herkes kendi sesini duyurabilir. Yayın teknolojisindeki gelişmeler konvansiyonel medyaya özgü ifade biçimi olarak röportajın da dönüşmesini sağlamıştır.
Röportajlar soru cevap eşliğinde belirli bir alanda başarı sağlamış, yaptıkları ile farklı kesimlerin ilgisine nail olmuş kişilerin kendini ifade etme biçimi olarak bilinir. Röportajcı, soruları ile odaktaki kişinin bilinmeyenlerini açığa çıkarmayı ve röportaj yapılanın iç dünyasını kamuyla buluşturmayı amaçlar. Günümüzde ortalama bir sosyal medya kullanıcısının keşfetine her gün tanımadığı birilerinin çarpıcı beyanları düşüyor. Sanal sörfün temel içeriklerinden biri hâline gelen sokak röportajları defalarca ifade edilmiş hislerimize bir kez daha ama bu sefer pervasızca tercüman oluyor. Sokak röportajlarının popülerleşmesi yaklaşık on yıl önce “Sarı Mikrofon” kanalının yarattığı ilgiyle başladı. Röportajlar temelde magazin ve gündelik yaşam konuşmalarını içeriyordu. Sıradan insanlara görmemeleri gereken neyi gördükleri sorulur ya da ilkokul seviyesindeki bilgileri (İlk cumhurbaşkanımız kimdir?) test edilir. Aynı zamanda toplumun ikilemde kaldığı münasebetsiz durumlar hakkında sokaktan geçen herkese söz hakkı verilir (İlişkilerde yaş farkı sorun mu? Şimdiki aklınız olsa evlenir misiniz?). Öte yandan röportajlarda bazı cevaplayanların verdiği doğal ve anlamsız tepkiler onları sosyal medya fenomeni kılacaktır. İngilizce bilgisi ile hafızalara kazınan Taksim Dayısı, yaptıkları iş gereği gülen ve gülmeyen insanlar, Adana’nın arka sokaklarını kendine özgü üslubuyla tanıtan Kiremithane delikanlısı Sarı Mikrofon’un ayna tuttuğu tiplerden sadece birkaçı. Röportajlardaki söz öbekleri ve vurguları içeren kesitler farklı durumları betimleyen birer darb-ı mesel hâline gelmiştir. Müstehcen ve ayıp kabul edilen konuların çevresinde gezinen bu röportajlar aslında popüler bir itiraf mekanizması vazifesi görüyor. Kusurun herkesin önünde ifşası normların ağırlığını hafifletiyor. Yanlış ve sakıncalı olarak tanımlanmış düşüncelerin kapatılması gereken sapkınlardan değil yanı başımızdaki insanlardan geldiğini görmek ironik bir rahatlama yaratıyor. Öte yandan karanlık düşüncelerin tıpasının çekilmesi sadece ironik bir kabullenişe değil öfke, komplo ve paranoyaya davetiye çıkarır.
Ekonomik ve siyasal gerilimlerin doğrudan sokaktaki insanı etkilediği her kamuoyu araştırmasının temel kabullerindendir. Ancak sokak röportajları cevapların soyut ölçeklere göre kodlandığı, kararsızların diğer kanaatlerin arasında dağıtıldığı ve varsayımların çıkan verilerle doğrulandığı kamuoyu araştırmalarından farklı bir şekilde halkın nabzını tutar. Sade Vatandaş ve Medyali TV gibi politik Youtube kanalları yaptıkları röportajlar ile ciddi takipçi sayısına ulaşmıştır. Burada, tesadüfen seçilen ya da bizzat gönüllü olan konuşmacılar herhangi bir yorumcuya ihtiyaç duymaksızın dertlerini ifade etmektedir. Hep aynı lokasyonların kullanıldığı televizyondaki halk röportajlarının aksine farklı şehirler ve lokasyonlar kullanılır. Konuşanın ardında genellikle onu dinleyen ya da sözünü kesen birileri vardır. Alkışlar ve bağrışmalarla bölünen konuşmalar, kadrajdaki grubun düşüncelerinden ziyade bilinç-dışı reflekslerini yansıtır. Cevaplayanların olaylar hakkındaki yorumları rasyonel bir müzakereye dayanmaz. Konuşma sadece “verili bir şekilde” malum olunan hakikatlerin ilamıdır. Bu noktada hadiselerin öznesi değiştiğinde samimiyetle kabul edilen şeylere aynı samimiyetle karşı çıkılabilir. Röportajlarda düşünceler âdeta statü, yaş ve gelir değişkenlerinin doğal bir uzantısıdır. Aynı durumun karşıt şekilde algılanması kimi zaman kuşaklar arası farklardan kimi zamansa cevaplayanın başka diyarlarda “kurulu bir düzeni” olmasından kaynaklanır. “Türkiye cennet, Almanya sürünüyor!” ya da tam tersi çıkarımlar, uluslararası eşitsizliğin ulusal tahayyülü nasıl etkilediğini göstermesi açısından düşündürücüdür. Röportajların diğer bir düşündürücü tarafı ise çok farklı yerlerde çok farklı sosyal kökenlerden insanların katılımı ile yapılmalarına rağmen güncel siyasi haritadaki ikili ayrımla örtüşen bir anlam haritası sergilemeleridir. Savunulan düşüncedeki çelişkiler bizzat konuşanlar tarafından fark edilmesine rağmen olduğu şekilde sahiplenilir. Röportajcıların karşı argümanları hatta trollemeleri ifadelerin ulaştığı yargıları değiştirmez. Çünkü ifadenin ortak bir dünya görüşü yerine giderilmemiş korkuları yansıttığı bir yere her konuşma insanları biraz daha izole eder.
1. Peter Berger, In Praiseof Doubt: How to Have Convictions Without Becoming a Fanatic, Harper Collins, s. 45 2. Karl Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Sol Yayınları, s. 192 3. Terry Eagleton, İdeoloji, Ayrıntı Yayınları, s. 105.