Sanat bizi kurtarabilir mi?

ÖZKAN GÖZEL
Abone Ol

Adorno (ö. 1969) “Günümüzde sanat ve din üzerine tezler” (1945) başlıklı yazısında sanat ve din arasındaki dikotomik ayrışmanın geri döndürülemez olduğunu katiyetle ifade eder. Ne var ki düşünür ihtiyatı elden bırakmaz ve sürecin henüz bitmemiş olduğuna da aynı katiyetle dikkat çeker.

Adorno (ö. 1969) “Günümüzde sanat ve din üzerine tezler” (1945) başlıklı yazısında sanat ve din arasındaki dikotomik ayrışmanın geri döndürülemez olduğunu katiyetle ifade eder

Din ile sanat arasındaki Antikçağ’dan Ortaçağ’a uzanan birlik çoktan çözülmüş, Rönesans’la birlikte sanat kendine özerk bir alan açmaya başlamıştır. 19. asra gelindiğindeyse sanat artık Kilise’den, dolayısıyla da dinden tam olarak istiklalini elde etmiş özerk bir kurumdur.

Bilindiği üzere Kilise, Ortaçağ adı verilen zaman diliminde bütün toplumsal alanları kapsayan bir nüfuza sahipti. Elbet sanat da Kilise’nin kapsama alanı dâhilindeydi. Sanatkârın müstakil bir varlığı yoktu, Kilise’nin himayesinde ve yönlendiriciliğinde varlık gösterebiliyordu olsa olsa.

Sanatkâr esinini dinden, dinî temalardan almak durumundaydı her hâlükârda. Velhâsıl müstakil, bireysel bir varoluşu olmayan sanatkârın (zanaatkârın?) Kilise’nin kanatları altında faaliyet gösterdiği bu dönemde sanat (zanaat?) başat anlamda dinî karakterdeydi.

Bununla birlikte, sanatın Kilise’den uzaklaşıp ladinî bir kisveye bürünmesi onun her şeye rağmen belli bir tinselliğin hem taşıyıcısı hem de arayıcısı olmasına mâni olmamıştır, öylesine ki bu yeni durumda sanatkâr din-dışı tinsellik alanlarını keşfe yönelmekten geri durmamıştır.

Doğrusu, sanat faaliyeti insan tininin bir dışavurumudur, dolayısıyla sanat ve tinsellik neredeyse her zaman iç içe olmuştur. Bu bakımdan sanat, bugün Batı’da yerleşik din olan Hıristiyanlığın yanı sıra ve/veya Hıristiyanlığa rağmen belli bir tinselliğin temsilcisi olarak görülmelidir.

  • Dinden ayrışan sanat bugün kendi ladinî tinsellik formlarını üretmekte ve Batı dünyasında Kilise’ye sırtını dönen profanlaşmış hatırı sayılır bir kitlenin şu veya bu ölçüde tinsellik (dinsellik?) ihtiyacını karşılamaktadır. Sanat günümüz insanının din ihtiyacını tatmine kâfi midir gerçekten, diye sorulabilir elbet. Her hâlükârda sanat, bugün, yeni bir din edasıyla kendi tinsellik biçimlerini yaratmakta ve –sayıları mahdut da olsa– “bağlıları”na seslenmeye devam etmektedir.

Sartre (ö. 1980) kırklı yıllarda yaptığı tasnife göre Heidegger’i (ö. 1976) ateist varoluşçular cenahına yerleştiriyordu. Alman düşünürün buna itirazı gecikmeyecek ve mealen “Benim ateizmim Hıristiyanlıktan daha yakındır ilahi olana” diyecektir. İmdi, benzer bir mantık Adorno’nun yaklaşımında da iş başındadır. Ona göre, sanatın dinselliği yerleşik dinin vaz ettiği dinsellikten ne kadar uzaklaşırsa dinin aslına/hakikate o kadar yaklaşır.

Nitekim mezkûr yazıda kelimesi kelimesine şöyle der Yahudi düşünür: “Sanat ancak herhangi bir dinî iddiadan ya da dinî temalara herhangi bir temastan âdeta asketik biçimde imtina ederek dinle olan asıl yakınlığına ve hakikatle ilişkisine sadık kalabilir.” Bugün Batı’da tartışılan konulardan biri de “dinden sonra din”dir. İnsan dini bıraksa da, din insanı bırakmıyor demek ki. İnsan tin sahibi bir varlık oldukça, din varlığını şu veya bu form altında sürdürmeye devam edecektir.

Kendi içine düşmek
Nihayet

Peki bu yeni “din” yani sanat ne vaat ediyor bize? 19. asrın adamı Dostoyevski (ö. 1881) “Sanat dünyayı kurtaracak!” diyordu iyimser bir edayla. 20. asrın adamı Heidegger ise yaşadığımız teknolojik nihilizm çağında sanatta sadra şifa “kurtarıcı bir güç” vehmediyordu. Buna göre sanat Varlık’la olan bağı onaracak ve kavileştirecekti.

Gerçi Heidegger ölümünden sonra yayımlanan son röportajında aynı zamanda “Bizi ancak bir tanrı kurtarabilir!” dese de bu iki sözü birlikte-düşünerek uzlaştırmak mümkün görünmektedir: Peygamberlerin yerini sanatkârlar (bilhassa da şairler) alacak ve tanrı bu kez de dünyayı bu yolla kurtaracaktı! Hıristiyanlıktan ümidini tamamen kesen Heidegger sanatın, bilhassa da şiirin sağladığı tinselliğe sığınmış ve oradan –hiç olmazsa şahsı namına– “kurtarıcı bir güç” devşirmişti.

Nitekim düşünürün ölmeden önce mezarının başında dua ve/veya ilahi niyetine okunmak üzere şiirler (“Ekmek ve Şarap” vd.) seçtiği ve bu şiirlerin de orada okunduğu bilinmektedir.

Sanat “dinden sonraki din” olabilir belki kim bilir. Ne var ki bu dinin gündelik hayatı düzenleyecek, çekip çevirecek kuralları, buyrukları, ritüelleri ve bir ahlakı yoktur. Daha da önemlisi sarih bir itikadi çerçeveye sahip değildir hiçbir şekilde. Sanat Mutlağa işaret edebilir, Hakikat’ten imalar taşıyabilir, hatta bireysel bir uyanışa vesile olabilir. Sonra?

Sanat –bir başına sanat– insanı yarı yolda bırakacaktır ister istemez! Daha doğrusu, parlayan bir havai fişek gibi Yol’u işaret edecek ve sonra bir kenara çekiliverecektir. Sanat, Mutlağı veremez, buna mukabil onu şöyle bir duyumsatabilir, onu arama yönünde insanda metafizik bir istek uyandırabilir –ama hepsi bu.