Sofa buluşması, avlu oyunu ve kamusallık
İlk gençliğimde gün boyu evde çalışmak hiçbir şekilde tercih edeceğim bir seçenek değildi. Henüz kesinleşmemiş bir ofis, bir büro, bir kamusal odada olacaktı çalışma masam. Ne de olsa okul kitaplarından filmlere, iş düzenlerinden aile içi muamelelere ev ve kadın arasındaki bağ oldukça olumsuz sıfatlarla tarif buluyordu. Üstelik evleri neşeli kılan birçok kaynağın artık kamusal alana aktığını, akmakta olduğunu öğretiyordu her hayati girişim. Çok az kişi bu gerçekliği dikkate alan bir kavrayışla yaklaşıyordu kamusal ve özel alan gerilimine. Değer ve fonksiyonlarından, birim ve mekanlarından yoksunlaşan bir özel alan nasıl koruyabilirdi sohbeti ve oyunu... Her şey daha farklı olabilirdi, ama nasıl ve ne şekilde...
Ev emeğinin değersizleştirildiğini gösteren söylemler her kanaldan üzerinize gelirken, size “ev kızı” olmanın faziletlerini anlatan saygıdeğer kişiliklerin dahi işte böyle meseleleri alanında başarılı bilim kadınlarıyla konuşmayı tercih ettiğini fark etmek şaşırtır ve sorular oluştururdu. Özel alana yönelik tahribatı irdeleyip de başka bir çözümün peşinden gitmek için bile kamusal dil ve tecrübe üzerinden konuşmanız gerekirdi. Başka türlü bir kamusallığın arayışı içinde olan kadın kuşağı bu çelişkili tanımlama faaliyetlerini 80’lerde ve 90’larda yoğun olarak gözlemledi ve tecrübe etti.
Taşı toprağı altın
Hamile bir işçi kadının sokaklardan geçmeden, toplu taşımaya binmeden işine nasıl gideceği, bu yolculuğu özünde yanlış bulan muhafazakârların gündeminde bir sorun olamıyor hâlâ, onu hep engin bir bahçede dolaşırken tasvir ediyorlar ama o bahçe çoktandır sadece mutlu azınlığa açıyor kapılarını. İşçi kadın hamile olmasa da toplu taşıma kahrı çekmemeli, çekmesin, ama nasıl? Göçlerle birlikte büyüyen şehirlerde kamusal alan genişlerken yoksulların payına düşen sürekli bir didinmenin çilesi, hep acele içinde, yetişmeye çalışarak o gün de kovulmamayı başarmak.
Türkiye’de bütün şehirler eksik bir şekilde İstanbul’dur.
“Taşı Toprağı Altın Olan”a gidemese de onu özleyerek yaşar, ona yönelme çabasını sürdürür kitleler. Antik Yunan şehir yapısı temelinde yepyeni bir hayat tarzı telakkisi yüklenen İstanbul, şaşkın bir direniş ve çaba sergiliyor, bütün ülkenin başlıca ihtiyaçlarına cevap verme konumunda tutulmanın yükü altında. İstanbul örneğinde metropol rantiye hayatı yaşamayanlar için sürekli koşuşturma gerektiren bir mücadele alanı. Çok az evli kadın bu mücadele alanı içinde yer almadan kendine bir gelişme yolu açabilir.
Gecekonduların beton bloklardan daha insani olduğunu söylerdi rahmetli Cengiz Bektaş.
Bu tür yazılar yazdığımda ister istemez kamusal yasaklı olmanın etkisine atıfta bulunuyorum. Yüksek lisans başvurusu için gittiğim Mimar Sinan Üniversitesi’nin kapısından içeri alınmış olsaydım, yazmaktan vazgeçer miydim, bilmiyorum. Ancak kamusala layık bulunmayıp geri çevrilme birçok kadın gibi beni de alternatif kamular üzerine düşünmeye zorladı. Bu düşünceyi geliştirmek için bile yoğunlaşmayı sağlayan bir ara alan gerekirdi. Doğru, faydalı, anlamlı ve kalıcı olana ilişkin mekânsal (ve ideolojik) tahakkümleri aşmanın tek yolu nerede olursa olsun kendi disiplinini ve uzamını kurarak çalışmak olurdu.
- Başörtüsü şartı koşulmayan çeşitli kurumlarda dersler verdim yıllarca ama asli çalışmalarımın masası evde oldu hep, başlangıçta bir mecburiyet olan bu konum yıllar akıp giderken iç rahatlığı sağladı, trafiğe zaman kaptırmadığım için. Kamusal yasaklı yıllarda öğrenme ve tanıma alanını canlı tutmak için de belli bir program izleyerek bir o mekâna koşardım bir buraya mesaiye gidermiş gibi, akranım başörtülü kadınlarla birlikte.
Çalışır balkona çıkardım, avluya çıktığım da oldu, bir koşu parka gidip geldiğim de, dönüşte alışveriş yapma fikriyle. İlginç gelen bir panel bir konferans için çocuklarımın elinden tutar ta Fatih’e düzenlenen bir panele, konferansa koşardım Küçükyalı’dan, vapur yoluyla. Cağaloğlu’nda bir yayınevi, Çemberlitaş’ta bir vakıf, Şehzadebaşı’nda bir dernek, Kıztaşı’nda bir dergi bürosu, Sarıyer’de bir atölye çalışması, Yalova’da bir dernek söyleşisi... Alternatif bir kamu arayışıyla alternatif bir ev ortamı arayışı birbirinden ayrılmazdı.
Ev ortamını boğucu olmaktan kurtarmanın ilk şartı orada zihinsel yoğunlaşmaya izin veren şartları oluşturmak. Tıka basa eşya dolu bir evde bütünlüklü ve kesintisiz düşünmek büyük çaba ister. “Gökten daha geniştir insanın beyni” demişti bütün bir ömrü bahçesinde geçirdiği söylenen Emily Dickinson. Çoğumuz bahçeli evlerde yaşamıyoruz, mutfaklarımız “aydınlık” kuyulara bakıyor. Bütün evler benzer kalıplarla yapılmışken ve köşe bucak tıklım tıklım gerekli olan veya olmayan eşyalarla doluyken, onlarla uğraşmak gerekirken ve bu uğraşıya hiç de kıymet verilmezken nasıl olur da mantıki sonuna kadar taşınır hayati bir soru, istisnai bir kabiliyetiniz yoksa...
Bir avluya sahip olmak
Her zaman fazlalıklardan kurtulma seferberliğiyle yol alınabilir evde, kitaplara yer açmak için bunu yapsanız da bazen okunmaz olduğu için toza boğulan ciltleri de dağıtmak gerekir yararlanabilecek olanlara.
Korona kapanması sırasında bazı eşyaları kaldırdım ortalıktan, kendime yürüyüş, torunuma da oyun alanı açmak için. İnsan ne kadar gereksiz şeylerle kuşatıldığını fark etmeyi sürekli erteliyor. Korona karantinası, erteleme kararlarına bir rahatlık sağlıyor. Şu da var ki eskiden ertelendiği için kendi haline terk edilmiş meseleleri derinleştiren sorular yakıcı bir şekilde öne çıkıyor. Koronavirüs olay değil ama bu açıdan olay etkisi yapıyor, değiştiriyor gündemleri ve mekânları. Devrim değil ama devrim etkisi yapıyor, kitleler büyük kayıplar verirken daha önce erteledikleri adil bir düzen, kanaatkâr bir hayat tarzı üzerine kafa yoruyorlar, şimdilik. Ölüm üzerine düşünmeden yaptığımız sıkış tıkış planları ertelerken, tersine, hızlı yaşama temposu içinde göz ardı ettiğimiz konulara çeviriyoruz yüzümüzü. Gözden geçirilmemiş belgeler ve kitaplar, eş dostu arayıp sormalar, maskesini yarım yamalak takmış kasiyere duyulan minnet ve şefkat, karşı apartmanın penceresine yapışmış hâlde bahçeyi görmeye çalışan kedinin seyri, marketten gelen torbaları koyabilecek en uygun alan...
Bir avluya sahip olabilmek nasıl da önemliymiş! Karantina çocuklarında bu günler nasıl izler bırakacak kim bilir?
Mimarlık yeniden düşünecek seçimlerini veya maruz kaldığı dayatmaları, şehir kendini yeni baştan ele almaya mecbur hissedecek muhtemelen. Küçük bir bahçe böylelikle sadece düş olmaktan çıkabilir mi yorgun insanlar için? Hepimizin evle kurduğu yeni ilişki evlere ve hayatlarımıza nasıl yansıyacak daha sonra...
- Nevin Meriç’in gönderdiği bir videoda gördüm: Apartman komşuları merdiven ve sahanlıklarda gerekli mesafeyi korudukları bir gün düzenlemiş, çaylarını içip böreklerini yiyorlar. Orada aslında etkileyici bir deneme gerçekleştiriyorlar virüs sıçraması mesafesi üzerine, o tarihte ulaşan uyarılar nispetinde.
Biri kapısının önüne çıkarmış fiskos masasını, diğeri sandalyede oturuyor, alt komşu merdivenin ortasına taburesini yerleştirmiş, Hatice Hanım çayları dolduruyor... Çay saati ortamını ortak alana taşımayı deniyorlar, eski alışkanlık olan çay demliği elden ele geçiyor, “Allah beterinden korusun” denilerek. Bir mesafeleri var ama sohbet etmelerini engellemiyor. Bir bakıma eski sofa düzenini yeniden ele alıyor ve apartman sakinlerine bu sofa düzenini hatırlatıyorlar, hayat devam ediyor.
Zannedersem kamusalda veya özel alanda hissedilen yersizliğin kaynağını keskin geçişlere ve savrulmalara yol açan bu kayıpta da aramak lazım: Avlu ve sofa kamusala bir geçiş sağlıyor; sohbet, müzakere ve oyunla, dolayısıyla hiçbir şey ham olarak intikal etmiyor birbirine kamusaldan özele. Muhafazakârlar bu büyük yoksunluğu fark etmiş olsalar bile özellikle dar gelirlilere hitap eden projelerde dikkate almayı önemsemediler. Her kesimin varlıklısı zaten toplumdan yalıtan bahçeli evlerde ve rezidanslarda yaşıyor, istisnalar elbet vardır. Sokağın seslerinden uzak dolayısıyla hayattan yükselen eleştiriye de kapalı bu ikamet tarzı özelden kamusala bilinçli bir sağırlıkla geçişin kaynağı.
Sokağın seslerine sağır olmayan, evsiz çocukları düşünmeden çocuğunu okşayabilir mi? Genelevlere kapatılan kadınlar, binyılların evsiz barksızları! Bir de mevsimlik işçiler var değil mi, bir de mülteci topluluklarının sınır boylarında ve bodrum katlarında süren hayata tutunma mücadelesi... Toplumsallık görüşümüzle ikamet tarzımız birbirini sürekli yeniden şekillendiriyor. Merdiven silenler, merdiven altı üretimin neferleri, tekstil işçileri sağlık mesafesini nasıl koruyor? Kargo görevlileri ve kasiyerler göze görünmeyen hizmet endüstrisinin Korona düzeni otursun diye canlarını dişlerine takan isimsiz neferleri.
Kendisine ister muhafazakâr desin ister İslamcı, birçok yazar betonlaşmaya “alternatifi yoktur” şeklinde Thatcher’cı/küreselci sloganla hak verdi. Başka türlü olabilirdi, diyenler ham hayalcilikle, gerçekçi düşünmemekle suçlandı hep.
Yoğun göçler bir karşılama olmaksızı kendi haline bırakıldı. Hısım akraba göçü sırasında yığılmalar oldu çekirdek ailenin dar mekânlarına ve genç gelinler ağır yüklerin altında kaldı. Yaşlılar köşe minderine bile sığmaz oldu, çocuklar düz duvara tırmandıkları için hiperaktif kategorisine itildiler.
Öptüm Kara Gözlerinden isimli kitabıyla Metin Önal Mengüşoğlu İslami kesimde bu süreci ilk kez eleştirel bir dille konu eden yazardır sanıyorum kendi kuşağı içinde.
Gerçi özellikle kimler için konuşuyoruz?
Her ev aynı değil, bu da bir gerçek, geniş evlerde odalara dağılmıştır insanlar tabletlerle, daracık evlerin ahalisi ise daha önce hiç olmadığı ölçüde iç içe yaşamanın problemleriyle karşılaşıyordur, muhtemelen öyle. Ev artık aynı zamanda okul, büro, kahve, kafe, meydan, köşebaşı, atölye...
Dijital teknolojiye uyum sağlayamamış ve yaşlı kadınlar kadar hemen şuracıkta “kendi sofasını” oluşturabilmenin tecrübesinden yoksun yaşlı erkekler için hiç kolay değil daha da daralan evlerde, karantina aylarını geçirmek. Onlar zaten emekliliğin ardından evin gündelik düzenine yerleşirken kendilerinden birçok taviz vermişlerdi. Günün belli saatlerinde kahveye, parka, bir derneğe koşuyorlardı. Bilgisayara ve dijital teknolojiye bağlı yeni iş düzenlerine dahil olamadıkları ölçüde baskı altında kalan kesimler, yeni tür bir sınıfçılığın varoşlarına itilmekteler.
Evler eski evler değildi, yine değişebilir, bütün insani faaliyetleri ve bağları yutmakta olan bir kamusal alan çöküşe geçtiği için. Sennett çok eskiden işaret etmişti bu çöküşe “kamusal insanın çöküşü” üzerinden, ancak piyasalar ve ideologları çeşitli illüzyonlarla örtbası sürdürdü. Gerçekleri tahrif ettiğinizde hakikat de bir düşe dönüşüyor. Evi avlusuyla birlikte ele almayan mimarlık silinip yok olur piyasadan belki, orta vadede. Bu bir hayal ama olsun, hayale ihtiyacımız var, gerçeğin çölünün yaşattıkları yeterince irkiltici ne de olsa.