Romantiklerin doğayı keşfi
“Kapitalizmin ruhu” hakimiyet alanını artırırken, hayatın her alanıtekdüzeleşirken, buna çıkan sanatçılar çıktı ortaya: romantikler. Onlar dünyaya sadece sefalet getirmiş olan moderniteden kurtulmak içingeçmişe ve doğaya dönülmesi gerektiğini savunuyorlardı
Fransız Devrimi… 1789’da Fransa’da sadece siyasi yapı değişmedi, siyasi yapılanma ile kuşkusuz organik bağ içerisinde olan toplumsal yapılanma ve dolayısıyla pek çok kurum da etkilendi. Üstelik sadece Fransa’da değil, Avrupa’nın da sınırlarını aşacak şekilde tüm dünyada...
Artık yeni idealler konuşuluyordu: özgürlük, eşitlik ve kardeşlik. Aristokrasinin düşüşüyle yeni bir sınıfın, yani burjuvazinin de doğuşuna tanıklık ediyordu dünya. Sanayileşme, mekanikleşme, modern dünyanın her şeyi kategorize etme ve bir düzene sokma takıntısı sanatçıları da etkiliyor; onlar da kendilerini bu yeni düzene ait hissetmediklerinden kaçmanın yollarını arıyorlardı.
Sanatçılar sadece büyüsü bozulan ve tüm ilişkileri mekanik hâle getiren bu yeni düzenden şikâyetçi değildiler. Onlar hayal gücünün ölmesinden, hayatın her alanına hâkim olan tekdüzelikten, soyut aklın yüceltilmesinden de şikâyetçiydiler. Sanatçıların özgürlük alanlarını kısıtlayan ve yaratıcılık anlamında kollarını kanatlarını kıran en büyük yıkımlardan biri finansal desteklerini kaybetmeleri, yani bir anlamda onlara güven ve özgürlük sağlayan alanın daralması oldu. Daha önceden aristokrasiden destek gören, belirli ailelerden mali destek alan sanatçılar zamanla serbest piyasanın kucağına itildiler. Peki bu ne demek?
Sanatçıların sadece sanatlarıyla ilgilenmesinin giderek daha da zor hâle gelmesi demek. Bazı kimselerin himayesi altında sanatını icra etmenin konforundan vazgeçmek zorunda kalan sanatçılar, bu anlamda cendereye sıkışmış oldular. Finansal anlamda kendini güvende hissetmedikleri için de giderek kendilerini toplumdan dışlanmış hissettiler; toplumsal hayat içerisinde hissettikleri güven ve idiyet duygularının kırılmasıyla yalnızlık, yabancılaşma duyguları ayyuka çıktı.
Modern hayat deyince aklımıza ilk gelenlerden biri zaman kavramının değişmesidir. O dönemde yaşayan sanatçıların en çok yadırgadığı ve kendilerini içinde yaşadıkları toplumda yalnız ve bir anlamda yabancılaşmış hissettiren şey gündelik hayatın net bir şekilde düzenlenmesi ve hatta hafta sonu kavramının hayatlarına girmesidir. Hayatlarında hiç çalışmamış aristokrasinin ve onunla doğrudan bağ içerisinde olan sanatçıların tatil yapılan “haftanın sonu” kavramından bihaber olmasından daha doğal ne olabilir?
Aristokrasinin bu kavramı yadırgadığı kadar sanatçı da yadırgar. Önceden patronaj sayesinde istedikleri gibi sanatlarını icra etme olanağı bulurken artık tamamen liberal ekonominin insafına kaldıklarından kendilerini bu toplumdan uzağa, doğaya atma fikri doğmuştur. Sanatçılar, özellikle modern insanın elinin değmediği, düzenin d’sinin dahi girmediği yüce dağlar, kayalık araziler ve engin denizlere kaçmakta bulmuşlardır çareyi.
- İnsan ruhu artık “ana yurdu”ndan çok uzakta olduğundan, romantiklere göre ana yurda, yani doğaya ve “geçmiş”e yapılacak bir “yolculuk” şarttır.
Romantizm deyince Jean-Jacques Rousseau ilk akla gelen isimlerden. Rousseau’ya göre doğa güzel olan ne varsa onun kaynağı. Öyle ki düşünceleri bile doğada yapayalnız olduğu zamanlarda daha berrak. Doğaya hem felsefesinde hem de kendi şahsi yaşantısında özel bir önem atfeden Rousseau, yıllar içerisinde Paris’teki evinde köşesine çekilip tefekkür etme alışkanlığını bırakarak Paris civarındaki kırsal bölgelere gitmeye başlar.
Burada yürüyüş yaptığı sırada aklına gelen fikirler ve hülyalar Paris’in ortasındaki evinde aklına gelenlerden oldukça farklıdır. Rousseau yürüyüş yaptıkça kendi içine doğru da bir yürüyüş gerçekleştiriyordur sanki. “Toplumdan dışlanmış ve insanlarla pek fazla sosyal ilişkiler içerisinde olmayan biri olarak, kendisinin gerçekte ne gibi bir insan olduğunu keşfetme” amacındadır.
Ayrıca bu doğa yürüyüşleri sırasında fark ettiği bir şey daha vardır Rousseau’nun. Bu tefekkür yürüyüşlerinden çok fazla keyif almaktadır, “kendi ruhuyla konuşmanın tatlılığı” onu çok memnun etmektedir. Aynı zamanda tabiri caizse bir tür nefis tezkiyesi gerçekleştirmektedir bu yolculuklar sırasında. Kendisinin gerçek huylarının farkına vararak, onları düzeltmek ve hatta içerisindeki kötü huyları gidermeye çalışmak da bu yolculukların amaçlarından biridir. “Kendine dönerek” ruhunu beslemek isteyen Rousseau, kendine, ailesinin, arkadaşlarının, sevdiklerinin gözlerinden değil de sadece kendi gözlerinden bakabilme cesaretini göstermektedir. Doğa yürüyüşleri sırasındaki düşüncelerinin bir kaydını tutmak isteyen Rousseau Yalnız Gezerin Hayalleri isimli bir kitap kaleme alır. On yürüyüşte Rousseau doğanın kendisine neler kattığının, düşüncelerinin ve hülyalarının muhasebesini yapar. Bu yürüyüşler sayesinde kendisini manevi olarak geliştirdiğinin de farkındadır.
Toplumun keşmekeşinin izin vermediği uzun ve sakin tefekkürler sadece doğada gerçekleştirilebilir ve “daha yüce, daha büyük” şeyler ile bağ ancak doğa aracılığıyla kurulabilir. Gördüğümüz gibi romantik sanatçı, gün geçtikçe daha da toplumdan uzaklaşma ve kendini doğanın kollarına atma ihtiyacı duyuyor. Gelin, tüm bu romantik değerleri romantizmin nişanesi kabul edilen Caspar David Friedrich’in Der Wanderer über dem Nebelmeer [Sis Denizi Üstünde Bir Gezgin] isimli resmi üzerinden okumaya çalışalım. Ne görüyoruz bu şaheserde? Kayalıkların üzerine çıkmış bir genç adam, yukarılardan önündeki sis denizine doğru bakıyor. Arkası bize dönük, bu da kendimizi onun yerine koymayı ve o sis denizine bakanın kendimiz olduğunu düşünmeyi kolaylaştırıyor. Aynı zamanda bu romantiklerin tablolarında figür yerine doğaya dikkat çekmek için uyguladıkları bir yöntem.
Edvard Munch’ın daha sonraları Caspar David Friedrich’in bu resminden mülhem yaptığı The Scream [Çığlık] tablosunu bu fark açısından örnek verebiliriz. Çığlık’ta da aynı şekilde manzara vardır ancak figürün önden gösterilmesi ve yüz ifadesinin çarpıcılığı neredeyse kimsenin manzaraya dikkat etmemesine sebebiyet vermektedir. Tablonun diğer detayları ile devam edersek doğanın tamamen el değmemiş olması ve hatta bir anlamda vahşi doğa diye tabir edilmeye uygun olması bize sanatçının toplumdan uzaklaşmaya ne derece teşne olduğunu gösteriyor.
Dağlara gidiyor çünkü kendisini boğan bu dünyanın sınırlarının dışında olmalı gittiği yer. Arkası dönük figür, kayalıkların üstüne çıkmış karşısındaki manzaraya bakarken bir yandan kendisini doğanın efendisi gibi hissediyor, bir yandan da doğanın yüceliği (sublime) ve aşkınlığı (transcendental) karşısında kendisinin önemsiz ve küçücük olduğunu fark ediyor. Bu iki hissin bir aradalığı romantizm için hayati önemde.
Toplumdan kaçıp bir yandan doğa ile bütünleşme ve hatta ona hükmetme isteği, bir yandan da doğanın yüceliği karşısında duyulan önemsizlik hissi. Bu tabloda dikkat çeken bir şey daha var: kayalıklarda duran kişinin giyimi. Giyimi kuşamı sayesinde onun köyde yaşayan biri olmadığını, modern toplumdan kaçıp doğaya sığınan biri olduğunu kolayca anlayabiliyoruz. Ve tabii bu da kendimizi onun yerine koymamızı kolaylaştıran bir etken. Hangimiz tüm işi gücü bırakıp doğaya kaçmanın hayalini kurmadık ki?
Moderniteden ve burjuva toplumundan kaçmak için hayallere ve doğaya sığınan romantikler kaçınılmaz olarak bir yolculuğa çıkarlar. Tabii yolculuk deyince bizim zihinlerimizde içsel yolculuk da istemsizce beliriverir. Peki romantikler de yolculuğu sadece fiziken yapılan bir yolculuk olarak değil, içsel yolculuk olarak da anlamışlar mıydı?
Evet. Bunu Wilhelm Müller’in Winterreise [Kış Yolculuğu] eserinden yola çıkarak anlatabiliriz. Meşhur bestekâr Schubert tarafından bestelenen Winterreise, 24 şiirden oluşmaktadır ve her bir şiir, sevgilisinin başka birine gönlünü kaptırmasıyla harap olmuş ve bu sebeple bir yolculuğa çıkmış bir âşığı anlatmakla birlikte, aynı zamanda romantik sanatçının içsel yolculuğunu da gözler önüne sermektedir.
Tek tek değil, bir bütün olarak algılanması gereken bu “lied” döngüsünde “şimdi”nin soğukluğu ve tekdüzeliği, geçmişin nostaljik tatlı hatıraları, kapitalizm öncesi döneme duyulan özlem, doğaya dönüş, Aydınlanma’nın rasyonalite vurgusuna karşı çıkış, tezat his ve fikirlerin bir arada verilmesi, burjuva düzenine ve makineleşmeye karşı çıkış motiflerinin hepsini görmek mümkün.
Özellikle de Schubert’in bu metaforların hepsini müziği vasıtasıyla, yer yer tekdüze notalar kullanarak, yer yer orta sınıf insanının sinir uçlarına dokunurcasına köpek havlamasıyla vurgulaması şiirlerin etkileyiciliğini kat kat artırmış. Romantikler Aydınlanmacı sağduyuya karşıt bir şekilde, sadece duygularını dikkate alıp yola çıkıyor. Müller’in “Ne manasız bir arzu bu/ Beni el değmemiş doğaya sürükleyen” derken kastettiği de bu.
- “Mana” aramıyor romantikler, onlar için önemli olan sadece hisleri ve hatta düşleri. Ne kimseye hesap vermek istiyorlar ne de kimsenin kendilerini engellemesini. Yolculuğa çıkarken kimsenin akıl hocalığını da kabul etmek niyetinde değiller. Bu yüzden kimsenin gitmediği yollardan gitmek istiyorlar, hiçbir gezginin daha önce görmediği patikalardan ilerliyorlar. “Tamamen el değmemiş” doğa romantikler için esas kıymetli olan. (Neden kaçıyorum böylesine/ Diğer gezginlerin gittiği yollardan/ Ve gizli geçitler arıyorum/ Bu kayalık, karla kaplı dağlarda?) Üstelik romantikler yolculuğun vaktini dahi kendileri seçmiyor. Onları bu yolculuğa âdeta toplum mecbur bırakıyor. (Vaktini ben seçmedim yolculuğumun/ Yolumu bulmalıyım zifiri karanlıkta.)
Onlar böyle yolculuğa çıkarken toplumun onlara sunup sunabileceklerine, orta sınıf hayallerine aldanmış olan insanlar da mışıl mışıl uyumaktalar. (İnsanlar yataklarında uykuda/ Sahip olmadıkları şeyler düşlerinde.) Bir yandan böyle bir yolculuğa çıkıp burjuva toplumunun güvenli konforundan vazgeçen sanatçı, “Son verdim bütün rüyalara” diyerek bir anlamda gerçekle yüzleşme cesaretine sahip olanın kendisi olduğunu da ortaya koymaktadır. Romantiklere göre doğaya kaçış son bulmayacak, onlar hiçbir zaman geçmişe duydukları arzudan vareste kalmayacaklar. “Yolculuk” bir anlamda hiç son bulmayacak. Çünkü hiçbir zaman topluma ve bu düzene ayak uyduramayacaklar, bir yanları hep gitmenin özlemi içerisinde olacak.
Winterreise’de Müller’in dediği gibi: “Bir yabancı gibi geldim buralara/ Ve yine bir yabancı gibi çekip gideceğim.”
*Yazıdaki şiir çevirileri Almancadan tarafımca yapılmıştır.