Şifahi kültürü yitirdik

MERVE AKBAŞ
Abone Ol

İstanbul’daki kültür sanat mahfillerinden bahsedildiğinde akla ilk gelen mekân Küllük’tür. Küllük, Osmanlı’nın son dönemlerinden 1950’ye kadar yazar, şair, tarih ve kültür meraklılarını ağırlar. Bu merkez kapanınca müdavimleri Marmara Kıraathanesi’ni yeni bir mahfil hâline getirir. Türk edebiyatını da şekillendiren bu mahfiller o yıllarda İstanbul’un kültür sanat dünyasının da kalbi hâline gelir.

Çınaraltı Kitap Sohbetleri, Ayaklı Kütüphaneler, Maziye Bir Bakıver gibi kitaplarıyla tanıdığımız Dursun Gürlek, İkinci Küllük de denilen Marmara Kıraathanesi’nin müdavimlerinden biri. Gürlek, uzun yıllar boyunca sürdürdüğü çalışmalarla bu muhitlerin hikâyelerini okuruna aktardı. Onun çalışmalarında İbnülemin Mahmut Kemal’den İsmâil Hâmî Dânişmend’e mahfilleri oluşturan isimlerin hikâyelerinin ayrıntılarını bulmak mümkün. Yıllarca bu mahfillerin müdavimlerinin izini süren Gürlek’le bir söyleşi yaptık. Söyleşi boyunca Gürlek bize hem bu muhitleri hem de bu muhitlerin yok olmasının bize neler kaybettirdiğini anlattı.

İkinci Küllük olarak adlandırılan Marmara Kıraathanesi’nin müdavimlerinden biriydiniz. Burada ne tür sohbetler yapılırdı?

İkinci Küllük’ten önce müsaade ederseniz birinci Küllük hakkında birkaç söz edeyim. Birinci Küllük Beyazıt Camii’nin hemen bitişiğindeydi. Yani Beyazıt Camii’nin caddeye bakan tarafındaki bugün yükselti şeklinde duran mekândaydı.

Rivayete göre Beyazıt Camii’nin imarethanesinin külleri oraya dökülürmüş. Bu nedenle adı Küllük olarak kalmış derler. Adı her ne kadar Küllük olsa da orası bir akademi, üniversite, kültür merkeziymiş.

Neyzen Tevfik, Ali Nihat Tarlan, Necip Fazıl gibi isimler Küllük’te oturup tadına doyum olmayan sohbetlerde bulunurmuş.

Neyzen Tevfik, Ali Nihat Tarlan, Necip Fazıl gibi isimler Küllük’te oturup tadına doyum olmayan sohbetlerde bulunurmuş. Etraflarında kendilerini dinleyen kitlelerle güzel vakitler geçirirlermiş.

Birinci Küllük, 1950 yılına kadar devam etti. O yıllarda Beyazıt Meydanı’nı yeniden dizayn etme meselesi ortaya çıkınca kapanmış oldu. Oranın müdavimleri kendilerine başka bir mekân aradılar ve İkinci Küllük’ü yani Marmara Kıraathanesi’ni kurmuş oldular. O da Beyazıt’taydı.

Çemberlitaş’tan Beyazıt’a doğru yürürken tam caminin hizasında, ana caddenin solunda bulunuyordu. Birkaç basamakla çıkılan bu kıraathane oldukça genişti. Arka tarafında oyun oynamak isteyenler bulunuyordu. Ön tarafı tamamen sohbete tahsis edilmişti. Burası da bir dostlar ve ahbaplar merkeziydi. Oraya da çok ünlü şahsiyetler geliyordu.

Sizin Marmara Kıraathanesi’nde bulunduğunuz yıllarda hangi isimler hâlâ orada bulunuyor, sohbetler yapıyordu?

Benim hatırlayabildiğim kadarıyla “Sahaflar Şeyhi” de denilen, aynı zamanda Cerrahi tarikatının şeyhi, ilim ve fazilet sahibi merhum Hacı Muzaffer Efendi İkinci Küllük’ün müdavimlerindendi. Onun sohbetlerine doyum olmazdı.

“Sahaflar Şeyhi” de denilen, aynı zamanda Cerrahi tarikatının şeyhi, ilim ve fazilet sahibi merhum Hacı Muzaffer Efendi İkinci Küllük’ün müdavimlerindendi

Zaten hocanın bir sıfatı da sohbet şeyhiydi. Hatta bazı sohbetleri uzadıkça uzarmış, Marmara Kıraathanesi’nden çıkıp bir gönül dostuyla İstanbul’u gezerek sabahlara kadar sohbete devam ettiği de olurmuş. Ünlü tarihçi Ziya Nur Aksun da müdavimlerden biriydi. Keza Nuri Karahöyüklü Marmara Üniversitesi’nin önemli isimlerinden biriydi. Kendisi Teknik Üniversite’de matematik profesörü olmasına rağmen biz onu tarihçi, edebiyatçı bilirdik.

O da, muazzam tarih bilgisiyle, uzun uzun tarih sohbetleri yapardı. Nev-i şahsına münhasır üslubuyla anlatır, biz de kendisini dikkatle dinlerdik. Rahmetli hocamız Erol Güngör, sohbetinden lezzet aldığımız biriydi.

Aslında uzaktan bakıldığında kibirli görünse de asla böyle biri değildi. Son derece mütevazı, mahviyet sahibiydi. O sakin üslubuyla en derin konuları bir ortaokul öğrencisinin anlayacağı seviyede çözümler, güzel güzel anlatırdı. Daha sonra Konya Selçuk Üniversitesi’ni kurdu ve genç yaşta vefat etti.

Yine hâlen hayatta olan Sezai Karakoç ve yakın zamanda rahmet-i rahmana kavuşan Mehmet Şevket Eygi de sıklıkla Marmara Kıraathanesi’ne gelirlerdi.

Yine hâlen hayatta olan Sezai Karakoç ve yakın zamanda rahmet-i rahmana kavuşan Mehmet Şevket Eygi de sıklıkla Marmara Kıraathanesi’ne gelirlerdi. Ben yetişemesem de en önemli müdavimlerden biri de Ordinaryus Profesör Mükrimin Halil Yinanç’tı. Yinanç, tam bir ayaklı kütüphaneydi ve tadına doyulmaz sohbetlerde bulunurdu.

Mesela Marmara Kıraathanesi’nin müdavimlerinden Ali İhsan Yurt hocamız, bildiğimiz anlamda yüksek okul okumamıştı. Yanlış hatırlamıyorsam sadece ilkokul mezunuydu. Eskilerin “hüdayınabit” dedikleri kimselerden biriydi.

Ali İhsan Yurt hocamız kendini öyle yetiştirmişti ki kelimenin tam anlamıyla ayaklı bir kütüphaneydi. Ben kendisini hem Küllük’te hem de müdürü olduğu Cağaloğlu’ndaki Sönmez Neşriyat’ta dinlemişimdir.

Peki başka hangi mekânlar vardı?

Beyazıt Cami’nin diğer yanında, Sahaflar Çarşısı’nın girişinde Çınaraltı dediğimiz bir mekân vardı. Bugün hâlâ orada birkaç asırlık bir çınar var. Ancak bizim altında oturup çay içtiğimiz, sohbet yaptığımız ağaç at kestanesiydi. Maalesef bu ağaç kesildi, sadece kökü orada duruyor. Benim orada çok zamanım geçti.

Tarih, edebiyat meraklıları, üniversite öğrencileri, Sahaflar Çarşısı’ndan kitap alan kimseler buraya gelir, hem çay içer hem de yeni aldıkları kitaplara bakma zevkini yaşardı. Bu zevk de çok büyük bir zevktir. Kendimden biliyorum...

Sahaflar Çarşısı çıkışı Çınaraltı (İstanbul Şehir Üniversitesi Taha Toros Arşivi”nden alınmıştır. )

Sahaflar Çarşısı’ndan aldığım eski kitapların, Osmanlıca eserlerin sayfalarını çevirirken demli çayları yudumlamak... Unutmadan ekleyelim, bir de Emirgan Çınaraltı vardı. Yahya Kemal’in devam ettiği Boğaz’a nazır bir mekândır. İstanbul’da “Çınaraltı” denildiğinde bu iki mekân akla gelir.

Ayrıca Marmara Kıraathanesi’ne çok yakın, bugün Koska Helvacısı’nın bulunduğu yerde Acem’in Kahvesi isimli bir mekân daha vardı. Ben buna da yetişemedim ama yetişenlere yetiştim.

Orada da böyle sohbetler olurmuş ve başkonuşmacı da Ordinaryüs Prof. Mükrimin Halil Yinanç’mış. İslam tarihi bilgisi çok zengin bir hocadır. O kadar ayrıntıya girermiş ki, Mekke ve Medine’yi tarif ederken bu şehirleri âdeta gözlerinizin önüne getirirmiş.

Bu mekânlarda hangi konular konuşulurdu?

Bu mekânda her konuda konuşulurdu. Sohbetin ağırlığını tarih, edebiyat, günün siyasi olayları teşkil etse de ağırlık kültürle alakalıydı. Bu uzun sohbetlerde bazen daldan dala da atlanırdı.

Örneğin Prof. Dr. Nuri Karaköyüklü bir mevzu ortaya açardı. Sonra içlerinden biri, “Gazi Osman Paşa’nın Plevne Savaşı’nda kullandığı silahın sağ tarafındaki yazı hangi hattata aittir?” der, sonra başka biri “İkinci Viyana Savaşı’nda neden yenildik, hangi taktik hataları yaptık?” diye farklı konu açar, buradan Manisa’nın falanca köyündeki tavukların günde kaç kez yumurtladığına ve ardından atom fiziğine geçilirdi. Böyle daldan dala atlayarak tadına doyum olmaz sohbetler yapılırdı.

Bu yıllarda Cemil Meriç de tanıştığınız yazarlardan biriydi. Bu tanışıklığın ardından Meriç’e kitaplar da okudunuz. Bu süreç sizi nasıl etkiledi?

Cemil Meriç Bey’in benim üzerimde hakikaten büyük bir etkisi oldu. Ben Cemil Meriç’i İstanbul’a gelmeden önce yazılarıyla tanıdım. Tokat İmam Hatip Okulu’ndayken Ankara’da çıkan Hisar Mecmuası’nı her ay alıp okurdum.

Cemil Meriç’in yazılarıyla da bu dergide tanıştım. Fildişi Kuleden üst başlığıyla yayınlanan, ufuk açıcı bu yazıları hep okudum.

Cemil Meriç’in yazılarıyla da bu dergide tanıştım. Fildişi Kuleden üst başlığıyla yayınlanan, ufuk açıcı bu yazıları hep okudum. İstanbul’a geldiğimdeyse farklı dergi ve gazetelerdeki yazılarını da takip ettim. Kubbealtı Akademi Dergisi’nde “Müstağripler” başlığıyla yayınlanmış bir yazısını ezberleyecek kadar çok okumuştum. Böyle yazılarını okuya okuya kendisine karşı ilgi duymaya başladım.

1978 yılında beş kişilik bir üniversiteli grubuyla Göztepe Tütüncü Mehmet Efendi Sokak’taki evinde kendisini ziyaret ettik. Arkadaşlarım da tarihe ve edebiyata meraklıydı. Hoca’yı tanıyınca ezberimde olan o makalesinden biraz okudum. Hoca’nın hoşuna gitti, hanımına seslenerek, “Fevziye bak, şakirtlerim yetişmiş” dedi.

Ayrılacağımız zaman kulağıma eğilip, “Evladım, boş zamanlarında buraya gelebilir misin? Burada kitap okuyup bir bakıma bana sekreterlik yaparsın” diyerek beni çok memnun eden bir teklifte bulundu.

Cemil Meriç’e uzun zaman devam ettim. Çok kitap okudum, hatta gelen misafirlerini karşıladım. Şunu itiraf etmeliyim ki, birkaç üniversite bitirseydim Cemil Meriç’ten öğrendiklerimi öğrenemezdim.

Aynı yıllarda kendisiyle önemli bir söyleşi de yaptım. Buna Yalçın Toker vesile oldu. Yalçın Toker, Meşale dergisini çıkarıyordu. Ben o dergiyi takip ediyordum. Cağaloğlu’ndaki yayınevine de çok gidiyordum. Orada bana, “Sen bu işlere meraklısın, Cemil Meriç Münevver Ayaşlı gibi isimlerle röportaj yap” dedi. Ben de o görüşmeleri yaptım, ses kayıtları da hâlâ duruyordu. Meşale dergisinde 1979’da bu röportajlar yayınlandı.

İbnülemin Mahmut Kemal’in konağındaki sohbetlere yetişemeseniz de hatıralarını okura aktardınız. Peki konaktaki sohbetler nasıldı?

İbnülemin Mahmut Kemal Bey’in Beyazıt Mercan’daki babasından kendisine intikal eden tarihî konağında yapılan sohbetlere ben yaş itibarıyla yetişemedim. Ancak vefatına kadar hem sohbetlerin hem de musiki fasıllarının devam ettiği o tarihî konağa daha önce devam eden şairlerin, yazarların hayatta olanlarıyla görüştüm ve hatıralarını dinledim.

Uzun yıllar İbnülemin Bey’in sohbetlerine katılan en az kırk kişiyle de röportaj yaptım. Merhumla alakalı hazırladığım kitabın ikinci cildi de yakında çıkacak.

Uzun yıllar İbnülemin Bey’in sohbetlerine katılan en az kırk kişiyle de röportaj yaptım. Merhumla alakalı hazırladığım kitabın ikinci cildi de yakında çıkacak. Eski İstanbul valisi ve belediye başkanı Ordinaryüs Profesör Fahrettin Kerim Gökay, eski başbakanlardan Sadi Irmak, Alaeddin Yavaşça, Nevzat Atlığ, Necdet Yaşar gibi isimlerle yaptığım mülakatlar var.

Dolayısıyla İbnülemin Konağı hakkındaki bilgileri ben bu müdavimlerden almış oldum. Yetişemedim, yetişseydim mutlaka devam eder, üstat beni kapıdan kovsa bacadan girerdim.

Burada yapılan sohbetlerin içeriği neydi? Kimler gelirdi?

Mahareti, yeteneği, kültürel birikimi olan kimseler muhakkak geliyordu. Fakat üstadın bir prensibi vardı. Mesela kendisi, “Bizim meclisimize söz erbabı, saz erbabı ve ahibba-i kadime (eski dostlar) gelir” dermiş. Bir de dördüncü sınıf vardır. Onlar da ahibba-i kadimeyle beraber gelenlerdir.

  • İlk defa gelen gençlere, “Evladım, sen bir şarkı, aşr-ı şerif veya ilahi okur musun?” diye sormayı ihmal etmezmiş. Bir defasında şair Rıfkı Melûl Meriç, genç bir tıp talebesiyle meclise gelmiş. İbnülemin Bey, yine aynı soruları sormuş. Olumsuz yanıt alınca da, “Oğlum, burası hüner sahibi kimselerin meclisidir. Senin burada pek işin yok” demiş. Bunun üzerine Rıfkı Melûl Meriç araya girip, “Efendi hazretleri, bu genç dinlemesini iyi bilir” diyerek ortamı yumuşatmış. Bu cevap İbnülemin’in hoşuna gidince de “Herkesin konuştuğu bir devirde demek ki dinleyen adam bulduk, otur evladım” ifadelerini kullanmış.

İbnülemin Bey mizaç itibarıyla sert bir insan olarak tanınıyor. Lüzumsuz laflara, bayağılığa, insanları rencide edici konuşmalara tahammülü olmazmış. O konakta sanat, kalite, üstünlük, seviyeli sohbetler ve kulağı zevklendiren güzel musiki var. Dolayısıyla 1957’de vefatına kadar 50 yıl kadar bir süre bu sohbet silsilesi musiki geleneği devam ettirilmiş. Onun için kendisini hayırla anıyoruz. Semere-i hayat hayırla anılmaktır. Bugün vefatından 60 yıl sonra da hayırla anılıyor.

Peki İsmâil Hâmî Dânişmend’in meclisi…

İsmâil Hâmî Dânişmend yakın tarihimizin önemli isimlerinden biridir. Onun Osmanlı Tarihi Kronolojisi isimli eseri çok kıymetlidir.

Orada Mesnevi dersleri yapılırdı. Hacı Muzaffer Efendi, Şefik Can Efendi, Nazım Kıbrısî gibi isimler gelirdi.

Başka kitapları da vardır. Onun evinde de cumartesi toplantıları yapılırmış. Bir bakıma İbnülemin’in meclisi gibi yazarlar, tarihçiler, şairler, edebiyatçılarla tadına doyum olmaz sohbetler yapılırmış.

Hatta oraya Osmanlı hanedanından bazı hanımlar, Abdülhak Hamit, Münevver Ayaşlıgibi isimler gidermiş. Ayaşlı’nın bu meclise gittiğini ben bizzat kendisinden duydum.

Beylerbeyi’ndeki yalısında yaptığımız röportajda bunları anlatmıştı. Zaten bu yalı da bir sohbet mekânıydı. Orada Mesnevi dersleri yapılırdı. Hacı Muzaffer Efendi, Şefik Can Efendi, Nazım Kıbrısî gibi isimler gelirdi.

Bugün o günkü anlamda bir kültür sanat mahfili olduğunu söyleyemeyiz. Peki bu geleneği neden yitirdik?

Bu sorunuzun cevabı bir kitaptır. Ancak şu kadarını söyleyeyim ki bir kültür kopukluğu meydana geldi. Bu bahsettiğimiz mekânlar, isimler Osmanlı’nın son döneminde dünyaya gelmişler, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşamışlar ve bize köprü vazifesi görmüşler. Onlar da gidince bu saha biraz boş kaldı.

Bugün de tarihe, edebiyata, kültüre, ilme, irfana meraklı kimseler var ama hiçbir zaman eskilerin seviyesinde değiller. Bana bazen “Hocam Küllük Kahvesi gibi bir kahve olsa da oraya devam etsek, ne dersiniz?” diyorlar. “Çok iyi olur, en başta ben gelirim. Mekân da var, Sahaflar Çarşısı’nın girişindeki Çınaraltı’yı yine böyle düzenleyebilirler. Ama Mükrimin Halil Hoca’yı, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı, Necip Fazıl’ı nereden bulacağız” diye cevap veriyorum.

Eskilerin bir sözü var, derler ki, şerefü’l-mekân bi’l-mekîn. Yani mekânı güzelleştiren orada olan insandır. Yeni Mükrimin Halil’ler, Ali Emiri Efendi’ler, Mehmet Akif’ler, İbnülemin’ler yetiştirirsek mekânlar kendiliğinden gelir. İstanbul’un tüm mekânları kültür meclisi olmaya müsait. Fatih’in Türk milletine hediyesi olan bu güzel İstanbul şehrinin her tarafı bir kültür mekânıdır.

Bu yokluk bize neler kaybettiriyor? Bir kültür sanat mahfiline neden ihtiyaç duyulur?

Rahmetli Ordinaryüs Prof. Süheyl Ünver’in çok sık tekrarladığı şöyle bir cümle vardır: “Biz Türk milleti olarak şifahi kültürü, sözlü kültürü seviyoruz. Fakat elimiz pek yazmaya gitmiyor.” Biz öteden beri güzel sohbetleri dinlemekten hoşlanıyoruz.

Bu sözlü kültürün de en fazla meyvelerini verdiği mekânlar İstanbul’daydı.

Dolayısıyla bizde eskiden beri kulaktan kulağa, dilden dile yayılan bir sözlü kültür var.Bu sözlü kültürün de en fazla meyvelerini verdiği mekânlar İstanbul’daydı. Mesela camiler de bir kültür mekânıydı. Camilerde eskiden sadece namaz kılınmazdı. Tabii camiler namaz kılma yeri ama aynı zamanda sohbet mekânıydı da… Özellikle padişah camilerinde üç dört kürsü bulunurdu.

Namaz dışında bir hocaefendi fıkıh dersleri verirdi. Aynı anda başka bir hocaefendi de hadis sohbeti yapardı. Başka bir kürsü de ise Mesnevi sohbetleri yapılırdı. Biz bu şifahi kültürü yitirdik.

Şimdi zihinler karıştı, meşguliyetler çoğaldı. Kültüre, tarihe, edebiyata, tadına doyum olmayan sohbetlere artık zaman ayıramıyoruz. Bu hiç iyi bir durum değil.

Yıllarca bu muhitlerde yaşanan anıları okurlarınıza aktardınız. Sizin bu konulara yönelişiniz nasıl başladı? Bu hususlar üzerine neden çalışmak istediniz?

Ben çocukluğumdan beri büyük insanları dinlemekten zevk alırdım. Daha ilkokul talebesiyken köyümüzün yaşlılarından I. Dünya Savaşı hatıralarını dinlerdim. Yaptıkları sohbete hep kulak verirdim. İlkokulda da iyi öğretmenlere düştüm.

Benim güzel sözlere olan merakımı fark etmiş olmalılar ki dersim dışında da ilgimi çekecek konular anlatırlardı. Kısaca söylemek gerekirse önemli şahsiyetlerin, üstatların, yazarların, şairlerin sohbetlerini dinlemekten, yazdıklarını okumaktan zevk alırdım ve buna erken bir yaşta başladım. Benim bu hevesim hiç eksilmedi, daha da çoğaldı.

Birinci Küllük, 1950 yılına kadar devam etti. O yıllarda Beyazıt Meydanı’nı yeniden dizayn etme meselesi ortaya çıkınca kapanmış oldu. Oranın müdavimleri kendilerine başka bir mekân aradılar ve İkinci Küllük’ü yani Marmara Kıraathanesi’ni kurmuş oldular.

Bir yazarı Marmara Kıraathanesi gibi edebiyat mahfillerinde tanımakla eserleri üzerinden tanımak arasında nasıl bir fark var?

Osmanlılar zamanında bir insana hangi mektebi bitirdin, hangi medreseden mezun oldun, diye sormazlarmış. “Hangi hocaefendiden ders aldın?”, “Hangi hocanın ders halkasında bulundun?” diye sorarlarmış. Yani şahısla, üstatla göz göze gelmek bir kitap okumaktan daha etkilidir.

Muhakkak ilim kitaplardan öğrenilir. Bu da gözle olur. Cenab-ı Hak bize iki göz verdiği gibi iki de kulak vermiş. Yani okuduğun kadar da dinle diyor. Bu nedenle dinleye dinleye bilgi sahibi olanlara eskiden kulak mollası da denilirmiş. Epey kulak mollasına yetiştik. Hâlâ da dinlemeye devam ediyoruz.

Bu mahfillerdeki yazarların eserlerinde yine bu mahfillerin izlerini görüyor musunuz?

Şüphesiz ki görüyorum. Ahmet Kabaklı’nın, Tarık Buğra’nın , Ergun Göze’nin, Necip Fazıl’ın ve benzeri şahsiyetlerin eserlerinde bahsini ettiğimiz kültür mekânlarının izlerini görüyorum. Hatta o izlerden yola çıkarak ben de geçmiş zamanlara yolculuğa çıkıyorum.