Post-Muhayyile dile gelince: Astrolojiye, hakikate ve geleceğe dair bazı notlar

ÜMİT AKSOY
Abone Ol

William Chittick, İbn Arabi üzerine hazırladığı önemli metinlerinden birisi olan Sufi’nin Bilgi Yolu: İbn Arabi Metafiziğine Giriş’te, bir klişeye dönüşme riski taşıyan Doğu-Batı mukayese havuzuna anlamlı bir katkı yapar: “Batı düşünce geleneği, tarihin bir dönemecinde yanlış bir yola saptı. Bunun neden ve nasıl olduğuna dair tartışmalar sürüyor. Birçok önemli düşünüre göre, Batı gerçekliğe dair Doğu ile paylaştığı bazı düşünce yöntemlerini ve öğretileri hiçbir zaman terk etmemeliydi. Bu düşünürler, yitirdiğimiz değerleri ihya etme ve medeniyetimizin içinde bulunduğu manevi ve ruhsal çalkantıları bertaraf edebilecek kaynaklar bulma ümidiyle Doğu geleneklerine yöneldiler.”

Chittick’in atıf yaptığı “gerçeklik kaybı” bu yazının temel noktalarından birisini oluşturacak. Zira çağımızı aslında bir “hakikat kaybı çağı” (“hakikatin geri çekilmesi”) olarak değerlendirmek yanlış olmasa gerek. Öyle ki, her tarafta ayyuka çıkan post-truth tartışmaları bir aşmadan çok kaybı anlatır bu anlamda.

Elinizdeki yazı, ana gündemimizi oluşturan astrolojiye de biraz da bu zaviyeden bakmayı faydalı buluyor.

  • Zira astroloji hem yayılım alanı hem de iddia düzeyleri göz önünde alındığında temel olarak şu iki hususun üzerine oturur: Gerçekliği (bir düzeyde ve belirli bir formda) ve -bununla eşzamanlı bir şekilde- “geleceği” yakalamak. Başka bir ifadeyle söyleyecek olursak, astrolojinin alamet-i farikası, yaptığı yorumlama şekliyle hem gerçekliğin hem de geleceğin nasıl yapılandığını bize sunduğu iddiasıdır.

Burada astrolojinin bunu ne kadar “vulgar” bir formada yaptığından ziyade, en azından “teori”de bunu nasıl yapmayı murat ettiğine bakmak, meseleye anlamamız noktasında bize yardımcı olacaktır.

Hakikatin bir imkânı olarak muhayyile

Bu sayfalarda görsel olarak Giorgio de Chirico imzalı bazı eserler kullanılmıştır.

Bu bağlamda Chittick’in “gerçeklik kaybı” tanımlaması -Batı’nın Doğu’dan kopuşunu ve giderek bu kopuşun Doğu’yu kuşattığını da hatırımızda tutarak- astrolojinin yuvalandığı, daha doğrusu yeni formlar edinerek hayatımızı işgal ettiği yeri anlamamız için oldukça önemli.

O hâlde yine Chittick’le devam edelim: “Kaybettiğimiz bu zihinsel ve manevi mirası geri kazanma çabalarının sonuçlarından biri, muhayyilenin önemimin tekrar keşfedilmesi oldu. Akılcılığa mutlak anlamda iman eden Batı, muhayyilenin ruha rasyonel akıl yoluyla asla ulaşılamayacak birtakım anlayış ve kavrayış imkanları bahşedebileceğim bütünüyle unutmuştu. Bu konuya dikkatlerimizi çeken en önemli düşünürlerden biri, bize ‘hayal’ kelimesini miras bırakan Henry Corbin olmuştur. Eserlerinde açıkladığı gibi, ‘hayal dünyası’ ya da mundus imaginalis tamamen bağımsız bir ontolojik durumdur ve bizim kişisel vehim ve fantezilerimizden ibaret olan ‘gerçekdışı hayal’ kavramından kesinlikle ayrılması gerekir. Bazı hakikatlerin hayalî yönlerine dair anlayışımızı kaybettiğimizden beri mitolojik ve dini düşüncelerin ihtişamını hakiki anlamlarıyla kavrayış sınırlarımızın dışına atmış durumdayız.”

İbn Arabi külliyatı üzerine yapılan bu derin tartışmayla astroloji arasında kurulan ilişki ilk bakışta biraz yadırgatıcı gelebilir. Oysa, hayalin gerçekliği inşa edilişindeki kaybı o kadar önemli bir kayıptır ki; bu hem teorik hem de pratik boyutlarıyla oldukça anlamlı sonuçlar doğurmuştur. Bu sonuçlardan birisi de, hiç şüphesiz astrolojinin -modern görünümlerinin- bu gerçeklik ve gelecek yakalama eyleminde edindiği roldür. Dolayısıyla ilgili gerçeklik kaybı ve geleceği yakalama iddiası, insani etkinler içinde belki de en nüfuz edilme yollarından “hayal”in önce kapı dışarı edilmesi, ardından da başka kılıklarla içerimlenmesiyle ilgilidir esasında.

Bir astroloji günlüğü: Göğe bakma durağında inecek var…

Zamanın diğer kipleri söz konusu olduğunda- bir “gelecek müdafaası” olarak nitelemek yanlış olmasa gerektir.

Astroloji, en genel hâliyle, şu iki hareketi bir arada yaparak var olagelir: Gerçekliği ve geleceği, bir paranın iki yüzü gibi alımlar ve eş zamanlı olarak onları yakaladığını varsayar. Sahip olduğu araçlar ve geliştirdiği “modellemeler”le birlikte astroloji, fizik dünyanın ötesinde, en azından onları, daha başka türlü etkileyen ve belirleyen başka unsurların olduğunu kabul eder ve gerçekliğin başka türlü bir kaynağı olduğunu, dahası bunu da kendi usulleri içinde bilinebileceğini söyler bize. Burada gerçeklik; şeyler arasındaki ilişkiyi bilme olarak kodlanır. Başka bir ifadeyle gerçeklik, bir şeyi o şey yapan “öz” olarak dile gelmekten ziyade; şeyler arasındaki ilişkiyi ve onları belirleyenleri bir “boş-nesne” olarak işaretleme işlevi görür. Bu durumda ilişkileri belirleyen, gök-nesnelerinin kendilerinden çok, onların “hareketleri”nden kaynaklanan “gel-git”lerdir. Dolayısıyla hakikatin kaynağı her ne kadar bu gök-nesneleri gibi görünse de, aslında ilgili hakikat gök-nesnelerinin hareketine bağlıdır. Bu gök-nesneleri hakikate sahip olmaktan ziyade, hakikati bir ilişki olarak meydana getirecek bir taşıyıcı işlevi görürler. Hakikat, bir “öz” yahut kaynak olmaktan çok, “ilişki”nin kendisidir. Hatta denilebilir ki hakikatle ilişki eşitlenir; hakikat ilişkiye indirgenmiş olur.

Astroloji, (gök-nesnelerin hareketiyle meydana gelen) bir ilişki olarak hakikatin, zamanın bir kipi olarak ancak geleceği yakalayarak, yani geleceği bilerek elde edilebileceğini varsayar.

Gök-nesnelerin hareketleriyle insan fiilleri arasındaki ilişkide dile gelen hakikate paralel olarak gerçekleşen bir diğer nokta ise, geleceğin de bu “vesileyle” bilenebilir olmasıdır. İlişkilerin nasıl gerçekleştiğine dair kurulan modelleme, -tahmin edileceği üzere- bize tüm zamanların en önemli meselelerinden birisi olan “gelecek”, yani kaderle ilgili bilinemezliği de aşma fırsatı vermiş olur. Şeyler arasındaki ilişkinin nelere yol açtığını bilmek, bu ilişkinin döngüsünü de anlamayı beraberinde getirir. Gerçeklik/hakikat ilişkilerde dile gelirken; ilişkilerin tekrarlanabilir modelleri öngörülebilir bir gelecek tasarımını da beraberinde getirir. İki belirsiz ve önemli mesele, şeyler arasındaki ilişkinin bilinmesi ve tekrarlanagelen bir döngüsellik varsayımıyla çözülmüş olur.

Dolayısıyla burada kademeli bir indirgemecilik söz konusudur: Önce hakikat ilişkilere; daha sonra ise ilişkiyi geleceğe indirgenmiş olur. Geleceği bilmek hem bir amaç hem de zaten bilinebilir olan en temel nosyon olarak koyutlanır. Başka bir söyleyişle, gelecek çoktan bilinebilir tek gerçek unsur olarak kabul edilir ve örneğin zamanın burçlarından -geçmiş ve şimdi söz konusu olduğunda her durumda asıl belirleyici olanın gelecek olduğu da bize söylenir. Astroloji, (gök-nesnelerin hareketiyle meydana gelen) bir ilişki olarak hakikatin, zamanın bir kipi olarak ancak geleceği yakalayarak, yani geleceği bilerek elde edilebileceğini varsayar. Bu anlamda astrolojiyi -zamanın diğer kipleri söz konusu olduğunda- bir “gelecek müdafaası” olarak nitelemek yanlış olmasa gerektir.

Bir sahte muhayyile hareketi olarak astroloji

Gelinen noktada astrolojinin bu çift katmanlı hareketi, bir bakıma, gerçekliğin/hakikatin görünür nesneler arasındaki ilişkilere indirgenen boyutunun bıraktığı belirsizliğin üzerinde kendine bir zemin bulur. Bilim/cilik, eğer, şeylerin hakikatini, onların ancak görünür faaliyetleriyle anlaşılabileceğini söyleyen bir açıklama modeliyse, burada boş bırakılan boşluk muhayyileye dair olan boyuttur ve astronomi tam da bu boşluğun üzerinde yuvalanarak kendine bir alan açar ve gerçekliği yakaladığını söyler. Zira Chittick’in söylediği gibi, “Bütün dini gelenekler, aynı isimde olmasa da, hayale çok önemli bir rol atfederler. Mundus imaginalis görülmez gerçekliklerin görünür hâle dönüştüğü ve cismani varlıkların maneviyat kazandığı alandır. Hayal dünyası fiziksel dünyadan daha gerçek ve ‘latif’ olmakla birlikte, ebediyen görünmez olarak kalan manevi dünyadan daha az gerçek ve ‘kesif’tir. İslâm’ın manevi düşünce geleneği, muhayyilenin hiçbir zaman manevi gerçekliklerin vehimden ibaret tecrübeleri olarak görmemiş ve öteki dünyada olacakların Kur’ân ve hadislerde lafzen anlatıldığı gibi gerçekleşeceğini peşinen kabul etmeyi düşünmemiştir.” Başka bir ifadeyle, bilimsel bilme yönteminde o kadar yüzeyde kalınır ki gerçekliğin/hakikatin tüm zamanlardaki en önemli bilme yollarından birisi olan hayalin kapı dışarı edilmesinin sonucu, aslında kılık değiştirilmiş ve vülgarize bir forma bürünmüş “sahte” bir muhayyile hareketinin geri dönmesi kaçınılmaz bir hâl alır. Burada muhayyilenin/hayalin gerçekliği kavramakta, onun nasıl yapılandığını anlamakta fonksiyonunun kapı dışarı edildiği bir zeminde astroloji, gerçekliğin standart yüzeyde bulunamayacağını, gerçekliğin başka bir zeminde (burada “doğrudan doğruya” fizik kurallardan azade bir şekilde çalışan) bir hareketle meydana geldiğini söyler.

Bilim yahut bilimcilik burada, kendi eleştirisinin biçimini her defasında, karşısında durduğu yorum geleneğinin “sahteliğini” vurgulayarak yapar.

Hiç şüphesiz bir yorum pratiği yahut geleneği olarak bilimin, bir başka yorum pratiği olan astrolojinin gerçek/hakikat ve gelecek ile ilgili söylediklerine itirazı vardır. Oldukça geniş erimli bir tartışmanın burada anlatılması mümkün değil. Ama bizim için önemli olan şu noktaya işaret etmek gerekiyor: Bilim yahut bilimcilik burada, kendi eleştirisinin biçimini her defasında, karşısında durduğu yorum geleneğinin “sahteliğini” vurgulayarak yapar.

Astroloji bilim için şeyler arasındaki ilişkiyi açıklarken gerçeklikten sapar, onlar arasında görünmeyen bağlantıların var olduğunu iddia eder ve bunun üzerinden (Nietzscheci anlamda) bir “güç” devşirir.

Bu eleştiri ise kaynağını, hiç şüphesiz, sahteliklerin kralı olan “din” ve onun eleştirisinde bulmaktadır. Daha doğru bir ifadeyle bilim/cilik için, her türlü sahtelik eleştirisi aslında örtük olarak bir (sahte) din eleştirisi -doğru din için Kant’ı ve onun “akıl dini”ni hatırlamakta fayda var- anlamına gelir.

Mihail Chemiakin’e ait bir tablo.

Burada kabaca birbirini tamamlayan iki hareket söz konusudur: Bir yorum ve anlama şekli olarak bilim, şeyler arasındaki ilişkiyi “somut” yahut görünür olgular üzerinden anlamaya çalışır ve bu türden olmayan -yani görünür olmayan ve yüzeyde kalmayan, hızlıca derinleşmeye meyyal- her türlü açıklamayı bir mistifikasyon olarak kabul edilir. Mistifikasyon, şeylerin ya sahip olmadıkları bir gücü onlara atfetmek ya da şeylerden bağımsız olarak onları yönlendiren “kaynak(lara)” bir paye vermek şeklinde ortaya çıkar. Mistifiye etmek, her türlü yanılsamayı gerçek saymak anlamına gelir. Ortada hâlâ gerçek diye bir “şey” vardır ama daha vahim olan tam da bir “yalan”ın gerçek yerine geçmesiyle olur bilim için. Hatırlanacak olursa, bilimin yegâne düşmanı olan bir yorumlama şekli olarak din, mistifiye ederek gerçekliği açıklar; daha doğrusu açıkladığını sanarak onu çarpıtır. İşte, dini yorumlama geleneğinin boşalttığı bu pratik, astroloji gibi yorumlama şekilleriyle şimdi tekrar dile gelmiş olur. Başka bir ifadeyle, astroloji gibi bir açıklama modelini mümkün kılan her türlü mistifikasyonun yegâne nedeni ve kaynağı olan dinin kendisi, daha doğrusu dinin harekete geçirdiği muhayyilenin kendisidir. Astroloji, din gibi, yani muhayyileyi kullanarak, yapılanmıştır.

Bilimsel bilme yönteminde o kadar yüzeyde kalınır ki gerçekliğin/hakikatin tüm zamanlardaki en önemli bilme yollarından birisi olan hayalin kapı dışarı edilmesinin sonucu, aslında kılık değiştirilmiş ve vülgarize bir forma bürünmüş “sahte” bir muhayyile hareketinin geri dönmesi kaçınılmaz bir hâl alır.

Dolayısıyla astroloji öncelikle ve temel olarak bir bilimcilik eleştirisine tabi tutulur ve bu bir “gerçek(lik) bekçisi” olarak bilim dışındaki her türlü yorum pratiğine karşı baş gardiyanın aldığı olmazsa olmaz tutumdur. Bilim için din, hem içerik hem de biçim olarak nasıl ki dinin karşısında bir pozisyonda konumlanıyorsa, astroloji de bilim için sahte yorumlama pratiğinin bir devamı olarak -bütün vulgarlığına rağmen- benzeri bir işleve sahiptir. Bu anlamda burada bilimin söylem gücünü tehdit eden her türlü yorumlama pratiğine karşı aldığı şedit tavrı görmemek mümkün değildir. Ve tekrar etmek pahasına vurgulamak gerekir ki burada bilimin bilinç altında her türlü hurafeciliğin yegâne kaynağı olan din bulunmaktadır.

Astroloji gibi bir açıklama modelini mümkün kılan her türlü mistifikasyonun yegâne nedeni ve kaynağı olan dinin kendisi, daha doğrusu dinin harekete geçirdiği muhayyilenin kendisidir.

Ama öte yandan, bilimin karşısında, -sözde düşmanı olarak- astrolojinin yer alması, Chittick’e atıfla söyleyecek olursak, muhayyilenin kapı dışarı edildiği ve yüzyılın ikinci yarısından itibaren farklı “dinsel” yönelimlerle hayatımıza dahil olan post-muhayyile süreçlerinin bir yansıması yahut tipik bir sonucudur. Dolayısıyla, astrolojinin açıklama şeklinin doğruluğu ya da yanlışlığı bir an için göz ardı edilerek denilebilir ki söz konusu “astrolojik yükselme” ya da “astrolojinin yeni biçimleri”, post-muhayyile yahut Marcel Gauchet ve Luc Ferry’nin hazırladığı kitaba atıfla, “dinden sonra dinsellik”in örneklerinden biridir. Daha doğru bir ifadeyle yaşanan, Tanrı ve onun yer yüzüyle ilişkisine dair boşaltılan yerin (muhayyilenin rolüdür bu) böylesi bir biçimle (post-muhayyil bir hareketle) doldurulduğu karmaşık bir süreçtir.

Boşlukları dolduralım lütfen: Astrolojinin yeni nesil rollerine dair

Dolayısıyla astrolojinin varlık nedenini ama daha da önemlisi “yeni nesil rolü”nü de bu bağlamda daha iyi anlamak gerekiyor. Astrolojinin bu yeni nesil rolü yahut işgal ettiği yer, bir yandan -teorik düzeyde- “gerçekliği başka yollarla kavramak ve geleceğin belirsizliğini gidermek mümkündür”ü bir yandan da hakikat sonrası düzenek içinde bilimin boş bıraktığı muhayyilesizlik ortamında muhayyilenin kılık değiştirmiş bir post-muhayyile süreci olarak hayatımıza sızdığı zeminde mümkün olur. Başka bir ifadeyle post-muhayyilenin çift yönlü hareketiyle hem teorik düzeyde hem de pratik -yani yaşam içre- bir fonksiyon icra eder.

Astrolojinin asıl gücü, tam da bu gündelik hayat içindeki hakikat-sonrası anlamsızlık olarak zuhur edişte ve her türlü yapıp etmenin günün sonunda insanlarda bıraktığı duygusal yatırım süreçlerini konsilidasyonunda ortaya çıkar.

Post-muhayyile süreçleriyle gerçekliği ve geleceği yakaladığını söyleyen mezkûr dil, daha derinde kendisine gündelik hayatın tuhaf belirsizliği içinde dip bir rol bulur esasında. Daha doğrusu, gündelik herhangi bir pratiğin sonunda insanlarda boş bırakılan yeri dolduran o şeye konuşur burada astroloji: Hayat yalnızca -en azından teoride- bir takım “yeni” buluşlarla idare edile(bile)n bir gerçekliğe sahip değildir; bütün bu yapıp etmelerden sonra, onlardan arta kalan, ilişkilerin sonunda ortaya çıkan (insanlarda meydana gelen) bir tür “yükselme” ve “alçalmalar”dan ibarettir biraz da. Spinoza’nın “duygulanım” olarak ifade ettiği, artış ve azalışlar, gündelik hayatın en önemli belirleyenidir ve bilimin kapı dışarı ettiği “dini” dolayımlılık, yerine teknolojinin kader ortağı kapital süreçlerle “duygusal satın almalarla” içeri alınır. Başka bir söyleyişle, gerçeklik ve geleceği eş anlı yakalamak nasıl ki astrolojinin teorik repertuvarını, yani hakikat sonra anlamsallığı oluşturuyorsa, hayatın gündelik alanındaki rolü de anlamın duygulara indirgendiği bir zamanda, söz konusu “ruhi gel-git”lerin yorumlanmasına dair önemli fonksiyon icra eder. Astrolojinin asıl gücü, tam da bu gündelik hayat içindeki hakikat-sonrası anlamsızlık olarak zuhur edişte ve her türlü yapıp etmenin günün sonunda insanlarda bıraktığı duygusal yatırım süreçlerini konsilidasyonunda ortaya çıkar. Geleceğe dair gün aşırı pompalanan tuhaf umut ya da umutsuzluk hikâyeleri, ancak ve ancak hakikat sonrası anlamsızlıkla inşa edilen bir anlam zeminindeki duygusal yatırım süreçlerinin varlığıyla mümkündür. İşte, post-muhayyilenin mümkün kıldığı zemin tam da budur.

Dolayısıyla bir gerçeklik olarak yaşamın çift yönlü manipülasyonuyla karşı karşıyızdır burada: Bir yandan bilim/cilik gerçekliği ve onun dolayımladığı bütün alanları işgal eder; öte yandan “dinden sonra dinsellik”in bir görünümü/tezahürü olarak astroloji gibi post-muhayyil süreçler bilim/ciliğin kapı dışarı etmesiyle meydana gelen “anlam/sızlık” alanını hızlıca doldurur. Bütün bu süreçler, en genel ifadeyle, muhayyilenin hayatımızdaki yeriyle ilgili bir tartışmaya işaret ederken, daha özelde, anlamın “hızlıca” doldurulma ameliyesi, post-muhayyile, yani bir aparat olarak muhayyilenin hayatın içine sızmasını anlatır. Bu anlamda, gerçekliğin yakalanması, onun gelecekçiliğe indirgenerek kendini sunması; duygusal yatırımların her türlü regülasyonu bu çifte hareketle birlikte mümkün olur.

Yaşamın psikolojikleştirilmesi, başta muhayyile olmak üzere insanın genişçe bir erimde hareket etmesine izin veren etkinliklerin “eleştirel” bir okumayla lanetlenmesi; ardından içi boşaltmış bir versiyonla içeri alınması sürecidir.

Yeni nesil astroloji, bu bağlamda, bir yandan bilimin insanlarda açtığı (kökü daha derinlerde yatan muhayyile açlığıdır bu) duygusal yatırım(sızlığ)ın yerini doldurur (beyaz yakaların buraya rağbeti hiç de tesadüf değildir) ve yanı sıra -teorik düzeyde- bir anlam meselesi olarak geleceği yakalamakla ilgili -bütün vulgar tonlarına rağmen- görevini ifa eder.

Bütün bu olan bitenler ise, “yaşamın psikolojikleştirilmesi” olarak adlandırabileceğimiz bir süreç olarak kendini sunar bizlere. Yaşamın psikolojikleştirilmesi, yaşamın başka şeylere indirgenmesine benzer bir şekilde, hem “hakikatin/gerçekliğin” hem de bunun bir sonucu olarak insanın “psikolojikleştirilmesi”ni anlatır. Heideggerci anlamda, hümanizmin bir versiyonu olarak zihinselcilik yaşamın en sahici kaybını anlatır.

Yaşamın daha açık ve anlaşılır kılınması, her türlü hurafeciliğin aşılması için çıkılan yolda (demistifikasyon), bilincin/zihnin içine kapanan bir post-özneleşmeyle sonuçlanmıştır.

Hakikati ve geleceği yakalamak, çifte bir hareketle, önce ötelenip ardından içeri alınarak bizatihi yaşam bir müphemleştirme oyunuyla içinden çıkılamaz bir meseleye dönüşmüştür.

Acaba senin de bilinç altın var mıydı babacığım? Bana öyle geliyor ki sizin zamanınızda böyle şeyler icad edilmemişti. Sanki Osmanlıların böyle huyları yoktu gibi geliyor bana.

En genel hâliyle önce bağlamcılığın, daha özelde insani etkinliklerin budanması anlamına gelen yaşamın psikolojikleştirilmesi, başta muhayyile olmak üzere insanın genişçe bir erimde hareket etmesine izin veren etkinliklerin “eleştirel” bir okumayla lanetlenmesi; ardından içi boşaltmış bir versiyonla içeri alınması sürecidir (“bkz. kadim psikoloji tartışmaları). Böylece dün, dinin ontolojik bir statü vererek bütün bir varoluşu açıklayabildiği muhayyile/hayal, gelinen noktada zihnin kendi kendini tasdik ettiği ama daha önemlisi, bir kez daha kendisiyle başlayıp kendisiyle bitirdiği bir kısır döngünün aparatına indirgenmiş olur.

  • Oğuz Atay, Babama Mektup.
  • Tam da bu noktada, son olarak, Oğuz Atay’ın, Babama Mektup isimli öyküsüne kulak verelim: “Belki de nasıl bir insan olduğunu bugün bile bilmiyorum; daha doğrusu bugün, senin bilmediğin bazı şeylerin varlığından haberim olduğu için, bu bakımlardan nasıl bir insan olduğunu merak ediyorum. Acaba senin de bilinç altın var mıydı babacığım? Bana öyle geliyor ki sizin zamanınızda böyle şeyler icad edilmemişti. Sanki Osmanlıların böyle huyları yoktu gibi geliyor bana. Senin fesli ve redingotlu resimlerini gözümün önüne getiriyorum da, bu görüntüyle ‘varoluşçu bir bunalımı’ yanyana düşünemiyorum doğrusu. Aslında bizler de bir özenti içindeyiz; ama ne de olsa bu kurt içimize düştü bir kere babacığım; bazı meseleleri bu yüzden büyütüyoruz. (…) Maddenin temel yapısında düzelmesi mümkün olmayan bozuklukların başladığını ya da bazı tabiat kanunlarının artık eskisi gibi aynen tekrarlanmadığını duysaydın acaba endişelenir miydin? Aslında ‘ruhiyat’la ilgili yenilikleri ben bile doğru dürüst bilemiyorum babacığım. (…) Yani artık haddimi biliyorum, önünde ‘hayat’ denilen bir taşlık bulunan dağ evimde senin dönemince bilinmeyen ruhsal karışıklıklarımı yaşıyorum, kuyudan su çekiyorum ve eşeğime yüklediğim dallarla ocağımı yakıyorum. Buna ‘şimdilerde’ kaçış diyorlar babacığım; bir takım toplum sorunlarını çözemeyeceklerini hisseden burjuva, yani senin anlayacağın şehirde yaşayan ve üstelik şehirdeki günlük yaşantının geleneklerini benimseyen aydınlar böyle yapıyormuş. Sen böyle söyleyenlere bakma babacığım. Oğlunu onlardan öğrenecek değilsin ya. (…) Ben bu asık suratlı aydınlara hiç benzemiyorum babacığım; onlara karşıyım ve senin içtenliğinden yanayım. Bazı kitaplar yüzünden kafam biraz karışmışsa da bugün bile senin içtenliğini taşıdığımı ümit ediyorum. Gene de sonunda sana bütünüyle benzemekten korkuyorum babacığım: yani ben de sonunda senin gibi ölecek miyim?”