Satranç Dersleri’nin şairi

HABER MASASI
Abone Ol

Ödemekle bitmeyecek bir borç yüküyle doğuyor bu ülkenin insanı. En azından yakın tarihlere kadar bu böyleydi. Bu borç bazen miras kalmış bir vicdan azabıyla, bazen bir kariyeri tamamlayıp da aileye ve topluma yararlı olamamanın kederiyle, bazen de yaşadığı ortamın çok ilerisinde bir gelişmişliği gündelik hayata aktaramayışın sorularıyla oluşuyor. Türkiye’yi bir yolunu bulup kurtarma borcu 70’ler ve 80’lerde, çay ocaklı dar mekânlarda konuşulurdu veya öğrenci evlerinde sabahlara kadar süren sohbetlerde. Parti, tarikat, cemiyet, dernek, vakıf, dergi çevreleri… Gençler mizaçlarıyla bağdaşan mahfillerden birine yönelirlerdi. Borç bir bakıma anlı şanlı bir mazinin de borcu. Osmanlı bakiyesiydik. Erzurum, dadaşlar diyarı, kadim ticaret yollarının önemli kavşaklarından biri.

Bütün Asya şehirlerindeki biricik saat kulesine sahipliği rastlantı değil. Puşkin Erzurum Yolculuğu’nda bu kulenin sembolik anlamının altını çizerken İstanbul’da başlayan yeniliklerin henüz oraya ulaşmadığını da belirtir. Geriye düşmemek için hep bir atılım, çaba, gayret içinde olmalıdır, kitap dostu, misafirperver insanların şehri. Bilmeyi önemseyen, yapabilmenin şartlarının tamamen kitaplardan geçmediğini de fark eder. Gerçekten öğrenmiş olan da şartlar zorlasa bile artık bilmezlikten gelemez ki… Ondan sonrasına kimisi hastalık diyor, kimisi başka bir ad takıyor.

Bazen güçlü bir şayia bir insana dair gerçekliği doğru dürüst anlamanın duvarı hâline gelir. Latif Çiçek de bu nedenle, ağabeyi hakkında “son ve doğru bilgileri ihtiva eden bir kaynak” diye tarif ettiği Bu Hüznün Mesnevisi Yazıldı: İlhami Çiçek’in Hayatı isimli kitabı yazma gereği duymuş. Başlığı Satranç Dersleri’ne bir nazire içeren kitapta, 38 yıl önce vefat eden bir şairin hayatının yanı sıra ailesini de yakından tanıyor ve Erzurum’un o dönemdeki kültürel aktörleri, mekanları ve faaliyetleri üzerine çarpıcı bilgiler ediniyoruz.

İlhami Çiçek, gerçekten iyi bir okurmuş, 29 yaşına döneminde bulunabilecek okunmaya değer pek çok kitabı sığdırmış. Esasında Çiçek ailesi bir bakıma kültürel bir gelişmenin gönüllü öncüleridir. Taşıdıkları bilincin seviyesi, yazarın şu ifadelerin[1]de kendini gösteriyor: “Hayatın içini dolduran, kişiyi zenginleştiren ya da olmadığında

İlhami Çiçek

Latif Çiçek, “Köy Enstitüsü konusu ve ülkemizin II. Dünya Savaşı sonrasındaki sosyolojisi doğru irdelenmeden İlhami Çiçek ve sonrası kuşakların ideoloji, fikir, sanat gibi konularda yazdıklarını doğru değerlendirmenin mümkün olmadığını” vurguluyor.

yoksunlaştıran kavramları ete kemiğe büründürdüğünüzde ömrünüz hayat olur. Mesela aşk, mülkiyet, adalet, merhamet, emek gibi kavramlara yüklediğiniz anlamların, kısacık ömrünüzde ne kadarını yaşayıp yaşattığız size farklı ve özgün kılar.”

Latif Çiçek’in kitabının bir başka önemi, kültürel merkez konumu arka plana düşen şehirlerde yaşayan genç edebiyatçıların Ankara ve İstanbul’daki edebiyat ortamlarıyla bağ kurma, bu bağı da koruma çabaları. Kendi istisnai tutkuları ancak böyle bir bağla hem süreklilik kazanıyor hem de haklılığını perçinliyor.

Bunca yıldan sonra İlhami Çiçek şiirleriyle hâlâ ayakta, kimileri de intiharı üzerinden giriyor söze. Vefatından sonra hakkındaki intihar söylentilerinin bir süreliğine şair kimliğini az da olsa geri plana iten bir gizem alanı oluşturduğu söylenebilir. Kitabın, şairin hayatının bütün safhalarının tanığı bir yazar tarafından bu gizemi dağıtma sorumluluğuyla da yazıldığı muhakkak. Giriş’te yazarın izahı şöyle: “Erzurum Oltu-Ayyıldız köyünde başlayan hayatı, Tokat’ta kısa dönem askerliğinin bitimine on beş gün kala, hastalığının neticesi, geçirdiği kriz nöbeti ile binanın üçüncü katından boşluğa atlayarak noktalandı. Allah rahmetine nail kılsın.’’

Öyle haklı ki Mehmet Latif Çiçek! İntihar amaçlı bir atlama gerektirirdi ve İlhami kriz geçirdiğinde hiçbirimiz orada, yanında değildik.

Öğrenme yollarına düşen bir aile her zaman taze bir başlangıç sunar topluma, Çiçek ailesinde de bu nitelik çok açık görünüyor. “Ailemizde doğan her çocuk, her konuda yokluk ve yoksulluğun toplumda ortak payda olduğu yıllarda olmasına rağmen gözünü kitaba açardı dersem abartmış sayılmam,” diye anlatıyor yetiştiği ortamı yazar. Oltu Köy Enstitüsü mezunu baba Kemal Çiçek, çalıştığı okullarda her yıl şiir ve hikâye okuma yarışmaları düzenlermiş. Esasen altı yetim çocuğun ağabeyi olarak başlamıştır hayata Kemal Çiçek. İçinde bulunduğu şartları ancak öğretmen olursa aşacağına inanmıştır. Çocuklarını üvey anneye ezdirme endişesi nedeniyle bir daha evlenmeyen babası, gizlice girdiği sınavı kazandığını öğrendiğinde, “Ben bir başına bu çocukları yalnız nasıl büyütürüm”, diye tepki gösteriyor büyük oğluna. “Benim variyetim -mal varlığım- sana da, bütün kardeşlerine de yeter, okuyup ne olacaksın? Ben yalnızım, o kadar tarla ve çayır, hayvan var, altından kalkamam.” Ancak, Kemal, yalın ayak koşa koşa terk ediyor köyü.

Enstitü hikâyeleri nasıl da birbirine benzer! Ailenin büyük oğlu olan babam Cemal Aktaş da dedemin rızası hilafına, öğretmeninin desteğiyle karda kışta Refahiye’den Erzincan’a yürüyerek gidiyor aynı sınav için. Kışları işçilik amacıyla İstanbul’da geçiren dedem, köydeki işleri konusunda büyük oğluna dayanmak istiyor çünkü. Sonunda babannem giriyor devreye. “Onun yapacağı işi ben yaparım, eğer göndermezsen de ömür boyu seninle konuşmam.” diye tavır koyuyor.

Latif Çiçek, “Köy Enstitüsü konusu ve ülkemizin II. Dünya Savaşı sonrasındaki sosyolojisi doğru irdelenmeden İlhami Çiçek ve sonrası kuşakların ideoloji, fikir, sanat gibi konularda yazdıklarını doğru değerlendirmenin mümkün olmadığını” vurguluyor. Tespitlerinin bir kısmı şöyle: Türkiye’de modernizmin halka rağmen bir dayatma şeklinde işlemesi, gelişme ve kalkınma retoriklerini belirlerken buna bağlı olarak da hedef alınan kitleye yabancılaşma gibi bir sonuç ortaya koymuştur. Köyleri kendi çocukları eliyle canlandırıp kalkındırmak için açılan enstitüler de böylelikle pozitivizme fazla kapılınca, toplumun inancıyla alay edilmekle kalınmamış, baskıyla dönüştürme projesi şeklinde bir faaliyet yürütülmüştür. “Asrileşme” yetersiz kalınan bütün sorunları örtbasa yönelik işleyen sihirli kavram olmuştur. Kendine güven, sarf edilen emek, beceri ve yetenekler üzerinden değil, mensup olunan ırk üzerinden ve sloganlarla sağlanmak istenmiştir. Yokluğun, yoksulluğun her alanda sürmesine karşılık, devlet yukarıdan ve buyurgan bir üslubu kullanmayı sürdürmektedir.

Bu söylem ve yöntemlerin tersine köylüde büyük bir tepki oluşturacağı akla bile gelmez, köylü bu denli boş bir kitle olarak görülebilir mi? Sonuçta bu okullarda eğitim gören öğretmenlerin tamamı da pozitivist ve modernist bir zihniyetle yönelmiyorlar köylülerine.

Kemal Çiçek enstitüde öğrendiği teorik ve pratik bilgileri öğrencilerine sunarken bundan kendi çocukları da yararlanır. Çok yönlü okur, edebiyata, sanata düşkün, yanı sıra toplumsal sorumluluk sahibi gençler olarak yetişirler.

Erzurum elbette her zaman merkezi bir şehir olmanın imtiyazlarına sahip bir şehir, ancak müktesebatı İlhami Çiçek’i zamanla, kendini daha da geliştirebileceği bir çevre arayışına götürüyor. Anlaşılamamaktan şikâyet yadırganmamalı, şair her yerin yabancısıdır bir yanıyla. Üstelik şehirde mevcut nitelikli kültürel ortamlara dahil olur İlhami. Mesela Dergâh Kitabevi’nde çalışır, bu da arayışına denk düşen bir şans. Gündüzleri kitabevinde geçirir, akşamları halkın mimarisinde kullanılan yekpare taşlardan dolayı “Taşhan” diye adlandırdığı Rüstem Paşa Kervansarayı’nda arkadaşlarıyla buluşur. Akşamları mesaisi biten bir grup üniversiteli genç, hocaları ve kitap meraklıları gelip İlhami Çiçek gibi edebi sohbetin müdavimlerini beklermiş. “Yeni çıkan bir kitabı okuyan, okurlardan biri, yazarın daha önceki eserlerine de değinerek övgü veya eleştirilerde bulunur, bir diğeri o yazarın daha önce yayımladığı başka kitabından bahisle yazarın sanatı, anlayışı, siyasi görüşü üzerinden konuyu ele alır ve böylece sohbet devam ederdi.”

Bugün Erzurum hâlâ kitaplar ve yazarlar, şiirler ve şairler üzerine sohbetin şehri. Puşkin’in Erzurum Yolculuğu’nda sözünü ettiği, kendisini “Şair, dervişin kardeşidir. Onun ne vatanı vardır, ne de dünya nimetlerinde gözü” diye karşılayan konuşkan ihtiyar, bir kurgu kahramanı değil orada. Okumayeri.net sitesinin kurucusu, 2014’te Hakk’ın rahmetine kavuşan Vedat Aydın’ın çabalarına değinmeden geçilemez konu kültürel içerikli toplantılar olduğunda. Tebrizkapı Pasajı’nda bir salonda çeşitli okuma toplantılarını başlatmıştı Vedat, “Safahat Okumaları” yaptıkları dönemde. Onun ve Şahin Torun’un dahil olduğu entelektüel faaliyetler, Erzurum’u taşra şehri olmaya zorlayan kısır çekişmelere karşı bir iklim oluşturmaktaydı. Bu isimlere elbette tahsil gördüğü Erzurum’da yaşamayı seçen ve bu şehirdeki birçok şair ve yazarın ilk kitabını yayımlayan rahmetli Mahmut Balcı’yı da eklemeliyiz.

Ezel Erverdi ile istişare sonucu İlhami Çiçek’in işletmeye başladığı Dergâh Kitabevi; Kitapsarayı, Vehip Atalay Kitabevi ve daha çok kırtasiye malzemelerinin satıldığı Ferda Kırtasiye’den sonra şehirde açılan dördüncü kitabevidir. Burada çalıştığı yıllarda çevrede daha çok tanınan, bilinen ve sevilen bir kültürel sima olmuştur İlhami. O döneme göre hatırı sayılır bir okuyucusu olan Hareket dergisi de İstanbul’la geliştirici bir bağ kurmak anlamına gelmekteydi. Pek çok genç kitap okuma serüveninde İlhami Çiçek’in tavsiyelerine göre yol alacaktı. Yayımlanan kitapları siyasi tavrını ve ideolojisini ayırt etmeden takip ediyordu o, dergileri de aynı şekilde. Felsefeye ayrı bir önem veriyordu.

Gençlere tavsiye ettiği kitaplar yüzünden bazen aşırı tepkilerle karşılaşıyordu. Maksim Gorki’nin Ana’sı bile bu tepkilerden payını almıştı. Postanede memurlar kitap paketlerini, ellerine gönderilen tuğla kalınlığındaki yasak kitap kataloğuna göre kabul ediyor veya geri çeviriyorlardı. Nazım Hikmet mi? İlhami Çiçek’e göre Kurtuluş Savaşı’nı şair duyarlığıyla destan destanlaştıran ilk şairdi, Türk halkını sözüyle okşayan bir şairdi. “Kitabevi olarak böyle komünistlerin kitaplarını neden satıyorsunuz?” İlhami, soruyu sorana uzun izahlarda bulunuyordu nafile yere. Kardeşine de, “…oğlum bunlar edebi türden ziyade inandırıldıkları ideolojiyi tasdik edecek kitaplar istiyorlar,” diyordu.

Çok yönlü okumadan yoksunluğun somut hayata yansımalarından biri, öteki nefretiyle terörizmin tuzağına çekilmekti. Latif Çiçek’in dile getirdiği gibi: “Her gün onlarca genç, ne uğruna mücadele ettiklerini bilmeden ölüyorlar, ocaklara ateş düşüyor ve daha önemlisi merhamet ve paylaşmayı içselleştirmiş insanımız bu ruh hâli ile kinini ve öfkesini biriktirerek sonraki kuşağa miras olarak aktardığını fark edemiyordu.” Geçmişe yönelik değerlendirmelerin salt duygulara bağlı olması yoluyla fikir ve kanaat sahibi olunacağı kanısı hakimdi dönemin edebiyatçılarında. Bu yüzden de aynı dönemin (muhtemelen coşturucu bir dile sahip) birçok yazar ve fikir adamının bugünkü kuşaklarda pek karşılığı olmadığı tespitinde bulunuyor yazar. Yanı sıra, dinî hassasiyete sahip toplumsal kesimleri kapalı gruplar hâlinde yaşamaya sevk eden şartların da altını çiziyor. İletişimi engelleyen faktörler kapalı yapıları süreç içinde yozlaştıran bir imkânsızlığı da büyütmektedir sürekli. Devletin hikmetinden sual olunmaz tavrı da toplumun genelinde bir dışlanmışlık hissi oluşturuyordu. Ancak okuyan kuşaklar, haksız ve hukuksuz işler karşısında büyükleri gibi sabırlı ve tahammüllü olamıyorlardı. İlhami Çiçek de kuşağından pek çok şair gibi içinde bulunduğu şartları aşmak için şiire daha büyük bir ısrarla tutunuyordu.

Sol, hele devrimci solun Erzurum insanı indinde bir karşılığı yoktu. Sol ideolojilerin sistem eleştirisindeki güçlü gerçeklik bir yana, sosyal hayatın düzenlenmesi için öne sürdükleri fikir ve bulundukları vaatler halkta bir karşılık bulamıyordu. Muhafazakâr Erzurum, memlekete komünizmi getirmek için isyan eden hemşehrisi Deniz Gezmiş’e hoş bir nazarla bakmasa da aleyhinde bir tepki de göstermiyordu. İlhami Çiçek ve bir grup arkadaşı sol dergi ve kitapları takip ediyor, sol grupların eylemlerini de zaman zaman edebî ve felsefi içerikte tartışıyorlardı. Okuduklarını paylaşarak, tartışarak çıkarsamada buluma arzusu, kendi düzeyinde kimseyi bulamadığında, İlhami bir adım geri çekiliyor, içine kapanıp yeniden kitaplarına gömülüyordu. Beslenmesiyle, bakımıyla pek ilgili değildi. Neyse ki özel mizacı ve yeteneklerini fark eden aile çevresi, ona incelikli bir muamele gösteriyordu. Ayaz Paşa semtinde, kalenin eteğinde bulunan evlerinin küçük odasını İhami’ye tahsis etmişlerdi. Kitabın akışında, eşi Hamiyet Hanımefendi’nin de hayat arkadaşına elinden geldiğince destek olduğunu okuyoruz.

Stefan Zweig’ın Dünün Dünyası’nda okumuş olmalıyım: Avusturya’da seksen sene kadar önce yazar ve şairler kütüphane ve benzeri kültürel kurumlarda istihdam edilirlermiş. Bu tür bir şansın istismara ne kadar açık olduğunun farkındayım. Fakat İlhami Çiçek’in rahatsızlığı da kendini fazlasıyla belli ediyormuş. Öyle ki Bakanlık’ta gerçekleşecek önemli bir mesleki toplantıya katılmaya tahammül edemiyor da yerine kardeşini gönderiyor. Hani, böyle bir görüşme için hazırlanırken dahi, “takım elbisesini giyip kravatını bağlarken bile, sanki bir dağla vuruşacakmış gibi sıkıntıya girdiği,” izlenimini uyandırırmış.

Bir öğretmenin askerlik ortamına uyum sağlayamadığı için muaf kılınmasını ne mevzuat kabul ederdi o yıllarda ne de ailesi. Psikiyatri bölümünden alınan raporla da mesleğini sürdüremezdi İlhami Çiçek. Hem de nöroloji konusunda gelişmiş cihazlar henüz ülkemize gelmediği için birçok rahatsızlık aynı parantezde değerlendiriliyordu. Latif Çiçek, yıllar sonra John Forbes Nash JR’ın hayat hikâyesini okuduğunda, zihninde ağabeyinin de aynı hastalığa yakalandığı netlik kazanıyor. Şüphesiz kendini Yaradan’a, yaradılışa ve topluma borçlu hisseden insanlardır şairler, bu yüzden de -buna dayanamayacaklarını bile bile- yalnızlaşmayı göze alırlar. İlhami Çiçek, ayrıca, gençlerini kendine borçlu hissettiren bir ülkenin şairiydi. Anlayışlı ailesinin sağladığı güvenle hep kardeşlerini aradı, böylelikle kurduğu bağlara verdiği önem belki aynı zamanda Satranç Dersleri şiirlerini doğuran güçtü ama diğer yandan da zayıflığıydı. Edebi[1]yat dergisi ve Nuri Pakdil’le ilişkisinde de bu var: Pakdil’in mülkiyet kavramı gibi konulardaki görüşlerine yakınlık duyuyordu; Edebiyat dergisi yazarlarını ise mücadele arkadaşları olarak görüyordu. Derginin ayakta kalması belli ki onun için nefes almak gibi önemliydi. İstanbul’da yaşamaya başladıktan sonra da değişmiyor bu yaklaşımı. Şiir, çünkü, temelde okunan bir eserdir. Şair yaradılışını belli bir çevreye borçlu değildi şüphesiz ama sanki ancak belli bir çevreye okuyabilirdi. “Yazar yalnızdır, eski ve yeni sınıflarca terk edilmiştir.” diyor Barthes ve ekliyor: “Mutlak yalıtılmış olsa bile edebiyat onun sesidir.”

Bütün hayat sanki bir söze dönüşmek için yaşanıyor; ulaşılması zor veya kolay bir söz, bedel ödettiren veya ucuz bir söz ya da sadece sessizlik… Latif Çiçek’in ifadesiyle: “… Satranç Dersleri’nin öğrencisi ki o aynı zamanda bütün anlamlarıyla onun bizlerde hayranlık uyandıran öğretmenidir, bizi tek kişilik mükemmel bir dile, evrenin diline davet etmiştir, etmektedir. (…) Hayretle ve hayranlıkla karşılıyoruz ki ancak onun gibi konuşursak kendi dilimizle konuşmuş olacağız.”