Osmanlı'dan Cumhuriyet'e önemli bir portre: Ebül’ulâ Mardin
Hukuk tarihimizin önemli isimlerinden biri olan Ebül’ulâ Mardin, aynı zamanda kendisine Diyanet İşleri Reisliği teklif edilen önemli bir Osmanlı âlimidir. Meşrutiyet yıllarında Eşref Edib ile birlikte Sırât-ı Müstakîm dergisini çıkarmaya başlamış, Şeyhülislam Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi döneminde Meşihat (Şeyhülislamlık) Müsteşarlığı görevinde bulunmuş ve bu yıllarda Darülfünun (İstanbul Üniversitesi) Hukuk Fakültesinde ders vermiştir. Cumhuriyet döneminde de üniversitede Medenî Hukuk ordinaryüsü olarak görev yapan Ebül’ulâ Mardin, ortaya koyduğu çalışmaların ardından son eseri olan Huzur Dersleri üzerine çalışmıştır.
Ailesi, öğrenim hayatı ve meşrutiyet dönemi
Baba tarafından Mardinîzâdelere, anne tarafından ise Hâdimîlere mensup olan Ebül’ulâ Mardin, Kazasker Yusuf Sıdkı Efendi’nin ve Behice Hanım’ın çocukları olarak 1881 yılında doğmuştur. İki ayrı ulema ailesine mensup olan Ebül’ulâ Mardin’in eşi Bedriye Hanım ise Şeyhülislam Turşucuzâde Ahmed Muhtar Efendi’nin oğlu olan Necmeddin Molla Kocataş’ın (Meşrutiyet devrinin Adliye Naâzırı ve Şura-yı Devlet Reisi) kızıdır.
Çarşambalı Ahmet Hamdi Efendi ve Kastamonulu Ebubekir Sıtkı Efendi’den ders ve icazet almasının yanı sıra o yıllarda Cağaloğlu’ndaki eski Lisan Mektebi binasında faaliyetini sürdüren Mekteb-i Hukuk’tan da birincilikle mezun olan Ebül’ulâ Mardin, hem mektep hem de medrese eğitimi almıştır. II. Meşrutiyet’in ilanının hemen ardından arkadaşı Eşref Edib ile birlikte 1908 yılında Sırât-ı Müstakîm dergisini kurmuştur. Manastırlı İsmail Hakkı Efendi, Mehmed Âkif (Ersoy), Babanzâde Ahmed Nâim, Bereketzâde İsmail Hakkı gibi isimlerin de yazar kadrosunda yer aldığı dergi, ilerleyen yıllarda Ebül’ulâ Mardin’in dergiden ayrılmasından sonra Sebîlürreşâd ismiyle yayınlanmaya devam etmiştir.
Şeyhüslislam Mustafa Hayri Efendi döneminde, 1914 yılında Meşihat Mektupçuluğu görevine atanan Ebul’ülâ Mardin döneminde Cerîde-i İlmiyye dergisi yayınlanmaya başlayacak ve Osmanlı şeyhülislamlarının biyografilerini, fetvalarını ve el yazılarını kapsayan İlmiyye Salnâmesi yayınlanacaktır.
1916 yılında Meşihat Müsteşarlığı’na atanan Ebül’ulâ Mardin, kısa bir süre sonra bu görevinden ayrılacaktır. Aynı dönemde Meclis-i Mebusan’da milletvekili olarak görev alan Ebül’ulâ Mardin, bu görevini 1914-1920 yılları arasında sürdürmüştür. İstanbul’un işgalinin ardından kapanan ve kapanmadan kısa bir süre önce Mîsâk-ı Millî’yi kabul eden Meclis-i Mebusan’ın bir üyesi olan Ebül’ulâ Mardin, bu dönemde Millî Mücadele’ye destek veren isimlerden birisidir. Bunun yanı sıra 1922’de Türk Ordusu İstanbul’a girdikten sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi adına görevlendirilen Refet Paşa’nın kendisine gönderdiği tezkere üzerine, İstanbul’un idaresi için oluşturulan danışma kurulunda görev almıştır.
Cumhuriyet döneminde Ebül’ulâ Mardin
- Ebül’ulâ Mardin, erken Cumhuriyet döneminde meşrutiyet devrinden farklı olarak siyasetten uzak durmayı tercih edecek ve vaktini büyük ölçüde üniversite hocalığına ayıracaktır.
Bu anlamda Osmanlı’nın son dönemlerinde yetişmiş önemli bir Osmanlı âlimi olan Ebül’ulâ Mardin’in yeni bir dönemde üstlenmiş olduğu rol oldukça ilgi çekicidir. Ebül’ulâ Mardin, medeni hukuk hocalığı haricinde gazete veya dergiler aracılığıyla günün sorunlarına müdahil olmak gibi ilmî veya siyasi herhangi bir faaliyette bulunmayacaktır. Bunun yanı sıra 1933 Üniversite Reformu’nun ardından da görevine devam edebilen isimler arasında yer alacaktır. Cumhuriyet döneminde Sırât-ı Müstakîm dergisinin kurucusu veya eski Meşihat Müsteşarı olarak değil, saygın bir medeni hukuk hocası olarak tanınacak, meşrutiyet döneminden başlayarak 1951 yılına kadar medeni hukuk ordinaryüs profesörü olarak görevine devam edecektir.
Öğrencilerine “nur-ı aynım” diye hitap eden Ebül’ulâ Mardin, kendisiyle yapılan bir röportajda öğrencilerini “evlatları” olarak gördüğünü ifade etmiştir. Öğrenciliğinin ardından Ebül’ulâ Mardin’in asistanlığını üstlenen ve 1990’lı yıllara değin İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde medenî hukuk hocası olarak görev yapan Prof. Dr. İsmet Sungurbey, hocası Ebül’ulâ Mardin’in nezaketinden şu sözlerle bahsetmektedir: “Hazreti Peygamber’in dünyanın en nâzik insanı olduğunu, hiç kimseye mübarek yüzünü çevirmeden hitap etmediğini belirtirler, kendileri de herkese güler yüzle ve en büyük nezaketle davranırlardı. Daha fakülteyi yeni bitirip asistanı olduğum ilk günlerden başlıyarak nâçiz şahsıma daima ‘zatıaliniz ‘beyefendi’ diye hitap etmişler, bir kere bile ‘siz’ dememişlerdi.”
Ebül’ulâ Mardin ile ilgili anlatılan anekdotlardan bir diğeri ise son derece dikkat çekicidir: “Öğrencilerden biri rahmetli, üstadın okuttuğu bir dersin imtihanı sırasında her nedense sesiyle ve hareketleriyle üstadı taklit ederek cevap verir. Bu durumdan sinirlendiği yüz çizgilerindeki değişikliklerden anlaşılır amma uzun süren cevap vermesi sırasında öğrenciye karşı üstad hiçbir şey demez. Öğrencinin cevabı bitince hoca, imtihanı dinleyen öğrencilerden birine Fakülte Umumi Kâtibini çağırmasını rica eder ve Umumî Kâtip gelince ‘… efendi, imtihan sırasında müderrisini taklit etmiştir. Hakkında zabıt tutmanızı rica ederim.’ der. O günkü imtihanlar biter ve o zaman usulden olduğu üzere, hemen o gün imtihan notları okununca taklitçi zat, kendisine 10 numara verilmiş olduğunu öğrenir ve hayret eder. Hemen rahmetli üstadı bularak ‘Efendim bu nasıl olur? Bana on vermişsiniz’ der. Aldığı cevap şudur: ‘Nur-ı aynım, ben sizi bilgiden imtihan ettim, edepten değil.’”
Huzur Dersleri
Meşrutiyet yıllarından beri pek çok eser ortaya koyan Ebül’ulâ Mardin, 1949 yılında Huzur Dersleri adlı eserini hazırlamak üzere çalışmaya başlamıştır. Türk basın tarihinin önemli isimlerinden Ahmet Emin Yalman, bu eseri tamamlayabilmek için uğraşan Ebül’ulâ Mardin’in anormal derecede yüksek tansiyonu olmasına rağmen zekâsına gölge düşürmesinden ve eserinin kalitesinin bozulmasından ürktüğü için tansiyon ilacı almadığını belirtmektedir.
Sultan III. Mustafa döneminde 1759’da dönemin önemli âlimlerinin katıldığı ve ramazan aylarında padişahın huzurunda yapılmak üzere “huzur dersleri” adıyla başlatılan ve Osmanlı’nın sonuna kadar devam eden ilim meclislerini ve bunlara katılan âlimleri tanıtmak maksadıyla kaleme alınan Huzur Dersleri, konusu itibariyle yoğun bir araştırma gerektiren ve oldukça hacimli olacak bir eserdir. Ebül’ulâ Mardin, bu eseri hazırlayabilmek için pek çoğu vefat etmiş olan âlimlerin ailelerine ulaşmaya çalışmış, bir yandan da evrak ve fotoğraf temin edebilmek amacıyla ülkedeki müftülüklere hitaben bir yazı kaleme almıştır. Eb,l’ulâ Mardin’in bu yazısına pek çok müftülükten cevap gelmiştir. Huzûr Dersleri’nin yayınlanacak olmasını heyecanla karşılayan ünlü edebiyatçı Mithat Cemal Kuntay, Ebül’ulâ Mardin’e hitaben şöyle yazacaktır: “Maiyyetinize, Hükûmet kuvveti, kâtipler, müstensihler, müsevvitler ve mübeyyizler, daktilolar ve filânlar tâyin etse de, böyle bir eserin âlimlik tarafını size ve amelelik tarafını onlara bıraksa ve şu vâdide muhalled bir eserinizi kazanmak şu nasipsiz millete nasib olsa. (...) Huzur Dersleri’nin iki cilt olacağı hakkında verdiğiniz haber okur-yazar olanlar için sahici bir müjdedir. Sıhhatinize, saadetinize, bu müjdenin heyecanıyla da dualarımı tekrar ettim. Sevgilerimi, tâzimlerimi, nûrânî huzurunuza arz ederim. Mithat Cemal.”
Yaşından ve sağlık sorunlarından dolayı eserini tamamlayamamaktan endişe eden Ebül’ulâ Mardin, eserin öncelikle birinci cildinin yayınlanmasını istemiş ve Huzur Dersleri’nin ilk cildi 1951 senesinde yayınlanmıştır. Aynı yıl Diyanet İşleri Reisi Ahmet Hamdi Akseki vefat etmiş ve Ebül’ulâ Mardin’e Diyanet İşleri Reisi olması teklif edilmiştir; fakat Ebül’ulâ Mardin sağlık durumundan dolayı kendisine götürülen bu teklifi kabul etmemiştir. Bir yandan eserini bitirebilmek için çalışmaya devam eden Ebül’ulâ Mardin, 13 Ocak 1957 Pazar günü akşam namazını kıldıktan sonra vefat etmiştir. Huzur Dersleri, Ebül’ulâ Mardin’in eserini tamamlayamadan vefat etmesinin ardından İsmet Sungurbey’in çabalarıyla 1966 senesinde yayınlanmıştır.
Vefatı
Ebül’ulâ Mardin’in vefatından sonra dönemin önemli yazarları tarafından gazete ve dergilerde yazılar kaleme alınmıştır. Ahmet Emin Yalman, “Eski Türk terbiyesinin ne demek olduğunu anlamak için Ebül’ulâ Mardin ile görüşmek kâfiydi. Tamamiyle samimi olan tevazuu ve inceliğiyle size tam bir huzur ve haz hissi verirdi. Onunla konuşurken, şunu hissederdiniz ki eski Türk terbiyesinin son mükemmel temsilcilerinden birinin karşısındasınız ve onun temsil ettiği güzel ve ileri an’anelerin gevşemesi ve kuruması cemiyetimiz için büyük bir zarar olacaktır.” ifadelerini kullanacaktır.
Ebül’ulâ Mardin’in vefatının ardından İstanbul büyük bir cenaze törenine sahne olmuş, Sungurbey’in ifadesiyle cenazesi “kale gibi, kilit gibi saflar teşkil eden sevgili öğrencilerinin, Türk gençliğinin ve halkın elleri üzerinde” Nişantaşı’ndan Beyazıt Camii’ne ve oradan Üniversite’ye, daha sonra Sirkeci’ye, Üsküdar İskelesi’ne ve ardından Karacaahmet’e taşınarak defnedilmiştir.