Saraydan bavula bavuldan kasaya
Muharrirlikten zoraki diplomatlığaDaha çok 1918’de yayımladığı, Türk edebiyatında edebî röportaj türünün ilk örneği Diyorlar ki ile tanınan Ruşen Eşref, erken Cumhuriyet döneminin “zoraki diplomat”larından biri.
Abdülhak Hâmid’den Halit Ziya’ya, Halide Edip’ten Ziya Gökalp’a,Fuat Köprülü’den Ömer Seyfeddin’e,Ahmet Haşim’den Ali Kemal’e devrinin ünlü yazar, şair ve fikir adamlarıyla yaptığı röportajlar onu hem matbuat hem edebiyat âleminde haklı bir şöhrete ulaştırır.
Artık “Diyorlar ki muharriri” olarak anılan Ruşen Eşref buna ilaveten, 1918’den itibaren, yolunun üzerindeki çeşmelere de dikkat çekerek adım adım dolaştığı İstanbul’a dair yazdıklarından dolayı “İstanbul seyyahı” ve “çeşmeler kâşifi” diye de tanınacaktı.
I. Dünya Savaşı’nın sonunda ve Millî Mücadele’nin başlangıcında muhabir olarak görev yapan Ruşen Eşref daha sonra Millî Mücadele’ye fiilen katılmak üzere 1921’de Ankara’ya geçti.
İstiklal Harbi ile ilgili gelişmelerden halkı haberdar etmek üzere Mustafa Kemal Paşa tarafından tasarlanıp yönlendirilen Hâkimiyet-i Milliye gazetesini temsilen Batı Cephesi’ne giden Ruşen Eşref, 1923’te Afyonkarahisar milletvekili olarak Meclis’e girerek üç dönem milletvekilliği yaptı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde ve Türk Dili Tetkik Cemiyeti’ndeki çeşitli görevlerin ardından 1933’te Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri oldu. Bir yıl sonra Tiran Büyükelçiliği’ne atandı. Buradaki kısa süreli vazifesinin ardından beş yıl görev yapacağı Atina Büyükelçiliği’ne tayin edildi.
Bir yemek daveti
Atina’daki ilk aylarında ünlü sanat müzesi Benaki’nin müdürü Theodoros Makridi, Türk büyükelçisi ve eşi için bir davet verir. İstanbullu bir Rum olan Makridi, yaklaşık 40 yıl boyunca, bugünkü İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin atası sayılan Müze-i Hümayun’da çalışmıştır. Askerî doktor olan babası Mirliva Konstantin Makridi Paşa’nın büyük bir Bizans sikkeleri koleksiyonuna sahip olması, oğlunun ilerideki kariyerini müjdeler gibidir.
1892’de Müze-i Hümayun’da Fransızca yazışmalardan sorumlu kâtip olarak işe başlayan Theodoros Makridi zamanla müze adına kazılarda komiserlik ve müfettişlik yapar. Bilhassa Sayda ve Rakka’da yaptığı geçici kazılarla müzeye eser akışını sağlamış, birçok yerde yerel memurların ya da ahalinin eserlere zarar vermesini ve kaçırmasını önlemiştir.
Makridi’nin en önemli bilimsel katkısıysa Hitit medeniyetinin başkenti Hattuşa’nın ortaya çıkmasında oynadığı roldür: 1904’te eline geçen çivi yazılı bir tableti, bu yazının en büyük uzmanlarından Alman arkeolog Hugo Winckler’e yollar.
Tabletin üzerinde, ilk örneklerine Mısır’da Tell Amarna’da rastlanan Hitit yazısı olduğunu tespit eden Winckler Boğazköy’deki Hattuşa’nın ortaya çıkmasına neden olan kazılara Makridi’yle birlikte başlar. Müze-i Hümayun’daki başarılı çalışma yıllarının ardından 1930’da emekliye ayrılan Makridi, o sırada Atina’da kurulmakta olan Benaki Müzesi’ne davet edilmiş, Türk hükûmetinin izniyle Atina’ya giderek müzenin müdürlüğünü üstlenmiştir.
İstanbul’dan tanıdığı Ruşen Eşref’in de Atina’ya geldiğini öğrenince onu bir akşam yemeğine davet eder. İki dostun konuşacağı çok şeyin olduğunu tahmin etmek zor değil.
Bu yüzden müzenin bahçesindeki küçük köşkte yenen yemeğin ardından sohbet için geçilen odada Ruşen Eşref’in gözüne dolgunca 3-4 büyük zarf çarpar: Sanki onun dikkatini çekmek üzere özellikle yerleştirilmişlerdir.
Makridi, manalı bir bakış ve tebessümle, “Biraz tetkik buyurunuz, mühim vesikalardır” diyerek zarfları büyükelçiye verir. Davetten maksadın biraz da bu dosyaları göstermek olduğunu hisseden Ruşen Eşref, önüne serilen zarflara göz atmaya başladığında hayretler içinde kalır: fermanlar, hatt-ı hümayunlar, mektuplar, kanunnameler, buyruldular, telhisler, timar tezkireleri, arzuhâller, takrirler, vekâyi müsveddeleri, masraf defterleri, mecmualar, ahidnameler, mülknameler, keşif defterleri, elçi raporları…
Norveç kralı XIII. Charles’ın Sadrazam Hurşid Ahmet Paşa’ya gönderdiği İsveççe mektuptan İbranice bir kira mukavelesine, Yeniçerilerin maaşını gösteren esami pusulalarından Fransa kralı XV. Louis’ye gönderilen hediyelerin defterine kadar onlarca vesika.
“Ve sefir beyefendi en hazini…”
Bunların Topkapı Sarayı Arşivi’ne ait evraklar olduğunu anlayan Ruşen Eşref’in hayretini gören Makridi, “Evet böyledir, maatteessüf oradan çıkmadır ve sefir beyefendi en hazini, bunların burada verese [mirasçılar] tarafından satışa çıkarılmış olmalarıdır. Bunlar şimdi Atina’da sefaret sefaret dolaştırılmaktadır.
İlgisi bulunan sefaretler de işlerine yarayan evrakı, esmanı [bedeli] mukabilinde satın almaktadırlar” diyerek bu kıymetli ve ehemmiyetli vesikaların dağılıp üzüntüyü dile getirir. Birkaç gün evvel satılmak üzere kendisine getirildiğinde Makridi evrakların önemini fark etmiş, “Bir kere de bizim elçimize göstereyim” diyerek kısa süre için alıkoymuştu.
Ruşen Eşref Bey, büyük bir dikkatle inceledikten sonra Makridi’ye vesikaları kimseye vermemesini, sefaret olarak gerekli teşebbüslerde bulunup hepsini aldıracağını söyler ve derhâl Ankara’ya, “ilgili makamlara” durumu bildirir. Bildirir ama başkentten bir türlü ses çıkmaz. Bir yandan vakit geçerken bir yandan da mirasçılar sıkıştırıyor, nihayet Makridi, evrakı daha fazla alıkoyamayacağını Türk sefaretine bildiriyordu.
Bu arada İstanbul Defterdarlığı Maliye Arşivi evrakının bir bölümünün kuru ot ve paçavra fiyatına, okkası üç kuruş on paradan Bulgaristan’a satılması skandalının üzerinden henüz birkaç sene geçmişti.
Makridi’nin köşkünde karşılaştığı sahnenin büyükelçiye 1931 yılının mayıs ayında, dünya tarihinde benzerine rastlanmayan ve henüz hafızalardaki tazeliğini koruyan bu satış hadisesini hatırlatmış olması kuvvetle muhtemeldir.
O zaman tarihî evrakımız ot balyaları gibi çemberlenip vagonlara yüklenerek Bulgaristan’a gönderilmişti. Şimdi de bir bavulun içine tıkılıp Yunanistan’da haraç mezat satılıyor, herkes işine yarayanı alıp gerisini bırakıyordu. Büyükelçinin huzuruna çıkarılanlar, pazar tezgâhlarında gün boyu seçilip ayıklanmaktan yorgun düşen meyve ve sebzeler gibiydi.
Göç eden evrak! Büyük bir fırsat eseri avucunun içine kadar düşen bu değerli evrakın, göz göre göre yabancılara satılmasına gönlü razı olmayan Ruşen Eşref, Ankara’dan ümidi kesip onları şahsen, kendi parasıyla satın almaya karar verir. Ancak büyükelçinin zihninde dönüp duran iki soru vardır:
- 1. Topkapı Sarayı’na ait bu değerli evrak ta Atina’ya kadar nasıl geldi?
- 2. Bunları sefaret sefaret dolaştırıp haraç mezat satan “mirasçılar” kimdi?
Peşine düştüğü soruların cevabını bulmak için geriye doğru iz sürmek yeterliydi: Bu belgeler,Tarih-i Osmanî Encümeniüyelerinden İskender Yanko Hoçi tarafından 1900’lü yılların başında tetkik edilmek üzere Topkapı Sarayı’ndan alınmış, onun 1917’deki vefatının ardından terekesine dâhil edilmişti.
Zengin kütüphanesi ve araştırmacı kişiliğiyle tanınan Hoçi, Arnavut Rumlarından olup 1857’de Yanya’da doğmuş, 10 yaşındayken babasıyla İstanbul’a gelerek Mekteb-i Sultanî’de okumuş ve ardından Paris’te hukuk ve Şark ilimleri tahsil etmiştir.
Türkçe, Fransızca, Rumca konuşup yazan; Arapça, Farsça, eski Yunanca ve Arnavutçaya aşina olan İskender Hoçi, 19 yaşında Bâbıâli Tercüme Odası’na girmiş, bir yıl sonra da fahrî olarak Paris Sefareti ataşeliğinde memur olmuştur.
Bilgisini geliştirmeye son derece meraklı olan Hoçi, bilmediği bir şey olduğunda derhâl cebindeki not defterini çıkarıp kaydedermiş. Tarih-i Osmanî Encümeni’ndeki vazifesini yürütürken, bir yandan da eline geçen bütün parayla da mükemmel bir kütüphane kurmak için sahaf sahaf dolaşarak yeni kitaplar alan Hoçi’nin vefatından sonra Şark’a dair nadir ve kıymetli eserleri barındıran kütüphanesinin bir kısmı satıldı (Mesela koleksiyonundaki, Kıvamî’nin Fetihnâme-i Sultan Mehmed adlı eserinin tek nüshası çeşitli maceralardan sonra Berlin Staatsbibliothek’e intikal etmiştir).
Millî Mücadele’den sonraysa Atina’ya göç eden ailesi Hoçi’nin kalan kitaplarıyla beraber arşivini, tabii saray evrakını da, beraberlerinde götürdüler.
Burada ister istemez insanın aklına İskender Hoçi’nin evrak mahzenlerinde muhafaza edilen belgeleri nasıl evine götürebildiği sorusu geliyor.Evrak eve gider mi? II. Meşrutiyet döneminde yeni siyasal anlayışa uygun biçimde halka millî bilinç aşılanması, vatan sevgisi kazandırılması maksadıyla kurulan Tarih-i Osmanî Encümeni’nin daimi üyelerinden biri de Hoçi idi.
Asıl gayesi mükemmel bir Osmanlı tarihinin yazılması olan Encümen’in talimatnamesine göre, Osmanlı tarihi devir ve fasıllara ayrılarak her bir kısım üyelere havale edilmişti. Bundan dolayı da üyeler, “evrak mahzenlerine müracaata mezundu”, yani gerekli araştırmaları yapmak için arşivlerden yararlanmalarına izin verilmişti.
Ruşen Eşref’e göre encümen talimatnamesinde yer alan bu maddeler, bilhassa “ evrak mahzenlerine müracaata mezun” olma durumu, “İskender Yanko Hoçi’nin hangi yetki ile, daha doğrusu, o yetkinin genişletilmesi yorumu ile evrakı eline, hatta evine nasıl alabildiğini gereği gibi aydınlat”maktadır.
Yani Hoçi, izin maddesini, biraz geniş bir bağlamda yorumlamıştı, evrakları tetkik için evine götürecek kadar geniş. Belki de bu, o zamanlar için alışılagelmiş bir uygulamaydı ancak sorunlu olduğu kesin.
Vesikalar “eve” dönüyor
Neyse ki, Ruşen Eşref bu kıymetli arşivi kendi parasıyla taksit taksit satın almış ve İstanbul’a getirip Ziraat Bankası’nda kiraladığı bir kasada uzun yıllar muhafaza etmiştir. 1 Mayıs 1956’da manevi değerine paha biçilemeyen ve pek yüksek bir maddi değer taşıyan bu belgeleri küçük bir törenle, asıl yuvasına, Topkapı Sarayı Müzesi’ne bağışlayan Ruşen Eşref, duyduğu gönül rahatlığını şöyle dile getirir. “Esasen daha onlara ilk sahip olurken düşüncem bu idi. Sağlığımda bir gün kendi elimle onları, yeniden öz kaynakları olan arşive hibe ederek kavuşturmak…
Ben hayatta kalmamış olsa idim bile eşim aynı şeyi yapmış olacaktı. Hasta düştüğüm zaman kendisine tavsiyem bu idi. Bu münasebetle bu belgelerin değerini bilerek, onları emniyetli bir yerde toplu tutmak, temiz bakımlarını sağlamak, izinli olarak veya memuriyet değiştirerek yolculuk ettiğimizde, onları kaybetmekten ve ziyana uğramaktan kurtarmak için, bana ettiği yardım dolayısıyla Bayan Saliha Ünaydın’a huzurunuzda teşekkür ederim.”
Müze tarafından birer birer mühürlenip numaralandırılan vesikalar Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı başkanlığında bir ekip tarafından kataloglanmış, Ruşen Eşref’in vefatından bir yıl evvel de Topkapı Sarayı Müzesi’nin 7 numaralı yayını olarak basılmıştır: Ruşen Eşref Ünaydın Arşivi, İstanbul, 1958, 82 sayfa.
Topkapı Sarayı Müzesi müdürü Haluk Şehsuvaroğlu da Cumhuriyet gazetesinde kaleme aldığı yazıda Ruşen Eşref’in kadirşinaslığını şükranla andıktan sonra bir çağrıda bulunur: “Son asırlarda yalnız topraklarımızı değil, sanat eserlerimizden, kültür tarihimize ait vesikalardan bazılarını da kaybettik. Onları yabancı memleketlerden toplayıp tekrar memlekete getirmek, hele müzelere hediye etmek, sanat ve kültür tarihimize yapılacak hizmetlerin en büyüklerinden biridir.”
Geçen yarım yüzyıldan fazla zamana rağmen Şehsuvaroğlu’nun çağrısı hâlâ güncelliğini koruyor. İhtiyacımız olan Ruşen Eşref gibi hamiyetli aydınlar, hepsi bu.
Kaynaklar:
Bulgaristan’a Satılan Evrak ve Cumhuriyet Dönemi Arşiv Çalışmaları, Ankara, 1993;
Edhem Eldem, Osman Hamdi Bey Sözlüğü, Ankara, 2010; Kasım Hızlı,
“Unutulmuş Bir Kitab Koleksiyoneri: İskender Hoçi”, 1453 İstanbul Kültür ve Sanat Dergisi, sayı 24, s. 60-68; Nuri Sağlam,
“Diyorlar ki” Muharriri, Çeşmeler Kâşifi, İstanbul Seyyahı: Ruşen Eşref Ünaydın, İstanbul, 2004;
Ruşen Eşref Ünaydın Arşivi, İstanbul, 1958