Safahat boykotunu kaçımız biliyor?
İki veya üç kuşak geçmeden tarih karanlık bir labirente dönüşüyor. Gençler yakın tarihi yeterince tanımıyor, ancak bunun sorumlusu da yaşlı kuşak. Herkesin dizileri ve alışverişleri var. Hatırlamayı unutmak bütün görüşlerin ortak faaliyeti sanki
Birileri hiç hatırlamayacak, birileri yanlış hatırlayacak olsa bile yazıyorsak mutlak bir yalnızlığa katlanamadığımız için değil, sadece yazarak öğrendiğimiz, yazmayı sürdürerek hatırlamayı umduğumuz için de… “Yazar yalnızdır, eski ve yeni sınıflarca terk edilmiştir” diyor Barthes ve ekliyor: “Mutlak yalıtılmış olsa bile edebiyat onun sesidir.”
Sıklıkla atıfta bulunduğumuz, öyle ki sanki hâlâ aramızda, yanı başımızdaymış gibi gelen sanatçılar, yazar ve şairler var gerçi, bu kişilikler arasında ilk akla gelenlerden biri de Mehmet Akif.
Gelgelelim sembolleşmiş konuların ötesine nadiren geçiyoruz Safahat’ın Şairi’nden söz ettiğimizde de. Ahmet Özalp’in, Aklı Kamaştıran Belagat Kasırgası-Safahat’ın Yankıları (1911-1924) isimli kitabını okurken düşündüm bunları.
Safahat’ın ilk kitabının 1911’deki yayınını takiben egemen edebiyat çevresi tarafından nasıl da boykota uğradığını ortaya koyan sürükleyici bir çalışma gerçekleştirmiş Özalp.
Yeni Devir yıllarından beri tanıdığım Ahmet Özalp kıymetli bir dost olmasının yanı sıra metinleriyle her zaman ufkumu açan bir yazar. Ele aldığı konuda duyduğu coşku gibi tek bir cümle için gösterdiği titizlikle de örnek bir edebiyat araştırmacısı. Üzerine çalıştığı metni bir bilgisayar kazasında kaybettiği günlerde eski gazete arşivlerinde dolaşırken Celal Sahir’in “Safahat Hakkında” başlıklı yazısına rastladığını anlatıyor kitabın sunuşunda.
Bu yazı ise onu Celal Sahir’in Safahat üzerine olumlu ifadelerini eleştirdiği Hamdullah Suphi’nin yazısına götürüyor. Her iki yazının geniş bir tartışmanın parçaları olduğunu fark edip de tartışmaya dâhil olan yazıları okudukça Safahat’ın dönemin egemen edebiyat çevresinde nasıl da yok sayıldığı gerçeğiyle karşı karşıya kalıyor.
“Akif bu çevrenin hor gördüğü, adam yerine bile koymadığı mollalar arasında kalma şartıyla her şey yapabilirdi, vaazlar verebilir, dinî yazılar, hikâyeler, didaktik manzumeler yazabilirdi ama egemenlik alanlarına Müslüman kimlikli bir şair olarak girmeye asla kalkışamazdı. Bu keskin tavır, sık sık gündeme getirilen Fikret-Akif karşıtlığı bağlamında kendini açıkça gösteriyordu” diye belirtiyor Özalp.
Bu tespitlerinin ardından araştırmasını Safahat’ın diğer kitaplarını da kapsayacak şekilde genişletiyor yazarımız. Eşref Edip ve Hasan Basri Çantay’ın bibliyografik bilgiler içeren kitapları, önemini özellikle vurguladığı Fatih Andı’nın “Safahat-Birinci Kitap’ın Devrinde Uyandırdığı Akisler” başlıklı makalesi... Daha önce başladığı İstiklal Mahkemeleri Kayıtları üzerine çalışmasını bir kenara bırakıp araştırmayı sürdürüyor.
Başlığı Cenap Şahabettin’in tartışmaya katıldığı yazısından esinle konulan eser “tarihimizin sancılı bir döneminin edebiyata nasıl yansıdığını ortaya koyan bir kitap olarak” on ay içinde tamamlanıyor.
Sunuşun hemen ardından Özalp’in başlangıçta atıfta bulunduğu iki yazıyı okudum hemen. Celal Sahir, Özalp’in düştüğü şerhte de ifade ettiği gibi sanatta hiçbir gaye ve kaygının olamayacağı inancına sahip, Türkçülük ve Turancılık akımı içinde yer almış bir şair.
Akif’i “manzum hikâyeci” olarak gördüğünden, Safahat’ın yayınından bir yıl sonra Fuat Köprülü ile birlikte hazırladıkları kıraat kitabına tek bir örnek almamıştı bu eserden.
Servetifünun’da yayımlanan yazısıyla Mehmet Akif’in şiirini önemsediği için Hamdullah Suphi’ye yönelttiği eleştiriler Akif’e boykot uygulayan edebiyat çevresinin düşüncelerinin bir toplamı: “Bayat köhne fikirler, İslami içerik, asalet ve seçkinlikten yoksunluk…” Hiç yabancı gelmiyor değil mi? Bu yazıyı takiben şiddet kazanan polemik içerik açısından bir yerde tıkandığı için ağırlıklı olarak kişilikler üzerinden sürdürülüyor.
Sebilürreşad ailesi dışında Safahat’la ilgili yayımlanan ilk yazı Raif Necdet (1881-1936) imzasını taşıyor. Raif Necdet Servetifünun dönemi şair ve yazarlarının savunduğu “Sanat sanat içindir” anlayışına şiddetle karşı çıkan bir yazar. Bu itibarla da Resimli Kitap dergisinin Nisan 1911 tarihli 29. sayısında “Musahabe-i Edebiye” başlığı altında yayımlanan yazısıyla Safahat’a dönük sessizliği kırıyor.
Safahat’ı “halka seslenmesi, öykülemedeki ustalığı, dilinin yalınlığı açısından” övgüye değer bulsa bile sanatsal değerden yoksun gördüğünü de vurguluyor yazısında ve böylelikle Akif’in şairliğini tartışmaya açmış oluyor.
Gerçi bu yazıyı ileride Hayat-ı Edebiye isimli kitabına aldığında Akif’in şairliği üzerine olumlu görüşlerini öne çıkartacaktır.
Gelgelelim 30’lu yıllarda Akif’te nazımın şairliğine galip geldiğine dair ilk düşüncesine geri dönüyor. Buna karşılık aynı dönemde Haluk’un Defteri’ne dönük övgüleri, bu kitabın biçimsel özellikler itibarıyla Safahat’la benzerliği dikkate alındığında samimiyetten uzak, daha ziyade ideolojik bir tercihle ilgili görünüyor.
Yazacak ne çok şey çıkıyor Aklı Kamaştıran Belagat Kasırgası-Safahat’ın Yankıları’nı okurken; özetleyerek geçmeliyim. Raif Necdet’in yazısına ilk tepki Mithat Cemal’den geliyor. Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biri olan Üç İstanbul’un başkahramanının Mehmet Akif olduğu hesaba katıldığında Mithat Cemal’in yazısının içeriğini tahmin etmek zor olmasa gerek.
21 Haziran 1911 tarihli Tanin’de (o tarihlerde gazete kapatıldığından yerine çıkan Senin’in ilk sayısında) yayımlanan “Safahat hakkında” başlıklı yazı Özalp’e göre peşrev niteliğindedir.
Mithat Cemal, Raif Necdet’in yazısında yer alan Safahat’a yönelik “Avama hitap edecek şekilde süslü, millî ve içtimai bir mana ile donatılmış ve yüksek seviyeli okurların tat alamayacağı, hikâye yolunda manzumeler içeren bir eser” olduğu şeklindeki yargıların “bağlantı zincirinden” yoksunlukları nedeniyle laftan ibaret olduğunu öne sürüyor ve hemen ardından yazarın Hüseyin Rahmi’nin “avama yönelik” edebî diliyle Akif’in dili arasındaki farkı gösterememesinin boşluğunun altını çiziyor.
Raif Necdet bu yazıyı fark eder etmez gecikmeli olarak çıkan Resimli Kitap dergisi için yazdığı yazıya Mithat Cemal’in yazısına ilişkin teessüflerini dile getirdiği bir bölüm ekliyor. Mithat Cemal’in bu teessüf yazısına cevaben yayımladığı yazıları Hamdullah Suphi’nin “Büyük Şairler Zamanlarının Peygamberleri Gibidir” başlıklı yazısı takip ediyor.
“Bütün Fecriaticiler gibi ‘Sanat şahsi ve muhteremdir’ anlayışını benimsese de Hamdullah Suphi’nin vicdanı içinde bulunduğu çevrenin boykotuna ancak üç ay dayanabilmiştir” diye belirtiyor Özalp.
“Yayını başlı başına mutluluk verici bir olay olduğu hâlde hak ettiği övgü velvelesini koparmakta geciktiği bir kitap, benliğimizi bize gösteren farklı bir edebiyat anlayışı, şiir diliyle öyküleme, halk arasında dolaşan şair, milli edebiyatın müjdeleyicisi, Akif’in şan ve şerefini yükseltecek bir kide…” Hamdullah Suphi bu sözlerine ilaveten Safahat’a boykot uygulayan çevrelere sert göndermeler yapıyor.
Yazısı ortak bir mutabakatla sürdürülen sessizliği kırarak “surda bir gedik açtığı için” büyük bir tepkiyle karşılanıyor ve “bir sapma, bir itizal” şeklinde olumsuz nitelemelerle konuşuluyor. Bu kadarla kalmıyor tabii Safahat’a uygulanan ambargonun tartışması... Sessizlikle karşılamanın bazen nasıl da yıkıcı bir muamele olabildiğini düşündürüyor metinler arka arkaya okurken.
Süleyman Nazif, İskeçeli Mehmet Sıtkı... 1919’dan 1922’ye kadar süren bir suskunluğun ardından Yakup Kadri “Akif Ümmetçi ve Şeriatçı Bir Şairdir” başlığıyla bir yazı kaleme alıyor. Besbelli dindarlığı farklı yorumlayıp bağnazlıkla bir tutan Yakup Kadri, Akif’in ümmetçiliği ve şeriatçılığını ise övgüye değer buluyor.
Özalp’e göre böyle bir yazı kendine haslığını yazarın henüz bir angajmanlık evresine girmemesine borçludur. Yakup Kadri’nin yazısını takip eden suskunluk yıllarının ardından 1924’te Cenap Şahabettin “Ondan bahse kalkışmak benim için bir cürettir” diye şerh koyarak Akif üzerine yazılmış en güzel yazıyı kaleme alıyor. Bu yazıyı herkes okusa keşke!
Cenap Şahabettin’in ”Safahat Mübdii” başlıklı bu yazıyla hiç kimseye göndermede bulunmadan bütün eleştirileri en “susturucu” şekilde cevaplandırdığı söylenebilir.
Mithat Cemal’in ikna edici söz veya söylem üzerine dile getirdiği bir nitelikten söz ettim yukarıda: “Bağlantı zincirine sahiplik veya yoksunluk.” Malik Bin Nebi de “Düşünceler”de tabii ve hareketli, yapıcı bir kültürel ortamla bağlantılar oluşturma dinamiği arasındaki zorunlu ilişkinin altını çiziyordu. Bağlantılar sağlam ve geliştirici bir eleştiri için elzem, suskunluk ise tersine karşıtını imhaya dönük en ucuz yöntem.
Safahat’ın uğradığı boykottan bu yana geçen bir yüzyılda daha insaflı ve yapıcı bir kültürel ortama sahip olabildiğimizi söyleyebilsek keşke! Sahi, benzeri siyasal mevzilere sahip olmadığı hâlde kim kimin eserine layıkıyla kıymet veriyor.
Sessizliğin yerini sesi ve sözü boğmaya dönük kuru gürültü zincirleri aldı geçen zaman içinde. Mehtap Toruntay’la konuşmuştuk bu konularda yaz sonunda. Hemen ardından Mehtap sosyal medyada dile getirdiği bir eleştiri nedeniyle linçe maruz kalıp hesabını dondurmak zorunda kaldı.
Gerçekte ne söylemişti, meramı neydi, aslında neler düşünüyor; kuru gürültü işte bu soruları işitilmez hâle getiriyor. Bağlantılar kurmak zihinsel bir çaba meselesi, çabucak unutmak ise zihin tembelliğinin tesellisi gibi.
Sık sık dile gelen şöyle bir şikâyet var: “Biz ne arada böyle bir toplum olduk!” Geçmişimiz, içtenlikli çabalar olmadan öğrenemeyeceğimiz kadar derinlerinde arşivlerin, üstelik kurtarıldığı kadarıyla.
Ahmet Özalp’e Safahat üzerine tartışmaları önümüze getirerek yeterince bilmediğimiz bir konuda zihnimizi aydınlattığı için ne kadar teşekkür etsek az.