"Şafak, gitmeden önce bu röportajın cevaplarını hazırlamış"

KÜBRA KURUALİ
Abone Ol

Hac üzerine bir dosya yapmaya karar verdiğimizde, kutsal toprakları çizen sanatçılar var mı, diye konuşurken merhum Şafak Tavkul’un vefatının ardından düzenlenen ve sanat hayatını bütün yönleri ile anlatan sergideki hac çizimlerini hatırladık. Eşi Çiğdem Tavkul ile Şafak Tavkul’un hac çizimleri üzerinden, hac hatıralarını konuşmak istedik. Açıkçası ne böyle bir hikâye bekliyorduk ne de Şafak Tavkul’un bazı sorularımıza cevap veren ses kayıtları bırakmış olmasını… Yani Şafak Tavkul çizimlerinin yanı sıra, el yazısıyla eskiz defterine aldığı notlar ve ses kayıtlarıyla da bize eşlik etti. Kendisini rahmetle selamlarken, sizi Çiğdem Tavkul ile yaptığımız sohbete davet ediyoruz.

Hacca gitmeye Şafak Bey ile birlikte mi karar verdiniz? O anı anlatır mısınız?

Şafak Tavkul ve Çiğdem Tavkul.

Biz çok genç evlendik. On ay sonra da oğlumuzu kucağımıza aldık. Şafak, oğlumuzun adını Ahmet koydu. Yirmi günlük lohusaydım, rüyamda Peygamber Efendimizi gördüm. Işıktan, nurdan bir tünelde beraber yürüyoruz. Yüzünü görmek istiyorum ama göremiyorum. Var biliyorum, bana tebessümle baktığını da biliyorum ama yüzünü göremiyorum, derinlik gibi… Bana sarıldığı için “Ellerini görebilirim!” diyorum, bakıyorum elleri var ama tenini göremiyorum. Rüya boyunca mutluluktan ağlıyorum. Muazzam bir duygu o, büyük bir coşku… Nur içinde yürümeye devam ederken arkamıza bakıyorum, sanki bütün müminler peşimizden geliyor. Hiç itiş kakış yok, usul usul… Yukarıdan bakıldığı zaman bana sarıldığı için tek bir nokta gibi görünüyoruz, bir olmuşuz Peygamberimizle. Arkadan gelen insanlar da biz rahatsız olmayalım diye arkamızda boşluk bırakmışlar, nun gibi. İşte o geceden sonra hayatım değişti.

Ve böyle bir rüyadan sonra Kâbe’ye gitmek istediniz…

''Selam olsun, en son Erol Olçok Arafat’ta dua etmişti. O da biliyordu hacca gitmeyi çok istediğimi.''

Evet, yıllarca… 1988 yılından bahsediyorum, oğlumuz dokuz aylık… O zamanlar hacca gitmek bu kadar kolay değildi. Bir vesileyle her yıl Türkiye’ye tatile gelen bir Arap hanımla tanıştım, ismi Necla idi. Onlar Kâbe’nin yakınında oturuyorlarmış. Abdussamed vardı o zamanlar, bir teybe onun kasetini koydu ve biz onun sesinden Kur’an dinledik. O an ben yine mutlaka Kâbe’ye gitmeliyim dedim. Necla bana sürekli “Biz orada oturuyoruz, gel beraber tavaf ederiz, namazlarımızı Kâbe’de kılıyoruz.” diyor. Ben sürekli hayal kuruyorum: Gidiyorum, orada Necla’yı buluyorum, birlikte Kâbe’deyiz. Öyle olmadı tabii…

Beni tanıyan herkes bilir, yıllarca her gidenin peşinden ağladım. Çok istediğim hâlde bir türlü nasip olmadı. Bir gün elime toplu büyük bir para geçti. Onu kenara koydum ve Şafak’a da “Buna dokunmayalım, bu hac parası!” dedim. Aradan zaman geçti, bir yakınımızın evine misafirliğe gittik. Hiç tadı yok, canı sıkkın. “N’oldu?” dedim. Israrım üzerine derdini söyledi. Birine iyilik etmiş (Allah ondan razı olsun, bunu hep yapardı), kefil olmuş ve borç bunun üzerine kalmış iyi mi. “Sıkma canını. Bende var, veririm. Fakat yedinci ayda ödersin.” dedim. “Tamam.” dedi. Çok sevindi. Fakat ödeyemedi. Aylar sonra, ıkına sıkıla, “Bana biraz daha zaman verir misin? Denkleştiremedim.” deyince, “Bu zaten hac paramdı. Bu yıl geçti. Hacca daha var nasılsa, sıkılma.” dedim. Dedim ama, borç benim oldu, ben sıkıldım. Hem de öyle sıkıldım ki, sanki görünmez eller omuzlarımdan bastırarak yerin dibine doğru bastırdı. Eve gelince hemen Kur’an’ı açtım. Bakara suresi 280. ayet çıktı karşıma, “Eğer borçlu zor durumdaysa genişliğe çıkıncaya kadar ona mühlet verin. Darda olan borçluya alacağınızı bütünüyle bağışlamanız ise, bir bilseniz, sizin için daha hayırlıdır.” Hemen telefon ettim. Çok gururlu bir insandı, çok dikkatli söylemem gerekiyordu. “Bir şey söyleyeceğim ve sonra hemen telefonu kapatacağım. Borcun yok.” dedim. O hac parası öyle değerlenmiş oldu. Onun da benim de üstümüzdeki ağırlık kalkmıştı. Allah rahmet eylesin, mekânı Cennet olsun. O da Allah’a döndü. İyilerdendi. Şahidim.

Bu olaydan sonra kaç sene beklediniz?

28…

Her hacca gidenin ardından ağladım. Geldiler, anlattılar, yine ağladım. Üzüntüden değil ama… Heyecandan, imrenmeden… Bu yüzden hacca giden herkes benim için dua ederdi. Beni arayıp “Şu an Arafat’tayım, senin için dua ettim. Âmin de.” derlerdi.

Selam olsun, en son Erol Olçok Arafat’ta dua etmişti. O da biliyordu hacca gitmeyi çok istediğimi. 2009 yılıydı yanlış hatırlamıyorsam, bana ve Şafak’a hacdan hediye getirmiş, “Senin için dua ettim, hacca git diye.” demişti. Çok mutlu oldum tabii… Aynı yıl Şafak’ın babası telefon etti ve Şafak’a “Hacca yazıldım, beni hacca sen götüreceksin. Seni de yazdırdım.” dedi. Fakat onlara 7 yıl hac çıkmadı. 2016 yılıydı. 15 Temmuz gecesi dostumuz Erol ve yavrusu Abdullah şehit oldu. Biz tabii derinden sarsıldık. İşte o yıl, Şafak’a ve babasına hac çıktı. Hazırlıklarını yapmaya başladılar.

Ne hissettiniz?

Çok mutlu oldum çünkü Şafak’ın babasını hacca götürüp ona orada hizmet etmesi çok kıymetli… Şafak için çok sevinmiştim. 15 Temmuz gecesi gördüklerim, duyduklarım, yaşadıklarım ve özellikle de Erol ve Abdullah’ın şehit edilmesi beni derinden sarsmıştı. Zor günler geçiriyordum. Çok zor günler… Bir arkadaşım, çok üzgünüm diye beni Boğaz’da çay içmeye götürdü. O sırada telefonuma bir mesaj geldi: “Beş dakika içinde pasaport bilgilerinizin kimlik bölümünü yollayın, hacca gidiyorsunuz.” Şarjım yüzde bir, dışarıdayım, pasaportum yanımda değil, böyle bir an... Hemen o son şarj ile e-mailime girdim, aramaya pasaport yazdım. Allah’tan pasaportumun kimlik bölümlerini birkaç yıl önce kendime e-maillemişim...

Birileri vesile oldu, Allah bana onlar aracılığıyla “Ben senin hacca gitmeyi ne kadar çok istediğini ne kadar çok sabrettiğini biliyorum. Hacca gitmek için paraya ihtiyacın yok.” dedi sanki. Daha çok şey dedi de bende kalsın. Yani bunu ben Allah’ın lütfu, hediyesi, olarak görüyorum.

Ve eşinizle aynı sene hacı oldunuz.

''Yirmi günlük lohusaydım, rüyamda Peygamber Efendimizi gördüm.''

Evet şükürler olsun.… Şafak da benimle beraber davet edilmişti. Yani Şafak’ın iki uçak bileti vardı. Hem benim uçağımda hem babasının. Şafak’la babasının uçağı benimkinden iki gün önceydi ve benim gidebilmem için kocamla giriş yapmam gerekiyordu. Şafak, “Babacığım sadece iki gün. Siz kafileyle berabersiniz, fakat ben olmazsam Çiğdem hacca gidemeyecek, bana müsaade edin, iki gün sonra yanınızdayım söz. Hacda sizinleyim.” dedi. Benim hacca gidip gitmeyeceğim kararı Şafak’ın kalbinde sıkıştı yani. Sonuç olarak Şafak bana kıyamadı.

İhrama evimde girdim. Arkadaşlarımız bizi uğurlamaya geldi. Gittik ve ilk selam tavafımızı Şafak’la el ele yaptık. Namazımızı kıldık. Sonra Şafak babasının yanına gitti. Ben kendi otelimde kaldım. Şafak babasıyla. Hac boyunca Şafak’la iki kere görüştük. Birinde yeşil ışığın altında buluştuk. Buluşmadan hemen önce o günü anlattığı bir ses kaydı var şöyle diyor “Az sonra yeşil ışığın altında çok iyi bir insanla buluşacağım.” Bir de şeytan taşladıktan sonra. Birlikte fotoğraf çektirdik. Hem havalimanında hacca giderken hem de hacı olduktan sonra birlikte fotoğrafımız var. Çok şükür.

30 sene göz yaşıyla bekledikten sonra Kâbe’yi ilk gördüğünüz an ne hissettiniz?

Yıllar önce Suriye’ye, Busra’daki Rahip Bahira Manastırı’na gitmiştik. Oradan ben Peygamberimizi görmüştür diye bir taş almıştım ama yerine de kalbimi bıraktım. Evime de öyle gelmiştim. Erol Olçok hacda bana dua edip dönünce ona bir mektup yazdım. Dedim ki, “Sen şimdi al bu taşı, Busra’ya götür, kalbimi geri getir. Kâbe’deyken göğsümde atsın.” Ondan sonra 2016’da Erol şehit olup, bize aynı yıl hac nasip olunca, orada ben sanki şehitlerle beraber tavaf etmiş gibi bir ruh hâli içindeydim. Ona yazdığım mektupta o taşı aldığım zamanki duyguyu anlatıyordum: “Kalbimde 99 atlı koştukça coşuyor, coştukça koşuyor.” Kâbe’de o duygunun aynısını yaşadım. İlk selam tavafında o kalabalık açıldı ve ben Kâbe’nin duvarına gittim, ellerimi Kâbe duvarına yapıştırdım. Cidde’de, bu parmak bastığımız cihaz var ya, orada aslında “Çiğdem Tavkul buraya resmi olarak giriş yaptı.” diyor. O hareketin aynısını Kâbe duvarında yapıyorsun sanki: “Geldim Allah’ım, geldim, giriş yaptım. Gel dedin, geldim.” Mıknatıs gibi seni çekiyor Kâbe, ona dokunmak istiyorsun. Değişik bir enerjisi var. O duyguyla giriş yaptım, bunu da Şafak’a anlatmıştım. Bunu da çizmiş. Sizinle paylaşacağım resimlerin hepsinin bir hikâyesi var tabi. Elbette hepsi anlatılmamalı, tenhada kalmalı bazıları. Saklanmalı.

Tüm arkadaşlarınızın Kâbe’ye gittiğini ve sizin için dua ettiğini anlattınız. Onların deneyim ve tavsiyelerini dinleyerek çıktığınız hac yolculuğunuzda “Bana anlatılana hiç benzemiyor.” dediğiniz şeyler oldu mu?

Arkadaşlarım, Allah’ı sevişimi severler ve yıllarca da beklediğim için, “Senin haccın ne güzel olur!” deyip beni de havaya soktular. Arkadaşlarım bana tavaflarda şunu okuyacaksın, Arafat’ta bunu okuyacaksın, zemzem içerken bunu, şunu yaparken bunu okuyacaksın diye kitapçıklar, risaleler verdiler. Neredeyse bir valiz kitapla gittim. Aman yanlış bir şey yapmayayım, haccı hakkıyla yerine getireyim diye… Ödüm patlıyordu bir yanlış yapacağım diye... Babam disiplinli bir adamdı, annem de titiz bir kadın. Çocukluğumda evde hiç şımarıklık yapamadım. Çok genç evlendim, hemen anne oldum, bu sefer bana şımarıldı, ben yine şımaramadım. Ben hayatımda ilk kez Rabbimin “Evim” dediği yerde -haşa ev sahibi olmaktan da münezzehtirbir şımardım, bir şımardım. Gerçekten kendimi evimde gibi hissettiğim ilk yerdi orası. Sonra o duygu ben de hep kaldı…

Şımardım ilginç bir ifade. Nasıl bir ruh hâliyle neler yaptınız, anlatır mısınız?

''Arkadaşlarım, Allah’ı sevişimi severler ve yıllarca da beklediğim için, 'Senin haccın ne güzel olur!' deyip beni de havaya soktular.''

Birincisi, okumaya çalışıyordum ya bana verdikleri duaları, baktım ki dönüşümü kaçırıyorum. Dönüş değil, dönüşüm! Oraya dönüşmeye gittim ya artık, kendime dönüşü, özüme dönüşü, şahdamarımdan da yakına dönüşü kaçırıyorum. Fakat baktım ki arkadaşlarımın verdiği dua kitaplarını okumaya dönüşümü kaçırıyorum, koydum kitabı cebime, bildiğim duaları ederek tavaf ettim. Daha sonra ne gördüm biliyor musun Kübra, o ettiğim duaların hepsi ayetmiş. Hani ihrama girdiğinde ölüyorsun ya aslında, ölüm provası gibi… “Ol” diyor, oluyorsun işte. Yalnız bu söylediğim bilgi değil, bu benim bugün anladığım. Belki yarın değişecek, bilmiyorum. Orada Allah söyletiyor zaten, sen kendin söyledim zannediyorsun ama senin yaptığın şey, istemek. İstemek, senin gücün yani. Hani onların hepsi sanki sana yüklenmiş, var onlar sende, sen sadece sendekini bulacaksın, sendekini keşfedeceksin. Ama önce bulmayı isteyeceksin. Ben orada uçan melekler, kelebekler gibi olacağım zannediyordum. Beni öyle bir beklenti içine soktu arkadaşlarım. Öyle bir şey olmadı! Şımarıklık da işte hoplaya, zıplaya sevinçten… Çocuk gibi, evimde gibi… O koşmaca hâli… Hiç ağır değil, filmlerdeki gibi ağırbaşlı da değil. O kadar sevinç dolusun ki, o kadar oraya aitsin ki, bir o kadar herkes gibisin ki, yani oradaki herkesle o kadar birsin ki...

İyi ki de ayrı düştük Şafak’la... Herkes kendine dönüştü orada. Ama Şafak’ın da benden beklentisi herhâlde oydu. Hani o şımarıklığı açar mısın dedin ya, bir şey oldu orada. Herkes sırılsıklam ter içinde, tıkış tıkış. O kadar kalabalık ki zor adım atıyorsun. Bu hâlde tavaf ederken ayak parmaklarımın arasına bir şey sıkıştı. Ayağımı seke seke havaya kaldırıp parmaklarımın arasına sıkışan şeyi aldım. Baktım ki ipi kopmuş bir tespih boncuğu. Ben haccımı tamamlayana kadar, veda tavafı da dâhil, bu şekilde 99 tane tespih boncuğu sıkıştı parmaklarımın arasına. Orada tavaf etmiş insanların tespihlerinden düşen boncuklar… Kim bilir ne zikirler çekildi onlarla… O boncukları topladım.

Herkes alışverişe gidip dönüşte hediye etmek için tespih satın alır ya ben o “tavaf etmiş tespih boncuklarını” hediye ettim arkadaşlarıma. O boncuklardan hâlâ 3 tane var: Biri kızım için, biri oğlum için, biri de kim için bilmiyorum. Bak burada Şafak’ın çizdiği ayaklar var, yerdekiler de tespih boncukları. Şafak beni böyle hayal ediyordu, Kâbe’de. Yani Şafak daha çok beni ve benim haccımı çizdi.

Peki kendi haccından hangi hikâyeleri çizdi? Size en çok ne anlatırdı?

En çok fakir görünümlü bir adamdan bahsederdi. Bu da onun resmi. Şafak, fakir görünen bir adama ihtiyaçlarını karşılasın diye para vermiş. Adam kabul etmemiş “İhtiyacım yok başkasına ver.” demiş. Bundan çok etkilenmişti.

Hatta babasına da demiş: “Bakın ne kadar zengin, işte gerçek zenginlik.” Defterine de yazmış bu adamı…

Otobüsle giderken yol kenarında hurma ağaçları görmüş. Hep anlatırdı hayret içinde. Defalarca dinledim o hurma ağaçlarını. Hurma ağaçlarından detaylar çizmiş, onları anlatırdı. Aynı ayette yazdığı gibi, söylediği gibi, o hurma ağaçlarını Şafak görmüş. Ses kayıtlarında bir kadından da bahsediyor. Ve o kalabalıkta onu çağırıp otobüse bindirdiğini söylüyor. Mesela uzaktan Kâbe’yi, oradaki insanları gözlemliyor.

''Kâbe’nin kedileri çok enteresan, zayıf, cılız kediler.''

Yukarıdan baktığınız zaman, farklı topluluklar bir ebru deseni gibi, kafileler kaybolmasın diye aynı renk giyiniyorlar ya, renk renk, cıvıl cıvıl… Renkler böyle ahenk içinde dönüyor Kâbe’nin etrafında, bir galaksi gibi. O kadar güzel ki… Ve orada “Sizi birbirinizle tanışasınız diye topluluklar ve kavimler hâline getirdik.” Hucurât Suresi 13. ayetin resmini görüyorsun. Ben bunu fark ettiğimde “Allah’ım ben tanıştım.” dedim. Bu müthiş, çok güzel, muazzam...

Yukarıdan bunu gördükten sonra aşağıda tavafta, namazda, Kâbe’nin dışında, otele giderken, otelde, yolda, çarşıda, yemek yerken görüp tanıyorsun o insanları… Bir tanışıklık var, yani bilmeler var, aranızda irtibat var. Böyle sarıldım, fotoğrafımızı çektim. Farklı farklı ülkelerden, farklı farklı kadınlarla yanak yanağa fotoğraflarım var. “Allah’ım tanıştım, kaynaştım.” diyor, o ayetin yanına da “Bu da tamam!” deyip çek atıyorsun. Bunu da Şafak’la paylaşmıştım. Şafak’ın da hoşuna gitti. O da yaptı aynı şeyi, o da tanıştı, kaynaştı. Hatta bak burada farklı suretlerden resimler çizmiş. Bunlar sadece birkaçı…

Bak Kâbe’nin kedilerini de çizmiş. Çünkü Kâbe’nin kedileri çok enteresan, zayıf, cılız kediler. Onlardan da bahsediyor ses kayıtlarında. Onlar çok dikkat çekiciydi, gerçekten benim de dikkatimi çekmişti. Ama çok hoşuna giden bir resmi göstereceğim şimdi, bak yaşlısını hac ettiren bir adam.

Bak Kâbe’nin kedilerini de çizmiş. Çünkü Kâbe’nin kedileri çok enteresan, zayıf, cılız kediler. Onlardan da bahsediyor ses kayıtlarında. Onlar çok dikkat çekiciydi, gerçekten benim de dikkatimi çekmişti. Ama çok hoşuna giden bir resmi göstereceğim şimdi, bak yaşlısını hac ettiren bir adam.

Peki, sonrasında, birlikte haccetseydik nasıl olurdu, diye konuştunuz mu?

Evet, aynı zamanda hacda olduğumuz hâlde selam tavafı dışında birlikte tavaf etmedik. Herkes kendi şeytanını taşladı. Herkes kendi kurbanını kesti. Herkes kendi namazını kıldı.

Ben ondan iki gün önce döndüm eve. Doğrusunu istersen Kübra, sanki sana iki ayrı hac anlatıyorum gibi ama öyle değil aslında bu tek bir hikâye. Döndükten sonra da bir rüya gördüm. Rüyamda Kâbe’deydim. İğne atsan yere düşmez bir kalabalıkta, Şafak arkamdan iki omzumdan sıkı sıkı tutmuş, tavaf ediyoruz. Böyle uyandım, Birkaç saniye sonra sabah ezanı okundu. O esnada döndüm ve Şafak’a baktım. O esnada Şafak da uyandı, “Bir rüya gördüm!” dedi. “Sen önümdesin, arkandan omuzlarını tutmuşum, Kâbe’de beraber tavaf ediyoruz.” Bak şimdi tavaf eden beden mi, ruh mu bilmiyoruz ki! Ruh ile beden ayrı mıdır, bir midir? Biz burada yataktayken orada tavaf eden kimdi? Aynı anda ben de aynısını görüyorum, o da aynısını görüyor. Ve Şafak bunu da çizdi.

Şafak bu röportajın cevaplarını bile hazırlamış gitmeden. Sorduğun sorulara cevap niteliğindeki bazı ses kayıtlarını buldum.

Ne kadar güzel. Çok şanslıyım röportajı hem sizinle hem de Şafak Tavkul ile yapıyorum. Hac deyince hemen hepimizin zihninde ilk olarak tavaf canlanır. Anlattıklarınızda ya da çizimlerde henüz bu ilk imajı görmedik.

Benim hac imajım say oldu. Hacer olmaya gidiyorsun orada aslında. Ben bunu Şafak’a da anlatmıştım, o da çizmişti. Orada suyu bulduğumda sanki Hz. İsmail ve Hz. Hacer’e içiyordum. Yerde mermerler var ya onlar kayboldu. Safa ile Merve vardı sadece. Ve koşturuyorsun, su arıyorsun. Arada bir bakıyorsun, çocuk orada duruyor mu diye. Varıp suyu buluyorsun.

İşte o suyla ilgili Şafak, vefatından birkaç gün önce, kendisini kayda aldığımda şöyle söyledi, birebir onun cümleleriyle okuyacağım: “Umut lazım. Hepimize umut lazım. Umut deyince aklıma ilk gelen Hazreti Hacer. Kimin aklına gelir çölde su aramak! Çöl orası, su olmaz ki! Ama Allah’a güveniyor. Suyu, bulacağım, diyor. Sağa sola koşturuyor. Çölün ortasında dünyanın en şifalı suyunu buluyor. Bizim buna ihtiyacımız var; Allah’a güvenmeye ve umuda ihtiyacımız var. Allah ümitsizleri sevmez. Ümit edeceğiz, hep ümit edeceğiz. Güveneceğiz. Gerçekten inanarak güveneceğiz. İman edenlerin iman etmesi bu belki de.

Eyvallah. Çölün ortasında dünyanın en şifalı suyu. Sizi de o suyu içerken çizmiş.

Bu çizim de o yüzden çok önemli. Yani, o su mudur, içen sen misindir gibi şeyler yaşıyorum. Zaman duruyor, mekânda ise herkes bir oluyor ama ayrıca o birdeki herkes biricik. Olan biteni dışarıdan seyrediyorsun. Zaman yok oluyor da, bütün bunlar zamansızlıkta oluyor sanki. Şöyle bir şey yazmış kendi el yazısıyla: “Hac öncelikle yola çıkmakmış. Hatalardan, günahlardan arınmak için bir yola çıkış. Yolu bulmak, tövbe etmek, pişmanlıkla hataları tekrar etmemek, haccı tamamlamak, temizlenip yepyeni bir sayfa açıp yeni bir hayata başlamak… Bütün bunlar için önce bir yol bulmak gerek.”

Şimdi sana Şafak’ın 2016 senesindeki defterinin ilk sayfasını göstereceğim. Şöyle yazıyor: “Zamanımın azaldığını hissediyorum. Bir an önce üretebildiğim kadar üretmeliyim. Kendim için değil.” Gerçekten de çok üretti ve gerçekten de kendisi için değildi ürettikleri. Bu defterde bu mesajın ardından hac çizimleri başlıyor.

Hac dönüşü, Şafak ile Harun Tan, hac sergisini konuşmuşlar. Harun tasarımları yapmış, sağ olsun. Hac sergisi çalışmışlar yani. E-maillerini gördüm. Fakat hac sergisi yapılmadı. Hac sergisi yapılacaklar listesinde ilk sıralarda yer alıyor.

Ne güzel bir haber, heyecanla bekliyoruz.

Bu defterde nottan hemen sonra hac çizimleri var, sonra da yazıları… Şöyle yazmış: “Uçak alçalırken sadece kafalar görünür ama inerken manzara birden değişiverir. Cidde Havaalanı’nda uzun bekleyiş, acelesi olmayan pasaport memurları, bozuk parmak içi makineleri… Hac meşakkatle başladı. Anlatmaya değmeyecek bir sürü problemi aşarak Mekke’ye yollandık.” Ondan sonra bizi çizmiş. İlk tavafımız ama karikatür şeklinde. Şafak hiç ağlamazdı, ilk kez orada ağladığını gördüm sevinçten. Selam olsun ona, bak ne yazmış: “İşte selam tavafı için yola koyulduk. İlk giriş çok önemli. Alt kata almadılar çok kalabalıkmış, üst kata çıktık. İkindi namazından sonra zemin kata indik. İnsan evladından böyle bir ses çıkar mı? Çıkıyormuş. Ardından hüngür hüngür ağlamak… Bu hâl nasıl bir şey anlatamam. Bunun gerçek olduğuna inanıyorum artık.”

Arafat vakfesini de yazmış: “O nasıl bir şeydir, Müzdelife’den Mina’ya yürümek… Bir taşa oturup Mina’ya gelenleri seyrediyorum, arkası kesilmeyen bir insan nehri.” Benim rüyamda gördüğüm şeyi tarif etmiş burada, insan nehri, arkası kesilmiyor ve gelenler müminler. “Şeytan taşlamaya gidiyoruz. Herkes birbiriyle uğraşmaya başlıyor.” diyor.

Bak Kübra, parmağında zihgir var. Biliyorsun Şafak Türk okçuluğuna çok emek harcadı. Şuna işaret etmek istiyorum, Şafak’ın orada elinin fotoğrafı var ve başparmağında zihgir var. “Ya Hak!” diye ok atarlar. Enfal suresinde ne der: “Sen attın ama hedefe Allah ulaştırdı.” Orada da elinde taş var. Bu, o kadar anlamlı bir fotoğraf ki aslında. Buna “euzu besmele” fotoğrafı diyorum. Besmelede racim kelimesi geçiyor bak. Dilimize bunu çevirdiğimizde taş kelimesi yok. Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım. Hacdaki o şeytan taşlama euzu besmele. Taşlanarak kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım. Rahman ve rahim olan, bağışlayan, esirgeyen Allah’ın adıyla. Recm ediyoruz, recme gidiyoruz biz oraya aslında. Şeytanımızı taşlıyoruz, orada, şeytan kovuyoruz. Ve her euzu besmele çektiğimizde bunu yaptığımızı fark etmiyoruz. O şeytan taşlama aslında euzu besmele çekmek. Hacdan sonraki yeni hayata başlarken çekilen besmele… Bu benim okumam tabii, başkaları böyle mi okuyor bilmiyorum. Şafak’ın bu fotoğrafta şeytan taşlarken elinin euzu besmele çektiğini görüyorum. Şeytanı taşlayarak kovduğunu…

Şafak Tavkul çok yönlü bir sanatçı olarak pek çok alanda ürettiği eserlerle hepimizin hayatında iz bıraktı. Henüz sergilenmemiş pek çok çizimiyle hatta konumuzla alakalı çok sayıda ses kaydı ile da iz bırakmaya devam ediyor. Bu vesilesiyle onu yeniden rahmetle anmış olduk. Birlikte yaptığınız bu kutsal yolculuğu bizimle paylaştığınız ve şartlar ne olursa olsun, üreterek bize örnek olduğunuz için çok teşekkür ediyorum.

''Yukarıdan baktığınız zaman, farklı topluluklar bir ebru deseni gibi, kafileler kaybolmasın diye aynı renk giyiniyorlar ya, renk renk, cıvıl cıvıl… Renkler böyle ahenk içinde dönüyor Kâbe’nin etrafında, bir galaksi gibi. O kadar güzel ki…''

Çok mutlu oldum. Arkada güzel izler, eserler bırakınca hiçbir şey heba olmuyor. Şafak, rüyalarında kendini havada duran bir taşın üzerinden, bir ayağını hafifçe yere vurarak yükselip uçarken gördüğünü anlatıyordu. Vefatından birkaç gün önce Kudüs’e gitme planı yaptık. Mescid-i Aksa’da namaz kılmaya niyet ettik. Birkaç gün sonra Şafak Allah’a döndü. Dönüşümüz elbet Allah’adır. İnsanlar ölüm kelimesini kullanmakta zorlanıyor, o yüzden “Eşinizi kaybetmişsiniz.” diyor. Aslında “Eşiniz gayb olmuş” demek istiyorlar. Allah; sana şah damarından da yakınım, sen neredeysen ben ordayım diyor. Şah damarımdan da yakınımdaysa, ben neredeysem oradaysa, Şafak da Allah’a döndüyse, Şafak nerede? Ruhu şâd olsun.