Sanatsal yapıbozumda aurası azalan: Bir itki olarak doğa

AYŞE NUR BİÇER
Abone Ol

Gehlen, yaşadığımız çağın yeni sürprizler getirmeyeceğini, artık eski yöntem ve prosedürleri tekrarlamak, eski konuları işlemekten başka bir şey yapamayacağımızı savunur. Tüm anlamlar, kelimeler işleve yenik düşmüş, günümüz üretiminin tamamı aslında çoktan klişeye dönmüştür ona göre.

Bir şeylerin devamlı yeni gibi algılanıyor olmasını ise modern insanın tarihsizleşmesi ile açıklar. Modern çağ sürekli yeni cahillerini büyütür ve onlara eski olanı belki yeni jelatinler giydirerek tekrar tekrar sunar. Çağımız insanının hafızası o kadar kötüdür ki bu tekrarların farkına varmaz, tarih bilinci taşıyan bir avuç topluluk ise sürekli dejavu hissi yaşar. Peki ilk insandan itibaren insanın içine doğduğu tabiat klişenin neresinde durur? Doğada kelimelere, heykellere ya da resimlere dökülmemiş tek bir zerre kalmış mıdır? Bunca yıldır doğadan bahseden herkes aslında aynı şeyden mi bahsetmiştir? Ya da bunlar ona klişe demek için yeterli sebepler midir?

Edip Cansever

Postmodern şiirde doğanın, siyasi çatışmaların, tarihin, modern yaşamın problemlerinin doğrudan anlatılması yerini dijitalleşen dünyada bireyin kendisini ve evreni nasıl tanımladığının anlatımına bırakır. Ve bu çizgi dışında kalan her şey kolayca “romantiklik” veya “lirizm” benzeri etiketlerle anılır. “Mesela bir mürekkep balığına, bir bahçe kapısının oymalı demir parmaklarına/ Saatlerce baktığım olurdu, orkideler satılan bir dükkânın/ Önündeki çiçek artıklarına” diyen Edip Cansever’in doğa karşısında her an duyduğu hayret bile günümüz sanatçıları tarafından kolayca, demode ve romantik olarak nitelendirilebilmektedir. Peki postmodern kalıplar içine girmeyen her şeyi bu şekilde etiketlemek ne kadar doğrudur? Walter Benjamin bir şeyin klişeleşmesi için önce onun aurasının azalması gerektiğine inanır ve ona göre sanayileşmenin bir sonucu olarak hayatımızda aura gün geçtikte azalmaktadır. Güzelliği ânı aşan bir şey görme hissiyatımız insan ırkı olarak neredeyse kaybolmuştur. Benjamin’in mekanik çağın görsel sanatlar üzerindeki etkisi hakkında geliştirdiği auranın azalması teorisini doğa ve şiir üzerinden ele alarak şu soruyu sorabiliriz: Doğa bir yeniden yaratım aracı olarak artık klişe midir?

Robert Lowell

Emerson’ın doğa felsefesinde her zerre evrenin küçük bir nüvesi olduğundan doğadaki her şey insana ait bir eylemi ya da duygu durumunu temsil eder. Bu anlayışa göre sanatçı, sonluda sonsuzu görünür kılma görevini üstlenerek doğanın üzerindeki tülü kaldırır ve insanı özsuyu ile yüz yüze bırakır. Emerson’ın meşhur sözü tüm bunların özeti gibidir: “Kim düşüncelere dalar da bir nehre bakıp her şeyin akmakta olduğunu anımsamaz?” Elbette onun doğa felsefesinde hazzı üretme gücü doğada değil, doğa ile insan uyumundan türeyen her şeydedir. Fakat insan da onun doğaya bakan yüzü de değişmiştir. Yunan mitolojisinde Posedion’un oğlu, rüzgâr tanrısı Ailos heybesinde dört rüzgâr taşır ve onu doğaya pay eder. Oysa günümüzde insan artık yelkeni şişirsin diye rüzgârı beklemez. Robert Lowell, Sylvia Plath gibi bazı isimler kendi sorgulamalarını doğayı arka planda bir sunak olarak kullanarak yapar. Hölderlin, Novalis, Berry, Schelegel gibi isimler için de benzer şeyleri söylemek mümkündür. Düşünür ve şairlerin bu bakışı doğanın tümünün aslında insan zihninin bir metaforu olduğunu gösterir. Bucolic adı verilen Yunan ve Roma pastoral şiirini yazan insanların bu şiirleri okuma yazma bilmeyen cahil çiftçiler için yazmadıkları herkesin malumudur. Onların yazıcıları da okuyucuları da zeki sanatçılar, bucolic şiirin ölçü ve formlarına hâkim hatta Atina ya da Roma da iyi dekore edilmiş evlerinde oturan bilinç düzeyi yüksek insanlardı. Bunlarla birlikte daha yakından bakıldığında görülür ki; doğanın bir biçimde eserlerine dâhil olduğu her sanatçı, doğadaki mükemmelliğin yalnızca insanla ilişkisiyle, onun zihninde kök salmış hâliyle ilgilenir. Bu da romantiklik olarak adlandırılamayacak kadar üst mertebeden bir algılamanın tezahürüdür.

Benjamin, klişelerin işlevselliğini dondurulmuş ve konservelenmiş besinlere benzetir. Tek kullanımlık, hazır ve tüketilmeye hazır olan her şeyin auradan yoksunluğu onları birer klişeye dönüştürür. Klişelerin bir dönemin yaratıcı deneyimleri olduğu varsayımına dayanarak bu günün birçok orijinal imgeleminin yarının potansiyel klişesine dönüşmesi kaçınılmazdır. Fakat sanatsal yapıbozumda klişeye düşen konu değil söyleyiş ve üsluptur. Yalnızca içeriğe bakılarak herhangi bir ürünün demode, romantik ya da klişe olarak nitelendirilmesi kör bir etiketlemeden başka bir şey olarak adlandırılamaz. Bu, sanatsal bakıştan oldukça uzaktır. Doğa aurası birileri için asla azalmayacak bir metafor olarak her an karşımızdadır. Belki burada aurası azalan ancak insan bilincidir, kim bilir? Sonuç olarak geldiğimiz noktada şunu söylememiz mümkün görünmektedir, Jamblikos’un dediği gibi: “Her imgeden çok daha mükemmel olanlar, imgeler yoluyla ifade edilenlerdir.”