Önce mülkiyeti sonra imar haklarını konuşalım
Kahramanmaraş merkezli depremlerin ardından bölgede çok sayıda vatandaşımızı kaybettik ve büyük bir enkazla karşı karşıya kaldık. Bunun yanında Marmara Bölgesi için hâlâ büyük bir deprem beklentisi var. Tüm bu gerçeklerle birlikte bir süredir şehirleşme, konut mimarisi, mahalle kültürü gibi konuları masaya yatırıyor, bir depremle neredeyse tamemen yok alan veya yok olma tehdidiyle karşı karşıya olan şehirlerimizde neleri yanlış yaptığımızı anlamaya çalışıyoruz. Dr. Bekir Cantemir bu konuyu romantize etmeden en temele inerek tartışmamız gerektiğini söylüyor. O temelde de mülkiyet ve imar hakları var. Bu meseleyi ancak rasyonel düşünerek çözebileceğimizi belirten Dr. Cantemir ile Tanzimat Fermanı’ndan bugüne mülkiyet kavramının nasıl dönüştüğünü, sorunları ve çözümleri konuştuk.
Kahramanmaraş depremlerinden sonra şehirleşme ve konut anlayışımızı yeniden sorgulamaya başladık. Sizce şehirlerimizi oluştururken yaptığımız yanlışlar neredeydi, nasıl başladı? Akdenizliliğimiz mi, mülkün geçiciliğine inanmamız mı, kolaya kaçmamız mı? Yoksa çok temel başka gerçekleri mi gözden kaçırıyoruz?
Bu söyledikleriniz bana Bernard Lewis’in What Went Wrong? Yanlış Giden Neydi? isimli İslam dünyasının durumunu inceleyen kitabını hatırlattı. Soru, 200-300 yıldır bir şeyleri kaybettiğini düşünen ve hâlâ bunların arayışında olan İslam Dünyası için soruluyor. Bu sorudan bakarsak Akdenizli, Müslüman, Doğulu olmamızı bu yanlışların nedeni olarak göremeyiz. Bu kendimize çok oryantalist bir bakışı meşru kılar. Dünya tarihinde şehirler nasıl oluşmuş, buna bakmamız çözüm için daha ufuk açıcı. Örneğin Hitit şehirleriyle Roma şehirlerini karşılaştırabiliriz. Hititler merkezi Çorum’da, yol akslarında olmayan, deniz kenarında olmadığı için güvenlik problemlerini çözmüş, kendi kendine yetebilen şehirler kurmuş. Roma şehirlerinde ise abidevi yapılar var. Dünyanın her yerinde aynı sistematiği mühendislik örgüsüyle kurmuşlar. Ama bu şehirler merkezden gelen maddi destekle besleniyorlar ve merkez çöktüğünde tüm Roma şehirleri çöküyor. Şehirler aslında kuruldukları siyasal sistemin bir parçalarıdır. Bu nedenle, Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye şehirlerini de kendi siyasal sistemleri içinde değerlendirmeliyiz. Siyasal sistemin içerisindeki toplumsal unsurlar ve hukuksal yapı da şehri belirleyen aktörlerdir. Biz eğer şehirlerin içinde oluştuğu hukuku, ekonomik durumu, siyaseti bütüncül olarak ele alıp konuşmazsak, sadece kurban psikolojisini besleyen bir bağlamda şehircilik meselelerini konuşmuş oluruz.
Tek suçlu siyaset değil
Duygusal ve kaderci yaklaşımı dışarıda bırakıp gerçekleri görelim diyorsunuz. Ve burada da siyasetin esas rollerdsen birini oynadığını söylüyorsunuz. Peki başka hiçbir sorun yok mu?
Ben siyaseti bir sınıfın elinde, bir sınıfın ürettiği bir şey olarak görmüyorum. Mesela Türkiye’de insanlara, “Biz, sizin kaçak yapılarınıza imar vermeyeceğiz” derseniz oy alamazsınız. Dikkat edin, seçim sürecindeyiz. Hiçbir siyasi parti vatandaşın ürettiği imar sorunlarını depreme rağmen gündem yapamıyor. Devlet-vatandaş arasındaki bu muvazaalı ilişkiyi nasıl çözeceğiz? Burada suçlu salt siyaset değil tabii. Yani adam kendi çocukları için çürük bir bina yapıp içinde yaşıyorsa, bununla ilgili af başvurusu yapıyorsa, devlet ne yapabilir? Ben bu tartışmaların tek bir etmen üzerinden ilerliyor olmasından rahatsızım. Sanki tek bir etmen kötü ve en temiz vicdan ise bize ait. Halbuki sorunun büyümesine hepimizin parça parça katkıları var. Siyasetin, bürokratik ilişki biçiminin, teknik elemanların, denetim firmalarının, ticaret yürütenlerin, toprak sahiplerinin, inşaat emekçilerinin... 17 Ağustos 1999 depreminden sonra Kocaeli’de iki bin tane bina için yıkım kararı çıkmış. Bunlardan 800 tanesinin hak sahipleri başvuru yapıp, yıkım kararını kaldırmış. Bin iki yüz tane bina da hâlâ yıkılacak şekilde duruyor. Kocaeli Barosu’nun binası yıkım kararı olan binalardan ve avukatların hepsi burada kiracı. En eğitimli sınıf olarak görebileceğimiz insanlar o binayı terk etmiyor. Ama, “Baroya siyaset karıştırmayacağız” diye binalarına afiş astıklarını görmüştüm. Şimdi burada kim siyaset yapıyor? Tüm bunları görmeden konuştuğumuz zaman, olayı sadece kendi sağır odamızda, ötekine nefret kusacağımız bir iletişim biçimine çeviriyoruz. Ben imar tartışmasına; ülkemizin nasıl bir arazi mülkiyet sistemine sahip olduğu ve insanların mülkleri ile sahiplik ilişkilerini konuşmakla başlamayı öneriyorum.
Amerika’dan daha özgür bir mülkiyet yapımız var
Siz doktora çalışmanızda özellikle 1945’lerden 1960’lara kadar olan dönemi inceliyorsunuz. Kırılmanın o tarihler arasında olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Önce bu maceraya nasıl atıldığımı anlatayım: Ben Yıldız Teknik Üniversitesi’nde Harita Mühendisliği’nde lisans okudum. Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nde zaman kavramı üzerine yüksek lisans tezi yazdım. Marmara Üniversitesi’nde ise Cumhuriyet Tarihi’nde de imar siyaset ilişkilerini içeren bir doktora tezi hazırladım. Doktora öncesinde Beyoğlu Belediyesi İmar Müdürlüğü’nde çalışmıştım ve tezim gördüklerimi disiplinize ederek yazma uğraşımla ortaya çıktı. Çünkü o çalışma yıllarında bu meselenin salt bazı kimseleri suçlayacağımız değil, çok girift bir konu olduğunu tecrübe ile gördüm. Bunu modellemek için de Cumhuriyet tarihine yöneldim ve 45-60 arasında hem CHP’ye hem DP’ye baktım. Gerçekten parti değiştiğinde sistem de değişiyor mu, sorusunun peşinde koştum. İki partinin de bu ülkeyi iyileştirme, muasır medeniyetlere çıkarma, çağdaşlaştırma, daha iyi hale getirmekle ilgili tezleri var. Aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı sonrası ve dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de köylerden kentlere göç yoğunlaşıyor. Bu araştırma esnasında imar tartışmalarının şehri belirleyen mülkiyet yapısını gözetmeden açıklanamayacağını gördüm. Osmanlı’da, 1858 Arazi Kanunnamesi öncesinde özel mülkiyet büyük oranda yoktu. Tarih derslerinden bilirsiniz, beş çeşit arazi vardır; mîrî, vakıf, mülk, mevât ve has arazi. 1858 Arazi Kanunnamesi’yle insanlar kullandıkları arazilerin tapularını devletten alıyor. Yüzde 90 oranında bir bedel ödüyorlar, yüzde 10’u ise kanunun ifadesiyle “padişahımız efendimizde“, yani kamuda kalıyor. Yani tapularda kamu hakkı devam ediyor. Cumhuriyet’in Medeni Kanun düzenlenmesiyle bu arazilerin kullanımından devlet çıkıyor ve tamamen vatandaşa ait oluyor. Dolayısıyla cumhuriyetin ilanıyla toprak mülkiyeti özelleşiyor. Mesela Yeşilköy, 1930’da batak olduğu için, tarımı desteklemek amacıyla bataklığı kurutan bir kişiye tapulanıyor. 1946 yılında, tarım amaçlı tahsis edilen yer, parsellenerek millete satılıyor. Ama devlet tarım temelli verdiği bir yerden, birisi imar hakkı elde edip sattığında ondan vergi almıyor. Yeşilköy’ün bataklıktan kurutma bir bölge olduğunu bilen devlet, bölgenin inşaata açılmasına izin veriyor. Çünkü tarım ayrı işliyor, imar ayrı. Devletin bu konularda koordinasyon geliştirmesi yıllar alıyor. Hatırlar mısınız, Ahmet Mete Işıkara Ataköy için, “Bir jölenin üstünde oturuyor gibi düşünün” diyordu. Ataköy, o dönemin TOKİ’si olan Emlak Konut tarafından inşa ediliyor. Ama, o bölgeyi yapılaştıranları ekrana çıkarsak şehir planlamada, mimarlıkta bize elli tane akıl verirler.
Söylemek istediğim şu: Biz imparatorluktan cumhuriyete geçtiğimizde özel mülkiyetle ilgili haklar, inanın dünyanın hiçbir yerinde olmayacağı kadar fazlalaştı.
Bugün Amerika’dan daha özgür bir mülkiyet yapımız var. Ancak bunu konuşmuyor, tartışmıyoruz. Hatta işin garip tarafı Türkiye’de sol entelektüellerin, Marksistlerin mülkiyet üzerinden bir sürü analizleri olsa da cumhuriyet dönemi mülkiyet sistemi ile ilgili yaptıkları neredeyse hiçbir çalışma yok. Sadece ATÜT tartışmalarını yürütüyorlar, o da devrim şartlarını konuşmak için. Sadece Ömer Lütfi Barkan’ın Arazi Kanunnamesi üzerine çalışmaları var. Bazı muhafazakârlar ise Osmanlı romantizmini anakronik bir biçimde aktarıyorlar. Kafasındaki Osmanlı’da herkes paşa hak ve yetkilerine haiz. Reayanın durumu ve yaşam şartları üzerinden analiz yapmıyor. Ancak Osmanlı mülkiyet sistemi ve üretim ilişkilerini konuşmadan ele alınan konular, romantik ifadelerin ötesinde bir anlam ihtiva etmiyor. Dolayısıyla muhayyel Osmanlı, tarihte yaşanan tecrübeyi veya aktırılan mirası anlamamızda da yeterli bir zemin oluşturmuyor.
İmar tarihimiz romantize ediliyor
Bugün karşılaştığımız problemlerin çözümü nerede?
Ben öncelikle mülkiyetin bu işte belirleyici olduğunu düşünüyorum. Sonrasındaysa imar hakları geliyor. Bizim ilk imar kanunumuz, Tanzimat Fermanı sonrasında, 1848’de Ebniye ve Turuk Nizamnamesi olarak ortaya çıkıyor. Öncesi için romantize edilerek anlatılan bir imar tarihimiz var: Kimse kimsenin güneşini kesmiyordu, herkes birbirine karşı şefkatliydi vs. Açık konuşalım, bunun nedeni tüm bunların önüne geçen bir kamu otoritesinin olmasıydı.
Hukuku koruyan bir sistem, mahalledeki raconu bozmayan bir organizasyon vardı. Osmanlı’da, padişah ailesinden değilseniz iki minareli camii bile yaptıramazdınız. Mahalle işleyişinde binaların birbirinin ışık hakkına saygısını müsadere sistemi ve kamu otoritesini gözetmeden açıklayamazsınız. Aslında anlatılan kamu otoritesinin işleyiş biçimidir.
Ülkedeki hayat devletin çok önünde gitti
Ebniye ve Turuk Nizamnamesi dediniz. Bu nizamname nasıldı?
Ebniye, bina demektir; turuk da yol, yani tarik. Yol ve yapı. Yani sadece imar değil, yol ve yapıları düzenlemek üzerine kurulu bir sistem var. Bu nizamname 1848’de çıkıyor,1923’e kadar 5-6 defa revize ediliyor. Nizamnamede binaların ahşaptan kagire dönüşümü öneriliyor ve kamusal kesintiler öneriliyor. 1926 yılında Türkiye’de Medeni Kanun kabul ediliyor. Ama bunun alt maddesi olarak imar kanunu yapılmıyor. 1932’de Ebniye ve Turuk Nizamnamesi’ni Latinize edip, adına Bina ve Yollar Nizamnamesi diyorlar. Peki Cumhuriyet’i ilan eden elit, köklü bir hukuk reformu yaparken, modernleşmenin en önemli hamlesi şehirlerken, niye şehircilikle ilgili özel bir kanun yapmıyor? Yeniden soralım, çünkü bu önemli bir soru: 1926’da kıyafetten eğitime çok köklü bir reform yapılan toplumda şehircilikle ilgili neden hukuki bir reform yapılmıyor? Türkiye’de imarla ilgili ilk müstakil kanunu Menderes yapmıştır. Hukuk tarihini okuduğumuzda, 1956’da İmar Kanunu çıkartılana kadar aslında şehirciliğin çok da önemsenmediğini görebiliriz.Batı’dan gelen plancılar şehirlere planlar yapmış, mimarlar da hep kamu binaları inşa etmiş. Le Corbusier’den Mimar Kemalettin’e Türk evi metinleri var ama bu neden yaygınlaşmıyor? İmar Kanunu 1956’da çıkıyor sonra da çok defa revize ediliyor. Bunun nedeni ülkedeki hayatın devletin çok önünde gitmesindendir. Hukuku yapan mantalite gündelik hayatı kuşatamıyor. Devlet de sürekli af çıkararak kontrol edemediği imarı sisteme dahil ediyor, enseyi karartmıyor. Türkiye’de teori sorunu yok. 1940’lı yıllarda Uruguay’daki konutlarla ilgili çalışmalar çevrilmiş. İsviçre kadastrosuyla ilgili kitaplar yazılmış. Dünyanın farklı yerlerindeki imar ve mülkiyet yapıları incelenmiş ama, gündelik hayatın sorunlarını çözebilen bir sonuca ulaşılamamış. Bizde ki asıl sorun; iman-amel bütünlüğü, teori-pratik bütünlüğünü imar meselesinde ortaya koyamamaktadır.
Kadastromuz ne zaman yapılmaya başlıyor?
Kadastro, vergi esaslı olarak mülklerin sınırlarının belirlenerek kayıt altına alınma işlemidir. Osmanlı döneminde tapular dağıtılıyor. Ama tapular çizgisel sınırları belirlemiyor. Tasvir esaslı bir kayıt sistemi kuruluyor. Cumhuriyetin ilanı sonrasında 1926’da, kadastro yapılmaya başlanıyor ve beş yıl içinde bitirilmesi hedefleniyor. Bitmeyince, beş yıl daha, beş yıl daha... şeklinde hedefler yenileniyor. Türkiye’nin tapu kadastrosu 2016’da bitiyor ve şehirlerin kadastro bitiş tarihlerine bakarsanız büyük oranda Menderes, Özal ve Erdoğan döneminde tamamlandığını görebilirsiniz. Şimdi de kadastroda 22-A diye bir uygulama var, bu uygulama kadastro kayıt sürecinde yapılan yanlışları düzeltmeyi hedefliyor; çünkü, insanların tapudaki alanlarıyla arazideki alanı örtüşmüyor. Devlet “Mühendislerimiz yanlış yapmış.” demiyor, “Yeniliyoruz.” diyor. Yeni bir kadastro yapma sorumluluğundan kaçılıyor. Bu durumda, sorumlunun hep vatandaş olduğu, memurun yetkisinin olduğu ama sorumluluğunun olmadığı bir hikâyeyi sürekli yaşamamıza neden oluyor. Oysa yetkin varsa sorumluluğun da olmalı. Bugün yaşanan depremden sonra Plancılar Odası açıklama yapıyor ve özetle “Yeni kurulan şehirlerde şehir planlamacılarını dikkate almıyorsunuz.” diyor. Sormak istiyorum, yıkılan şehirlerde verdiğiniz imar planları için sizin hiç mi sorumluluğunuz yok? O şehirlerde yapılar inşa edilirken neden “Burası jeolojik etüt olarak müsait değil.” demediniz? Ya da zemin müsait değilse, neden dava açmadınız? Bu ülkede siyasal meseleler yüzünden açılan birçok plan iptali davası var.
Merak ediyorum, zemin etütleri gerekçe gösterilerek kaç tane iptal davası açtı, Plancılar Odası? Teknik eleman yetersizliğinin yanında bizim teknik bilgimizle alakalı da sıkıntılar da var. Maden Tetkik Arama’dan jeolojik haritalar çıktı, herkes parseline baktı. Kadastrosu bitmemiş bir ülkede hangi parselin altından fay hattı geçtiği belirlenemiyordu ki! Ayrıca, zemin etütlerinin parsel bazlı yapılması gerekiyor. Benim rastladığım bir olay anlatayım: Beykoz’da bir müteahhit, yaklaşık bir milyon dolarlık bir köstebek aleti alıp, bir tünel açmak istedi ama alet yer altına girdikten 50 metre sonra köstebek bir yere saplanıp kaldı. Müteahhit sinirlenip jeoloğu çağırdı, çünkü jeolojik haritaya göre saplanmaması gerekiyordu. Jeolog, “Efendim ben de bilemezdim” dedi. “Nasıl bilemezsin? Senin haritana göre yaptık” deyince, jeolog “Bizim hata payımız otuz milyon yıl” cevabını verdi. Jeologların hata payı otuz milyon yılmış, ellerindeki veriye göre. Bilim kutsal bir inektir, lafı burada bence anlamını buluyor. Olaya bir de tersinden bakalım, sizce Sevan Nişanyan bu ülkeden niye kaçmak zorunda kaldı? Adam bir köy evi restore ederken, “Burası sit alanıdır.” dediler. O da ruhsat istedi, “Burada kadastro yok.“ dediler. “Kadastro yapın.“ dedi, yapmadılar. Adam da olayı inada bindirdi. Aslında rijit bir adam olarak bizim imar kanunun iki yüzlülüğünü ifşa etti, ederken de kanunun yersiz uygulamasını yaşamak zorunda kaldı. Çok devrimci bir duruşla aslında hepimizi irkiltti. Üstelik kimse şu deprem sürecinde kendisine hak ettiği itibarı göstermedi. Ben son tahlilde Sevan Bey’in mücadelesini çok önemsiyorum. Bu adam Türkiye’de imar kanunundan ceza aldı. Bu ülkede kim imar kanununa muhalefetten bu kadar ceza aldı? Tezimi yazdıktan sonra ben de kendisini hapishanede ziyaret ettim, Cumhuriyet tarihinde imar kanunun uygulama sorunlarını ifşa eden bir kişi olarak saygılarımı sundum.
İş görgüsünün aktarımı Almanya’ya göç ile kesintiye uğradı
Çok tartışmalı olsa da (Örneğin Le Corbusier tarafından eleştirilse de) Cumhuriyet’in ilk yıllarında İstanbul’un imar planı aslında Fransız mimar Henri Prost tarafından yapılıyor. Bu plan neden sağlıklı biçimde uygulanamıyor?
Atatürk’ün daveti sonucu birçok yabancı plancı İstanbul ve Ankara’ya geliyor. İstanbul’u planlama işine 1939’da başlayan Prost 1950’de bu işi bitiyor. Ama gelin görün ki 1951’de bu planlar belediyeden çalındı, deniliyor. Bununla ilgili hiçbir arşiv kaydı yok, gazete kupürleri var. Devlet o planlar ortaya çıksa da uygulayamayacağını biliyor. Muvazaalı bir ilişki, yani danışıklı dövüş var. Türkiye’de bir sürü planlama yapılmış fakat hep tadil edilmiş. Plan kültürü olmadıktan sonra yabancı uzmanlıktan hizmet satın almak işleri çözmüyor. Ayrıca, konut malzemesi teminini de ele almamız gerekiyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan önce konut malzememizin çoğu Avrupa’dan geliyordu. Savaş çıkınca bize konut malzemesi gelmiyor. Bu noktada, “Geleneksel malzememiz vardı ama biz bu tekniği terk ettik” diyenler de var. Tamam, geleneksel malzemen vardı ama şehirlerin nüfusu arttığında bu tarz bina yapımı uygulanabilir bir öneri olmaktan çıktı. Ben köyde kendime kerpiç ev yaptım, kerpiç taraftarıyım. Ama bunu şehirlerde romantize etmek yerine uygulamalarını göstermeniz gerekir. Tuğla dediğiniz de pişmiş topraktır ve en nihayetinde dışını toprakla sıvayınca kerpiçten farkı olmaz. Ama o sıva bir süre sonra dökülecektir. Hangimiz bununla uğraşacak efor ve ekonomiye sahibiz? Geleneksel malzemeyi terk edişimizin nedeni yapmayışımız değil, yeni hayat şartları içinde anlamını kaybetmesi. Her yıl bina sıvamak emek ister. Köyde bile zor olan bu uygulama, İstanbul’da ne kadar mümkün olabilir. Mümkün diyorsanız gelin bunun ekonomisini konuşalım derim. Şu an Türkiye’nin malzeme sorunu yok. Malzemenin pahalılığı sorunu var. Betonun metreküpü Avrupa Yakası’nda 2018 yılında 400 lira iken şimdi 2 bin 700 liraya çıkıyor. Ahşaba dönsek, ithal malzeme ve bunun fabrikasyon uygulamalarının ülkemizde alt yapısı zayıf. Malzemenin yanında bir de iş görgüsü problemimiz var. İş görgüsü nedir derseniz, Şehrin Ahşap Zamanı adlı kitabını da geleneksel evlerin yapım sürecini anlamak açısından meraklılarına önerebilirim.
Türkiye’de iş görgüsünün aktarımı ustaların çoğunun 1960’lı yıllarda Almanya’ya göç etmesiyle kesintiye uğruyor. Bu göç sürecinde Türkiye’de usta olma görgüsüne haiz meslekler ölüyor ve bunu hiç kimse konuşmuyor.
Bunun yanında Varlık Vergisi esnaf ve ticaretin rayını değiştiriyor. Şehirlerin imarı meselesinde; mülkiyet, imar kanunları, teknik insan unsuru, malzeme, iş görgüsünü konuştuk. Bir de buna bunu kullanacak insanları ekleyelim yani Anadolu insanını. Burada sadece bizleri de kastetmiyorum. Atina’da İstanbul’dan oraya giden Rumların semtindeki apartmanlar diğerlerinden daha yüksek. Sivas Şarkışlalı Ermeni bir arkadaşım Buenos Aires’e Arjantin’in en büyük binasını yapıyor. Niye? Çünkü adam Sivaslı. Bu coğrafya Hititlerden beri kendi kendini sürekli revize eden, yaşama tutunmak için bir sürü sebep üreten insanlardan oluşuyor. Dolayısıyla bu insanların bir iş yapma görgüsü, tarzı var ve bunu konuşmamız lazım. Ben köyde ev yaparken inşaat mühendisi, mimar arkadaşımdan bilgi almaya çalıştım. Ev bitti, ürettiğim evden ben de memnun olmadım.
Zaten ilk evi; düşmanına, ikinci evi dostuna üçüncü evi kendine yapacakmışsın. Bu sözü, evim bittiğinde öğrendiğimde, Anadolu irfanını yine ıskaladığımı fark ettim.
Mimarlık hizmeti almayı bilmiyordum, ihtiyaçlarımı sıralamayı bilmiyordum. Zaten dikkat ederseniz köy ve kır evleri fantastik isteklerle başlar ama sonra yaşatılamaz. Dolayısıyla insan unsurumuzun mimarlık hizmetini nasıl alacağını, nasıl bir ihtiyacı olduğunu konuşacağımız bir zemine gitmemiz gerekiyor. İnsanlar şu an teknik bilgiye boğulmuş durumda ama kendi ihtiyaçlarını belirlemiyor. Özetle ben sorunda hepimizin paydaş olduğu hikâyemizi çözüm odaklı tartışmamız gerektiğini söylüyorum.
Malzemeyi kutsal görmek mantıklı değil
Ama çok katmanlı ve çok umutsuz bir tablodan bahsediyorsunuz...
Umutsuz değilim, aksine çok umutluyum. Türkiye’de insanlar, “milyonlarca liraya ev de alsam, rezidanslarda da otursam ölebilirim” gerçeğini gördü. Dünyanın aksine Türkiye’de apartman daireleri müstakil evlerden daha pahalı. Bu Türk tipi konfor anlayışımızın bir sonucudur. Normalde yola yakın binalara rağbet olmaz. Ama İstanbul’da camı TEM’e açılan binalar çok pahalı. Bu bizim burjuvazimizin görgü düzeyini, ihtiyaç analizlerinin estetiğin önünde olduğunu gösteriyor. İlber Ortaylı’nın güzel bir lafı var: “On kişi bir apartmanı yönetemiyor ama demokrasi konuşuyoruz.“ Başaramadığımız için, yönetimi de siteden satın alıyoruz. Peki Türkiye’de kamu bize neyi sağlamadı? Güvenlik, koordinasyon, yeşil alan ve otoparkı... Müteahhitler bize yirmi yıldır Türkiye’de neyi satıyorlar? Güvenlik, otopark ve yeşil alanlar. Kamuya açık olması gereken yeşil alan terklerini de duvarlarla çeviriyorlar. Oysa bunlar bizim kamusal haklarımızdı. Kamusal hakların savunulmadığı, sırf malzemeye, estetiğe dayalı tartışmaları bizi sorunlarımızı çözebileceğimiz zeminden uzaklaştırıyor. Malzemeyi kutsal görmek mantıklı değil. “Müslüman evlerini ahşaptan, ibadethanelerini taştan yapardı. Çünkü hayatın geçiciliğine inanıyordu” diyorlar. Güzel aforizma. Peki Kudüs’teki adamlar Müslüman değil mi? Bu sözler edebi olarak estetik ve romantik olabilir. Ama bunu düşündüğünüzde bunu iman kidesi gibi görmeyelim. Kudüs’teki Müslümanı da düşünün, Müslümanların farklı coğrafyalarda farklı çözümler bulduğunu ihmal etmeyelim. Coğrafyanın sunduğu malzeme ve imkân üzerinden ırksal veya dinî analizler yapmak sorunlarımızı çözmüyor.
Peki şimdiden sonrasına bakalım: Uçlardan birinde TOKİ var, diğerinde geleneksel mimari yöntemlerini savunanlar... Siz çözümü nerede görüyorsunuz?
Ben TOKİ’nin pratik iş yapma biçimini önemsiyorum, bunun nedeni TOKİ’nin sağlam zemine, temeli sağlam ve geometrik olarak basit binalar yapması. Ve bunu geniş kitleler için ekonomik olarak Türkiye’nin tümünde sunabilmesi. Binalar tek tip, bu inşa biçimi estetik değil, yeni bir insan ilişkisi önermiyor. Ama bu ülke insanının ev umudunu kitleler hâlinde çözüyor. Estetik değil, ama ekonomik ve ergonomik. Başka bir hâl mümkün mü? Bu kadar nüfusa kamusal altyapısı hazır bu kadar bina inşa etmenin başka bir yolu var mı, ben bilmiyorum. Alternatifler denenmeli ve sunulmalı. Ama bu ülkede Datça’dan Van’a; Hatay’dan Fatsa’ya sivil mimaride örnekler neden hep aynı? Neden sivil mimaride coğrafya gözetilerek farklı inşa teknikleri ya da malzemeler tercih edilemiyor? Kentsel Dönüşüm kanunu bile bina bazlı uygulanıyor ve yeni yapıların beton kalitesinin yükseltilmesi için kullanılıyor. Kişiler tüm harçlardan muaf bir biçimde sadece beton kalitesini yeniliyorlar. Halbuki ada bazlı kentsel dönüşüm yapılsa şehirlerimizin otopark ve yeşil alan sorunları çözülebilirdi. Değer esaslı kentsel dönüşüm hedeflense mülk sahipleri de mağdur olmadan bir sistem kurulabilirdi. Bu kadar bireyci davranan, mülkiyet konusunda, bu kadar sınırsız sorumsuz liberal bir devlette kamusal bir menfaat üretemiyoruz. Bu nedenle TOKİ, yetmez ama evet denilmek zorunda kalınan bir organizasyon olarak işlevini sürdürüyor.
Fikirtepe, İstanbul’a yapılan en büyük ihanetlerden biri
Fikirtepe karşımızda sert bir örnek olarak duruyor. Orada da ada bazında bir dönüşüm yapılmak istendi ama yine olmadı.
Fikirtepe’nin adı nereden geliyor? Marmara Üniversitesi, Göztepe SSK’dan bugünkü Merdivenköy yoluna gelene kadar her yer Beşinci Murat’ın av köşkünün arazisidir. Burada, Beşinci Murat, fikir tartışmaları yürüttüğü için bölgeye Fikir Tepe denilmiş. Beşinci Murat’ın vefatı ardından çocuklarına kalıyor. Cumhuriyet’le beraber Padişah mülklerine el konuluyor ama şehzade mülklerine dokunulmuyor. 1952’de Padişah ailesinden kadınlar, 1974’te erkeklerin girişine izin veriliyor ama o zamana kadar belediye, bu insanların mülklerini haksız bir şekilde vatandaşın işgaline göz yumuyor. Şuyulandırma ile işgalcileri mülk sahibi yapıyor. Bu satış sonrası orada bir gecekondu mahallesi kuruluyor. En sonunda da imar planı yapılıyor. Emsal-2 idi orası, bu da bin metrekareye 2 bin metrekare inşaat yapılabilir anlamına geliyor. Dönüşüm esnasında emsal-4 yapıldı, yani bin metrekareye 4 bin metrekare inşaat yapılabilir denildi. Bence İstanbul’a yapılan en büyük ihanetlerden biridir. Sonuçta oradaki dönüşümde müteahhitler battı.
İstanbul’da gayrimenkul, imar artırılarak değil azaltılarak, değer esaslı olarak gelir üretilmesi gereken bir döneme girdi.
Hem deprem güvenliği hem ekonomi açısından imarı azaltmak ve kamusal alanları arttırarak şehirlerimizi rehabilite etmek lazım.
Fatih’in hakkını korumayan sizin de hakkınızı ihlal eder
Okmeydanı’da aynı durumda...
Orası da olduğu gibi Fatih’in vakfiyesidir. Fatih vakfiyesinde -vakfiyelerin biraz abartılı metinler olarak kaleme alındığını unutmayın- diyor ki, “Buraya gavur sokulmaya, kuş dahi uçurtulmaya.” Peki Fatih’in Okmeydanı vakfiyesini kim bozuyor? Şark Kahvesi’nin sağ tarafı ile sol tarafını farklı ideolojik idiyete mensup insanlar işgal ediyor. Kentsel dönüşüme gidiyorlar ama malik olarak Fatih Sultan Mehmed Vakfı görünüyor. Peki bunun mülkiyet sorununu nasıl çözecekler? Bunun için oradaki mülkü Edirne’deki başka bir mülkle trampa ediyorlar. Peki kardeşim bu şehri fetheden Fatih’in hakkı ve hukuku ne olacak? Fatih’in hukukunu konuşmayanların, oradaki işgalcinin hakkını konuşmaları caiz değildir. Bu işleyiş sağlıklı bir hukuk üretmez. Bunu gözetmeden inşa edeceğiniz şehirlerde yarın sizin de haklarınız ihlal edilecektir.
Batıkent’le Başakşehir yapılarının niye birbirinden farkı yok?
Bir de yatay mimari meselesi var. Bu gerçekler üzerinden yatay mimariye nasıl bakıyorsunuz?
Sosyal medyada, “Yatay mimari İstanbul’da yapılmalıydı, bir proje hazırlandı, siyasiler de bunu reddetti, dolayısıyla işler kötü bir yere gitti” diyorlar. Şunu soralım: Yüz bin kişilik bir yatay mimari projesi için kaç dönüm arazi lazım? Bu arazinin kanalizasyon, su, elektrik, telefon, asfalta ne kadar yatırıma ihtiyacı var? Sonra bunun merkezle irtibatına, ulaşım imkânlarına ilişkin ne kadar altyapı yatırımına ihtiyaç var? Bunların maliyetini nasıl karşılayacağımızı konuştuktan sonra TOKİ uygulamalarını tartışırsak çözüm odaklı bir tartışma zemini elde ederiz. Batıkent’le Başakşehir yapılarının niye birbirinden farkı yok? Birini SDP, birini RP yaptı. İki farklı ideolojinin binaları ve yapı tipleri aynı. Ben de TOKİ’yi estetik bulmuyorum ama aksini yapmak için bunun ekonomisini tartışmamız gerekiyor diyorum. Şehir meselelerinde estetik, ekonomi ve ergonomi, bu üçü aynı anda tartışılmalı. Ben size sorayım: Türkiye’de mimarlık anlatanların ve uygulayanların kaçı bir Türk evi inşa etti? Ya da restore ederek işyeri veya ofis olarak kullandı? Neden kimse Süleymaniye’de bir evi restore edip oturmadı? Ofis olarak kullanmadı? Ya da Bursa’da çirkin TOKİ binaları hep gündem oluyor. Ama Bursa Tophane’de Bursa yerlilerinin çoğu dedelerinden kalan evleri restore ederek oturmuyor. Turizm dışında Osmanlı mahallelerinden ülkemizde yaşayan yer neden çok az? Neden kimse dedelerinin evlerinde oturmuyor. İstanbul’da Bağdat Caddesi’nde, Nişantaşı’nda Fatih’te dedelerinin köşklerini kimler kat karşılığı verdi?
Bunu deneyenler var fakat bu da bir ekonomi değil mi? Her mimar bir Türk evinde oturacak kadar gelire sahip olmayabilir...
Tartışmak istediğim de tam olarak bu sözleriniz. Sonuçta mesele estetize etmek değil, ekonomisini, ergonomisini birlikte kurmak. Ben TOKİ estetiğine mahkum olalım demiyorum ama geleneksel evler kurma tezini işleyenleri de uygulamaya davet ediyorum. Şu an 10 milyon kişinin etkilendiği deprem bölgesinde, çadırda yaşayan insana ne vaat ediyorlar? Twitter’da “Hatay kuruluyor ama TOKİ mi kuracak?” diyorlar. Tamam, Hatay’da TOKİ dışında farklı ideolojik idiyetlere mensup grupların köy ve kasaba inşa örneklerini görelim. Çıksınlar ve depremzedelere “Siz on yıl daha çadırda yaşayın, biz size estetik şehirler kuracağız” desinler. Kimse kimsenin hayatını sübvanse edemez ki! Modern dönemde annenizin evine gitseniz kalamazsınız. Bizim bu kadar ağır bir tablo karşısında estetik meselesini konuşurken bu kadar insanın hayatını da düşünmemiz gerekir. Demokratik bir sistemde depremzedelerle referandum yapsak ne seçerler acaba? Kamu otoritesi her şeye rağmen farklı bir yol seçebilir de. Ama maddi imkânların sınırlı olduğu, hayatın hızlı aktığı, kimsenin uzun vadeli bedeller ödemek istemediği bir vasatta yapılana herkes razı olmak zorunda. Benim derdim kötümserlik yaymak değil, sorunları ne kadar doğru tespit edersek çözümü de o kadar sağlıklı konuşuruz, diye düşünüyorum.