Şehirlerin karakteri değişince kokuları da değişiyor

KÜBRA KURUALİ YAŞAR
Abone Ol

Geçtiğimiz yıllarda bir koku dosyası hazırlamış ve bu konuda ülkemizde akla gelen ilk isim olan Vedat Ozan ile kokunun doğasını, insan için önemini ve kültür tarihindeki yerini konuşmuştuk. Bu sayımızda ise beş duyu üzerinden yaşadığımız şehre nasıl dokunduğumuz üzerinde durduk. Bu bağlamda bir kentte yaşarken onun kokusunu ne kadar ve nasıl hissettiğimiz sorusuyla Vedat Ozan’ın kapısını yeniden çaldık. Kendisiyle mahallelerin, şehirlerin, ülkelerin kokusunu; koku ile kültürel kodlarımız arasındaki bağlantıyı konuştuk.

2018 Eylül ayında Nihayet dergi olarak “koku” üzerine bir dosya hazırlamıştık. Yaptığımız söyleşide “kokunun var olabilmesi için diğer duyuların da gerekliliğinden” söz etmiştiniz. Koku alabilmek için neden diğer duyulara ihtiyaç duyarız?

Kronolojik bir sıra yaparsak önce duyu, sonra duygu gelir. Duyguların oluşmasındaysa tek bir duyuya bağlı kalamıyoruz, bütün duyular birbirlerine bağlı.

Duyu, dış dünyayla iletişim kurma aracımız. Duyularımıza gelen uyarılar üzerinden duygusal tepkiler oluşturuyoruz. Kronolojik bir sıra yaparsak önce duyu, sonra duygu gelir. Duyguların oluşmasındaysa tek bir duyuya bağlı kalamıyoruz, bütün duyular birbirlerine bağlı. Mesela içtiğimiz kahvede dokunma, temel tat ve koku duyunuz bir arada etkileşime giriyor. Duyusal olarak analiz ettiğinizde 7-8 tane farklı sinyalin sonunda siz ne içtiğinizi tanımlıyorsunuz. Ardından haz veya keyif dediğimiz bir başka safhaya geçiyorsunuz. Her deneyimde bir duyu başrolde, diğerleri yardımcı rollerde kalıyor. Konserde müzik dinlerken başrole işitme duyunuz çıkıyor ama görme duyunuz da yardımcı rolde işlevini sürdürüyor. Duyulara gelen uyarılar bir arada telakki edildiği gibi birbirlerini etkileyebiliyorlar. Hatta bazı durumlarda tamamen olmayan şeyleri varmış gibi gösterebiliyorlar.

Bu durumu kolay anlayabilmemiz için örnek verebilir misiniz?

Kokular Kitabı, Sedat Ozan.

Mesela çilek yerken eğer güzel kokuyorsa o çilek daha tatlıymış gibi hissedebiliyoruz. Kırmızı olan meyvelerin olgun, yenebilecek kıvama gelmiş meyveler olduğunu düşünebiliyoruz. Dolayısıyla algıyı zenginleştirmek ve tam anlamıyla anlaşılır kılmak için birden fazla duyuyla hareket ediyoruz. Bizim bütün duyulara ihtiyacımız var. Eğer duyulardan bir tanesi işlevini yitirdiyse diğer duyular daha fazla çalışarak onun yerini dolduruyor ama tabii ki hiçbir zaman tam anlamıyla eksik duyunun yerine geçemiyorlar. Duyu yitimi yaşayan insanda normalin değiştiğini görüyoruz. Eski atölyeme parfümör olmak için Boğaziçi Üniversitesi’nde okuyan iki görme engelli genç gelirdi. Bir akşam atölyeden çıkarken onları otobüse binecekleri yere kadar bırakmak istedim. Durağa yaklaşınca bir tanesi “Vedat Abi geldik” dedi. Nereden anladığını sorduğumda “Pilav kokuyor” dedi. Otobüs durağının arkasında pilavcı vardı ve kokuyu duyduğunda durağa geldiğini anlıyordu. Görme engelli insanlar kentteki belli bölgelere koku üzerinden etiket takabiliyor. Biz ise günlük hayatta görmenin başrolde olduğu eylemlere odaklanmış olduğumuz için böyle etiketleri bilinç düzeyinde hissetmiyoruz. Belki pilavcının yokluğunu fark ederiz ama hayatımızda pratik bir işleve karşılık gelmediği için üzerinde de durmayız.

Koku duyduğumuzda kişileri, olayları, mekânları o kokuyla eşleştiriyor, bunun sonucunda ise güzel ya da kötü bir an hatırlayabiliyoruz. Yanı sıra duyduğumuz kokuya göre bir kişiyi, bir grubu etiketleyebiliyor, ötekileştirebiliyoruz. Birbirinden farklı bu durumların kokuyla nasıl bir bağı var?

Kokular Kitabı-2 Parfümler, Sedat Ozan.

Bir kokuyu duyduğumuz ilk anda onunla ilgili sanal bir bellek kartı açıyoruz ve o anki duygu durumumuza göre etiketliyoruz. Bir kokuya açtığımız sanal bellek kartımızı diğer kartların arasına koyuyoruz. Aynı kokuyla yeniden muhatap olduğumuzda (geçen süre önemli değil) o bellek kartını geri çıkartıyoruz ve üzerinde yazan duygu durumunu simüle ediyoruz. Bir şey kokladığmızda sebepsiz yere hoşluk hissetmemiz, birden bir şeyden tedirginlik duymamız aslında o kokuya daha önce taktığımız duygusal etiketten kaynaklanıyor. Olumsuz deneyimlerin her zaman daha uzun ve derin iz bıraktığını da unutmayalım. Böyle olmak zorunda çünkü olumsuz deneyimi bir daha yaşamamak için beynin onu çok iyi belirlemiş olması gerekiyor. Dolayısıyla kötü kokuya karşı daha duyarlıyız. Hayatımda bir meyveyi ilk defa görüyor, dolayısıyla kokusunu da ilk defa duyuyorsam, nasıl onu daha önce kaydetmiş ve rahatsız olmuş olabilirim? Şunu unutmamak lazım ki her koku (doğal veya üretilmiş) çoklu yapılara sahiptir. Mesela gül kokusu dediğimizde 550 tane farklı molekülden bahsetmiş oluruz. Bu moleküller sınırsız sayıda değiller, pek çok şeyin içinde ortak olarak bulunabiliyorlar. Bazı peynirlerin terli çorap koktuğunu söyleriz. Aslında terli çorap kokusunun içinde bulunan molekülle peynirin içinde bulunan molekül aynı olduğu için böyle hissederiz. Linalool molekülü lavantanın, kekiğin ve gülün içinde var. Biz linalool molekülünün içinde olduğu bir şeyi koklayıp travma yaşadıysak seneler sonra içinde aynı molekülün bulunduğu farklı bir nesne bize travmamızı hatırlatabilir. Dolayısıyla koku kaydını aynı nesne üzerinden değil, aynı molekül üzerinden yapıyoruz.

Benim lavantaya alerjim var mesela. Bu tarz alerjik reaksiyonlar da moleküllerle mi alakalıdır?

Tabii ki. Çünkü kimyasal açıdan lavanta diye bir şey yok, çoklu bir yapı var. Bizim beynimizde de lavanta diye bir koku yok. Bir molekül kompozisyonuna “lavanta” kelimesi kullanıldıysa biz o kompozisyonu her duyduğumuzda lavanta diyoruz. Ama burada lavanta moleküllerini bir araya toplarsak lavanta kokar demek istemiyoruz, dikkat edelim. O moleküllerin belli bir oranda bir araya gelmesi gerekiyor. Sarıyı, kırmızıyı, yeşili bir araya getirerek Mona Lisa’yı yapmak mümkün değil.

Her insanın, mahallenin ya da ülkenin kendine has kokusu var. Fakat bazılarının kokusu daha çok dikkatimizi çekiyor. Ağır kokuyor, toprak kokuyor, deniz kokuyor diyebiliyoruz. Bu değerlendirmeyi neye göre yapıyoruz? Bir ortamın kokusu nasıl hissedilir ve yorumlanır?

Koku kaydını aynı nesne üzerinden değil, aynı molekül üzerinden yapıyoruz.

Mekânın kokusu, yapı malzemesi, bölge, içinde yaşayan insanlar ve o insanların yaşam alışkanlıklarına göre değişir. İnsanların hayat pratiklerinin kokuya en güçlü yansıması yeme-içme alışkanlıkları üzerinden gelişiyor. Eğer profesyonel olarak kokuyla ilgili bir iş yapmıyorsanız bir gün içinde farklı çeşitte ve güçte kokuyla karşılaşacağınız tek yer mutfaktır. Örneğin Hindistan’a giden herkes uçaktan iner inmez her taraf köri kokmaya başladığını söylüyor. Her toplumun kendine ait yemek kültüründen gelen koku kimliği vardır. Beslenme alışkanlığımız mimariyi de etkiler. Bizim gibi tencere yemeği tüketmeyen ABD gibi ülkeler daha kuru yiyeceklerle besleniyor. İzlediğimiz dizilerde gördüğümüz Amerikan mutfaklarını kendi mimarimiz içinde uyguladığımızda aynı mutfakta soğan kavurmamak gerekiyor. Çünkü o tüketim alışkanlığının mimari yapısıyla buranınki birbirine uymuyor. Amerikan mutfaklarını imite etmeye kalktığımızda yeme alışkanlığımızı da değiştimemiz lazım. O zaman artık ezogelin çorbası içmeyecek, kuru fasulye yemeyeceksiniz. Eğer yemek kokusunu evin içinde tamamen duymak istemiyorsak mutfağın ayrı bir yerde olması gerekir. Bunun haricinde bir mahallede yaşayan insanların yaşam pratikleri, neler pişirdikleri, mahallenin kendi yapısı (ahşap, beton vs), o mahallenin rüzgâra uygun inşa edilip edilmemesi, bitkileri ya da çiçekleri mahallenin kokusunu belirler. Bazı bitkiler ve çiçekler ortamdaki birtakım molekülleri emip kokuyu bünyelerine hapsedebiliyor. Örneğin egzoz kokusunu emerek yok ediyor. Çok yaygın değil ama koku emen bitkiler üzerinde uygun bir planlama yapılsa -ki çok zor değil- muhtemelen kentin kokusu da değişir.

Kentin içinde yaşarken onun kokusunu ne kadar hissediyoruz?

O mahallenin rüzgâra uygun inşa edilip edilmemesi, bitkileri ya da çiçekleri mahallenin kokusunu belirler.

İçinde yaşadığımız kentin kokusunu hissedemiyoruz. Bütün duyularda mevcut olan bir prensip: adaptasyon. Bir duyuya belli bir süre aynı uyarı geliyor ve hiçbir güvenlik tehdidi yaşamıyorsak beyin onu değerlendirmeyi bırakıyor. Çünkü bir sürü uyarı var ve beynin bir öncelik sıralaması yapması gerekiyor. Örneğin evden parfüm sürüp çıkıyoruz ama bir saat sonra kokusunu almıyoruz. Kent ölçeğinde düşünecek olursak, biz aslında egzoz kokusuna o kadar alıştık ki sanki hiç yokmuş gibi onu algılayamıyoruz. Ama bu adaptasyonu yaşamamış birini Eminönü Meydanı’na getirdiğinizde kokusal bir şok yaşayacaktır. 18.-19. yüzyıllarda İstanbul’a gelen seyyahların yazmış olduğu kitaplarda koku üzerinden bir sürü tarif görürsünüz. Ama İstanbul’da yaşayan birinin eserlerinde koku tarifi neredeyse yoktur. Zaten pratik olarak da mümkün değil. Kaldı ki 200 yıl öncenin kent kokusuyla bugünkü kent kokusu arasında dünya kadar fark var.

Ne zamandan beri kentler kokularıyla hatırlanıyor, anılıyor?

Kokular Kitabı-3 Kültürler, Sedat Ozan.

Küçük yerleşim birimlerinden büyük yerleşim birimlerine geçmek zorunda kaldığımızda kent kokusu kavramı ortaya çıkıyor. Yani kentler kent oldukları andan itibaren kokularıyla hatırlanıyorlar. Kent kokusu hep hoş olmayan bir koku olarak tarif edildi. Çünkü bir yerleşim birimine dışarıdan geldiğinizde kapasitesini zorlamış oluyorsunuz. İngiltere’de Sanayi Devrimi’nden sonra kentli nüfusu 1,5 milyondan 5 milyona çıkıyor. Artık kentte yaşamak zorunda kalıyor insanlar çünkü ancak o şekilde karınlarını doyurabiliyorlar. Ama nüfus yoğunluğunu altyapı sistemi kaldırmıyor. Dolayısıyla kentin bir kokusu oluşuyor.

Sizce İstanbul’un kokusu nedir? Bir şehrin tarihsel süreçteki koku değişimini İstanbul üzerinden anlatır mısınız?

İstanbul’u tek bir kokuya hapsetmek şehre hakaret olur. Oral bir şey üzerinden tanımlamak gerekirse aklıma çay ve simit geliyor.

“İstanbul kokusu” diye bir koku tarif edemem çünkü İstanbul’un içinde birbirinden çok farklı ilçeler var. Tarih boyunca sürekli göç alan bir şehirden bahsediyoruz. Bebek’in kokusuyla Sultanbeyli’nin kokusu birbirinden çok farklı olabilir. Bölgelerin farklı karakterleri ve farklı kimyasal yansımaları var. Dolayısıyla İstanbul’u tek bir kokuya hapsetmek şehre hakaret olur. Oral bir şey üzerinden tanımlamak gerekirse aklıma çay ve simit geliyor. Neredeyse bütün bölgelerde simit ve çay bulabiliriz. Onun dışında kentin değişmesiyle beraber bölgesel olarak kokular da değişiyor. Burada değişim ve gelişimi eşitlemiyorum. Biz genellikle her değişen şeyi gelişen olarak algılamaya meyyaliz. Örneğin Karaköy zamanında demir işçilerinin, atölyelerin olduğu bir yerken hipster dediğimiz bir modayla birlikte kahve ve hamburger cennetine dönüşüyor. Tabii ki de demir atölyelerinin yaydığı kokuyla, kahve ve hamburgercilerin yaydığı koku arasında fark var. Ortalama bir insan ömrü içinde bir bölgenin karakteri değişti ve bunun koku üzerinden kimyasal yansımaları oldu. İnsanların da kokuları sürekli değişir. Yediklerimiz, içtiklerimiz, yıkanma alışkanlıklarımız değişiyor. Benim çocukluğumda evde haftada bir kez sıcak su olurdu. Sabah akşam duş alma imkânı olan biriyle, haftada bir kez sıcak suya ulaşan birinin vücut kokularını düşünelim.

Bölgelerin farklı karakterleri ve farklı kimyasal yansımaları var. Dolayısıyla İstanbul’u tek bir kokuya hapsetmek şehre hakaret olur.

İyi ya da kötü demiyorum, birbirinden farklı diyorum. Deodorant çıkmadan önce ter kokusu kötü bir koku değildi. Herkes ter kokuyordu ve biz de adapte olmuştuk. Deodorantı satmak için neyi ortadan kaldırması gerekiyorsa o kötülendi. Sonuçta bu iş biraz da sistem meselesidir. Bizim iyi veya kötü dediğimiz şeyler hayatta kalmamıza yardımcı olacak kanaatler olmayabiliyor.

Kokunun iyi ya da kötü olması ile ilgili net bir tanım var mı?

Yeni doğan bir bebeğin kafasında iyi veya kötü koku gibi kavramlar yoktur. Kendi yaşam pratiğimiz, koku geçmişimizin hikâsi ve yaşadığımız toplumun kültürel kodlarıyla beraber şeylere iyi veya kötü koku gibi etiketler takıyoruz. Yeni doğan bir bebek için iki tane önemli husus var: yeni kokular ve kokuların gücü… Bebeklik döneminde yeni olan her kokudan iki adım geri durmaya eğilimliyizdir. Çünkü o kokuyla ilgili herhangi bir güvenlik sınaması yapmadığımız için beynimiz kokuları risk olarak algılar. Dolayısıyla koku konusunda neofobik olduğumuz söylenebilir. Bunun haricinde güçlü koku inanılmaz bir durumun varlığına işaret ediyor demektir. Bu durumun bizi nasıl etkileyeceğini bilmiyoruz ve burada da iki adım geri duruyoruz: İyi koku, kötü koku bir yana; yeni koku, güçlü koku bir yana. Doğduğumuz anda bizim için dikkat edilmesi gereken kokunun yeniliği ve gücüdür. Bir kokunun iyi ya da kötü olması yaşam pratiğimiz içinde bireysel deneyimlerimizle ortaya çıkıyor. Çilek yiyip yerde kıvrandıysam çilek kokusu duyduğumda kaçıyorum veya ben deneyimlemedim ama empoze edildi: “Evladım çilek bize zararlıdır, yeme!” dendi. O zaman da çilekten uzakta duruyoruz. Bunlar üzerinden iyi-kötü, güzel-çirkin gibi kavramlar geliştiriyoruz.

Kokunun iyi veya kötü olması içine doğduğumuz, yaşadığımız toplumun kültürel kodlarıyla gelişiyor, değişiyor.

Jacques René Chirac, eski Fransa Cumhurbaşkanı olan Fransız siyasetçi.

Evet, bu kültürel kodlar da birbirinden farklı olduğundan iyi-kötü kokular toplumdan topluma değişebiliyor. Bizim kabul edilmez bulunduğumuz kokular bir başka toplumun favori kokusu olarak karşımıza çıkabiliyor. Kimi zaman ırkların kokuları üzerinden ötekileştirme yapabiliyoruz. Fransız siyasetçi, önce belediye başkanı sonradan da başbakan olan Jacques Chirac 1991’deki seçim kampanyası esnasında mealen “Benim Fransız işçim evinde işsiz otururken daha düşük ücreti kabul ederek çalışan göçmen, yemek kokularını etrafa yayarak evinde ailesiyle mutlu mesut oturuyor.” demişti ve çok tepki toplamıştı. Hatta bu olay üzerine albüm ve şarkı bile yapıldı (“ Le bruit et l’odeur “/Zebda). Irkları, kokuları üzerinden tanımlamak tarihte sık rastladığımız bir durumdur. Örneğin 1930’larda Almanlar Yahudileri koku üzerinden tanımlıyor. Hitler Kavgam’da Yahudileri sadece gaga burunlarından ya da sakallarından değil, kokularında da ayırt edebilirsiniz, diyor. Duyular, dış dünyayla iletişim kurduğumuz araçlardır. Dolayısıyla sözel ya da görsel olarak yaptığımız ötekileştirmeyi koku üzerinden de yapabiliyoruz. Örneğin Çin’de sarımsak tüketiminin sıklığından ve dolayısıyla kokudan kaynaklanan görece bir aşağı görme söz konusudur. Bu anlamda koku diğer duyulardan daha güçlü bir etikettir. Moleküller burnumuza ya dışarıdan ya da damak üzerinden geliyor, sonrasında reseptörlerle buluşuyorlar. Sinyaller beyindeki limbik sisteme yollanıyor ve burada işleniyor. Ama aynı zamanda bütün duygudurumumuz yine aynı bölgede işleniyor. Ayrıca uzun dönemde belleğimiz de burada işlem görüyor. Dolayısıyla bellek, duygudurum ve koku arasında kaba bir komşuluk ilişkisi var. Bu ilişkiden dolayı bir şey gördüğünüzde hatırlamanızla, bir şey kokladığınızda hatırlamanız arasında duygusal açıdan fark var. Diğer duyularda gelen sinyaller bir bilişsel süzgeçten geçerken koku duyusunda herhangi bir süzgeçten geçmiyor. Burada herhangi bir iradi kontrolümüz yok. Bellek, duygudurum ve koku arasında dolaysız bir ilişki olduğu için ötekileştirme de daha güçlü oluyor. Kokusuna kötü etiketi taktığınız insanlar ya da kültürler oradan hemen uzaklaşma isteği uyandırabiliyor. Sebebini bilsek de bilmesek de bir anda hoş hissedebiliyor ya da o ortamı terk etmek isteyebiliyoruz.

Bir konuşmanızda gastronomisiyle öne çıkan şehirlerin kokusuyla da öne çıktığını söylemiştiniz. Tat duyumuzla alakalı bir şeyi kokuyla nasıl birleştiriyoruz?

Aslında gastronomi kokuyla bağlantılıdır. Koku duyusu çift kanalla çalışan tek duyumuz diyebiliriz. Birinci kanal ortonazal yani burunla dışarıdan aldığımız koku, ikinci kanal da retronazal yani damak üzerinden yükselen koku… Damak üzerinden yükselene koku değil, aroma diyoruz. Aynı malzemeden bahsediyor olsak dahi dışarıdan gelen kokuyla ağız içinden gelen koku farklı olabilir. Dışarıdan kokusu hiç cazip gelmeyen küflü bir peyniri dil üzerine oturttuğunuzda çok tatmin olabilirsiniz. Ayrıca iki koku kanalı arasında algılanan güç de farklı olabilir. Dışarıdan balı koklamakla aynı balın dil üzerindeki kokusu arasında çok fark vardır. Bal kokusu ağız içinde patlar hatta taşar ama dışarıdan çok zayıf gelir. Aynı şey çikolata için de geçerlidir. Pakette kokusu çok zayıfken dil üzerinde kokusu 20-25 saniye içinde patlar. Bu somut bir farktır. Burun içindeki mukozanın yapısı ve sıcaklığıyla ağız içinde saliva dediğimiz tükürüğün yapısı ve sıcaklığı birbirinden farklı olduğu için malzeme aynı olsa bile çözülen molekül sayısı nicel ve nitel olarak farklılaşıyor. Bu farklılıktan dolayı iyi-kötü, güçlü-zayıf gibi çözümlemeler yapabiliyoruz.

Birinci kanal ortonazal yani burunla dışarıdan aldığımız koku, ikinci kanal da retronazal yani damak üzerinden yükselen koku…

Retronazal kokunun çok farkında değiliz. Bir şeyler yiyip içerken ağzımızda bizi duyusal olarak temsil etmeye atanmış tek duyunun tat olduğunu kabul ettiğimizden orada gerçekleşen her olayı tat üzerinden tanımlıyoruz. Hâlbuki temel tatlar beş tanedir: acı, tatlı, ekşi, tuzlu, umami. Yakıcı acı da temel tat değil, bitter acılığından bahsediyorum. Dilimiz bu tatlar haricinde temel tat almaya yetkin değil. İki tane daha temel tat üzerine çalışılıyor. Belki bundan beş sene sonra yedi temel tat üzerinden konuşacağız. Ama yedi temel tat nerede, on binlerce birbirinden farklı aroma nerede… Covid sürecinde bile insanlar tat duyusunu değil koku duyusunu kaybetti. Yedikleri tatlı mı tuzlu mu anlayabiliyorlardı, sadece lezzet alamıyorlardı.

Koku ile hayatın tadı arasındaki bu güçlü bağ dinî ritüellerde de ön plana çıkıyor. Semavi dinlerden çok tanrılılara hemen hepsinde kokunun neden önemli olduğunu anlatır mısınız?

İnsanlık tarihine baktığınızda kokunun somut bir duyu olarak kabul edilmesi 100 senelik bir hadise.

Çok tanrılı dinlerden başlayarak bütün inanç sistemlerinin içinde bir duyu olarak kokunun yer aldığını görüyoruz. Tapınak içinde sizinle aynı kokuyu duyan insanlarla birlikte bir grup hâline gelmiş oluyorsunuz. Çok iddialı olacak belki ama ateş ve inanç sistemleri olmasaydı insan üretimi kokulara çok geç ulaşacaktık. Limbik sistemde bellek, duygu durumu ve kokunun bir arada hareket ettiğini unutmamamız lazım. Bir inanç sistemine kendinizi ait hissetmeniz de bu ilişkiden kaynaklanıyor. İnsanlık tarihine baktığınızda kokunun somut bir duyu olarak kabul edilmesi 100 senelik bir hadise. Kimya gelişiyor, molekül diye bir şeyi keşfediyoruz, koku dediğimiz şey de moleküllerden oluşuyor. Daha geriye baktığımızda koku bütün tarih boyunca soyut bir duyu olarak kabul ediliyor. Milattan önce 3000-4000 yıllarına gittiğinizde çok tanrılı inanç sistemlerinde bir sürü tanrısal figür var ve bunlar soyut varlıklar. Bir tarafta soyut, elle tutulmayan bir duyu, diğer tarafta gözle görülmeyen birtakım tanrılar var. Tanrılara bir mesaj göndermek istiyorsanız en etkin araç soyut bir duyuyu kullanmak diye düşünerek ateşle birlikte koku kullanılmaya başlıyor. Kokulu birkaç malzemeyi ateş üstüne atıyorlar ve ortaya çıkan kokuyla beraber tanrılarla iletişim kurduklarına inanıyorlar.

Bu şekilde şükranlarını sunuyorlar ya da isteklerini dile getiriyorlar.

Kokuyu duyduğunuzda biliyorsunuz ki burada benim inanç sistemimin bir pratiği gerçekleşiyor. Dolayısıyla mekâna koku sayesinde görünmez bir tabela yerleştiriyorsunuz.

Evet. Bugün koku dediğinizde aklınıza ilk gelen ürün olan parfümün ismi de buradan geliyor. Latince fumum duman, per fumum da dumanla yükselen demektir. Tanrılarla iletişim kurabilmek için ateş yaktığınızda aynı zamanda o kokunun hissedildiği yere de bir etiket takmış oluyorsunuz. Kokuyu duyduğunuzda biliyorsunuz ki burada benim inanç sistemimin bir pratiği gerçekleşiyor. Dolayısıyla mekâna koku sayesinde görünmez bir tabela yerleştiriyorsunuz. Tek tanrılı inanç sistemlerinde de durum aynı şekilde devam ediyor (Mısır’daki Akhenaton dönemini ayrı tutarak, semavi dinleri kastediyorum). Tevrat’ta şemen ha-mişah denen bir kokunun yazılı formülü çıkıyor karşımıza, gramı gramına tarif edilmiş. 500 şekel mürrüsafi, 500 şekel tarçın, 250 şekel tatlı kamış, 500 şekel de cassia’nın zeytinyağında karıştırılması söyleniyor. Bugünlerde taşıyıcı ortam olarak alkol kullanılırken o günlerde zeytinyağı kullanılıyor. Taşıyıcı ortamın, hatta tüketicilerin dahi tarifi veriliyor. Bahsedilen kokuyu sokaktaki herhangi biri kullanamıyor, sadece rahipler kullanabiliyor. Bugün buna pazarlama dilinde A+ tüketici kitlesi deniyor. Mişah Arapça’da “mesh etmek, sürmek, ovalamak“ anlamına gelir. şemen ha-mişah “mesh yağı“ demektir. Mesh yağıyla mesh ettiğiniz kişiye de Mesih deniyor. Meshin Yunancası khrein, Mesih’in Yunancası da khristostur. Bu kelimenin İngilizce’deki karşılığı Christ yani İsa. Gördüğünüz üzere koku ve din arasındaki ilişki kelimelere bile yansıyor.

Kimya gelişiyor, molekül diye bir şeyi keşfediyoruz, koku dediğimiz şey de moleküllerden oluşuyor. Daha geriye baktığımızda koku bütün tarih boyunca soyut bir duyu olarak kabul ediliyor.

Kabul edilen dört İncil yorumundan biri olan Matta’ya göre Hz. İsa doğduktan sonra önünde diz çöken üç tane müneccim var: Gaspar, Melkior ve Baltazar. Üçü de farklı yaş gruplarına aitler. Biri bembeyaz, biri esmer, biri de siyah tenli. Aslında bu üç müneccim bilinen insanlığın temsilleri. İsa’yı görmeye giderken yanlarında üç tane de hediye götürüyorlar: altın, mür (kokulu bir ağaç reçinesi) ve frankincense (günnük ağacı reçinesi). Götürülen üç hediyenin ikisinin koku olması ilgi çekicidir. Doğmuş olan bebeğin önünde diz çöküyorlar. Kimin önünde diz çökülür? Kralların önünde. Cennetin Krallığı’nın önünde diz çökerken koku armağan ediyorlar.

Kur’an-ı Kerim’den Peygamberimizin hadislerine ve uygulamalarına baktığımızda İslam dininde de koku önemli…

İslam önderinin hayatında kokunun ne kadar önemli olduğuna dair bir sürü hadis var: “Bana sizin dünyanızdan üç şey sevdirildi: Kadın, güzel koku ve gözümün nuru namaz.”

Kuran-ı Kerim’in içinde vaat edilen dünyanın tarifi yapılırken safran (zâferan), misk gibi kokulu kelimeler geçiyor. Kutsal kitabın dışına çıktığınızda İslam önderinin hayatında kokunun ne kadar önemli olduğuna dair bir sürü hadis var: “Bana sizin dünyanızdan üç şey sevdirildi: Kadın, güzel koku ve gözümün nuru namaz.” Gül kokusu önemseniyor. Evliya Çelebi hatıralarında Diyarbakır Kara Amed’deki İpariye Camii inşa edilirken minaresinin harcına 60 okka misk karıştırıldığını söylüyor. Misk, geyiğin testislerinin yanındaki bir keseden çıkan hayvansal bir kokudur. Bir geyikten en fazla 30 gram çıkabiliyor. 60 okka misk vermeye dünyadaki bütün geyikler yetmez. Dolayısıyla rakamda bir tenzilat yapmak gerekiyor. Ama buradaki asıl ilginç nokta minarenin harcına miskin karıştırılmasıdır. Bugün modern pazarlamanın içinde duyusal pazarlama dediğimiz bir alan var. Bu alanın temel odağı insanların görme duyusuna gelen mesajlardan yorulmaları ve artık diğer duyu organlarına hitap edecek şekilde marka kimliğinin yansıtılması. Baktığımız zaman minare harcına misk karıştırmak duyusal pazarlamadan farklı değil. Misk çok ağır moleküllere sahip bir koku, yıllar boyu kalabilir. Sıcaklık koku moleküllerinin havaya karışma hızını arttırıyor. Minarenin güneş görmesi ve ısınmasıyla sabah ezanının akabinde minareden koku yayılmaya başlıyor. Aynı zamanda güneşle birlikte hava aydınlanmaya başladıkça çevremizi, birbirimizi görüyoruz. Minarenin harcına misk katmak ezanla birlikte gözümüze, kulağımıza verilen “Buraya gel!” mesajına koku duyumuzu da dahil etmektir. Sensory marketing dediğimiz şey tam olarak bu, birden fazla duyunun işin içine dahil olması. Bugün özellikle Doğu Hristiyan disiplinlerine bağlı herhangi bir kiliseye gittiğinizde içeride duyduğunuz tütsünün kokusu Hz. İsa’nın doğumunda giden iki hediyeden, günnük ağacı ve mürden oluşuyor. Bu kokuları Doğu Hristiyan disiplinlerine mensup birisi duyduğunda aklına kilise gelecektir. Dolayısıyla iki bin küsur yıldır -Hz. İsa’nın doğum tarihi sonradan kararlaştırıldığı için tam olarak bilemiyoruz- süregelen bir “marka kokusu”ndan bahsediyoruz. Marka kokusu literatürünü taradığınız zaman pek çoğunda ilk örnek, 1980’lerde dükkânını kokulandırdığı için Abercrombie & Fitch bir tekstil markası çıkıyor. Hayır, marka kokusu dediğimiz şey 2000 sene öncesinde de vardı.