Nükte
Başkalarını bilmem ama, ben, çok ağır bir yükü sırtlanan devlet adamlarının ve politikacıların az çok mizah duygusuna sahip olmaları gerektiğine, bu duygunun onları için bir emniyet supabı olduğuna inanıyorum. Keskin sirkenin küpüne zarar verdiğini unutmamak gerekir. Esasen, politikacılığın olmazsa olmaz şartlarından biri olan hitabet, birbiri ardınca düzgün cümleleri sıralama becerisinden başka meziyetleri de gerektirir.
- Ma’lûmdur benim sühanım mahlas istemez
- Fark eyler ânı şehrimizin nüktedanları
Nedim’in bu çok ünlü beytinde “nüktedanlar”la zeki, incelikten anlayan ve aynı incelikle karşılık verebilen insanlar kastedilir. Eski metinlerde yapılacak basit bir tarama nüktenin zekâ ve zarafetle neredeyse eşanlamlı kullanıldığını gösterecektir. Avrupa dillerinde ruh anlamındaki esprit kelimesinin aynı zamanda nükte anlamına gelmesi tesadüf olmasa gerek. Nükte bütün sözlüklerde aşağı yukarı aynı kelimeler kullanılarak açıklanır: “İnce anlamlı, düşündürücü, zarif ve şakalı söz, derin anlam, espri...”
Sözlük yazarları, hangi kelimelerle izah etmiş olurlarsa olsunlar, nüktenin zekâ ve dolayısıyla ruhla ilişkili olduğu gerçeğinde birleşirler. Bergson, mizahın felsefesini yaptığı, Türkçeye Mustafa Şekip Tunç tarafından Gülme adıyla çevrilen ünlü eserinde, zekâya dayanmayan komik sözün onu söyleyene güldürdüğünü, nükteli sözde ise üçüncü bir kişiye yahut kendimize güldüğümüzü söyler.
Nüktenin ilk şartı mizah duygusuna sahip olmaktır. Mizah, derin ve hazmedilmiş bir kültürle beslenen ince bir zekâ gerektirir ve her zaman zekâya hitap eder. Zekâ ve derin kültür, sahibine, hadiselerin komik ve trajik taraflarını hemen sezinleyip nükteye dönüştürerek görülebilir hâle getirme imkânı verir.
Kaliteli nükte, sadece zekâya değil, kullanılan dilin zenginliğine de bağlıdır. Edebiyatımızın geçmişindeki nükte bolluğunun sebebi, eski edebiyat adamlarının daha zeki olmaları değil, zekâlarına asırlar içinde oluşmuş zengin, incelikli ve nüanslı Türkçenin dehasını ilâve etmeyi başarmalarıdır. Kolu kanadı kırılmış, acımasızca budanmış bugünkü Türkçenin nükteye muktedir olmadığı kanaatindeyim. 1960’lara kadar hemen hiçbir sanat ve edebiyat adamı yoktur ki, üç beş güzel nüktesi meşhur olmamış olsun! Süleyman Nazif, Yahya Kemal, Ahmet Haşim gibi bazı isimlerin nüktedanlıkları ise şairlikleri kadar meşhurdu. İma, istihza, kinaye, cinas... ne varsa hepsini büyük bir ustalıkla kullanırlardı. İnanmayanlar, bu konuda yazılmış kitaplara müracaat edebilirler. Benim aklıma bir çırpıda onlarca kitap geliyor. Eski Letâif kitapları, Faik Reşad Bey’in Letâif-i Rivayat’ı, Abdülhak Şinasi Hisar’ın Geçmiş Zaman Fıkraları, Hilmi Yücebaş’ın Hiciv Edebiyatı Antolojisi ve Türk Mizahçıları, Necdet Rüştü Efe’nin Türk Nüktecileri vb.
- Mizah duygusuna sahip adam, birtakım meziyetlere ve özel melekelere sahip olmakla beraber kendinde olmadık meziyetler vehmetmeyen ve gerektiği zaman kendi kendisiyle acımasızca alay edebilen adamdır; zekâsını “hezl” vadisinde heccavlıkla israf etmiyorsa bilgeliğe doğru yol alıyor demektir.
Mizah, bütün meleke ve meziyetlerin dengesini bulduğu noktada başlar demek daha doğrudur. Unutulmaz nükteler hep bu dengeyi yakalayan özel insanlardan “sâdır” olmuştur. Bazan yerinde bir nükteyle saatlerce tartışılarak halledilemeyecek bir mesele zarafetle halledilebilir, ortam yumuşatılabilir, hatta karakter portreleri çizilebilir. Bir gün Süleyman Nazif’in de bulunduğu bir mecliste, Abdullah Cevdet’in mesanesindeki taş yüzünden hasta yattığını söylerler. Hemşehrisinin merhametsizliğini düşünerek acı acı gülümseyen Nazif, “Desenize” der, “kalbi mesanesine düşmüş!”
Nükte her zaman güldürmez; acıtır, üzer ve düşündürür de... Ahmet Hâşim, bir ara parasız kalınca, telif ücretlerini vermekte sürekli nazlanan yayıncısına gitmiş ve ödeme yapması için ısrar etmiş. Adam “Gözlerimden biri camdandır. Hangisinin cam olduğunu bilirseniz, istediğiniz parayı hemen veririm!” demiş ve zavallı şair gözlerine dikkatle bakıp sağ gözünün cam olduğunu söyleyince bunu nasıl bildiğini hayretle sormuş. Hâşim’i cevabı müthiştir: “İlk defa olarak o gözünüzde bir insaf parıltısı gördüm!”
Nükte, kullanmasını bilenler için aynı zamanda son derece tesirli bir silahtır; özellikle politikacıların rakipleriyle mücadele ederken işlerine çok yarar. İngilizlerin hazırcevaplığıyla meşhur başbakanı Disraeli, bu silahı rakibi Gladstone’a karşı ustaca kullanırdı. On dokuzuncu yüzyıl sonlarında Birleşik Krallık’ta birkaç defa başbakanlık yapan bu yaman politikacıya bir gün talihsizlikle felâket arasındaki farkı sorarlar. Cevap harikadır: “Gladstone eğer Thames nehrine düşerse, bu bir talihsizliktir. Ve şayet biri onu kolundan çekip kurtarırsa, o bir felâket olur.” Churchill de son derece esprili bir politikacıydı. Mesela bir gün Muhafazakâr Parti’den istifa edip küçük bir partiye geçen bir milletvekili için, “Şu anda, tarihte ilk defa olarak bir farenin batmakta olan bir gemiye doğru yüzdüğünü görüyoruz!” demişti.
Disraeli gibi büyük bir nüktedan olan Keçecizade Fuad Paşa’nın ise kendisini ve Tanzimat devrinin iki büyük ismi olan Âlî Paşa’yla Koca Reşid Paşa’yı şöyle tarif ettiği söylenir:
Farz edelim ki, üçümüz bir köprünün başındayız. Ben hiç düşünmeden basar geçerim. Âlî Paşa köprünün sağlam olup olmadığını, nehrin daha uygun bir yerinde geçit verip vermediğini adamakıllı araştırır. Reşid Paşa ise bir tabur asker geçmeden köprüye adımını atmaz.
Politikada “humour” ve nüktenin ne kadar önemli olduğu, Disraeli, Churchill, Keçecizade Fuad Paşa, hatta Süleyman Demirel gibi, zarif bir nükteyle rakibine “ağzının payını veren” yahut hoş bir fıkra anlatarak ortamı yumuşatan politikacılar, bağırıp çağırarak üste çıkmaya çalışan nükte züğürdü politikacılarla karşılaştırıldığı takdirde daha iyi anlaşılacaktır.
Başkalarını bilmem ama, ben, çok ağır bir yükü sırtlanan devlet adamlarının ve politikacıların az çok mizah duygusuna sahip olmaları gerektiğine, bu duygunun onları için bir emniyet supabı olduğuna inanıyorum. Keskin sirkenin küpüne zarar verdiğini unutmamak gerekir. Esasen, politikacılığın olmazsa olmaz şartlarından biri olan hitabet, birbiri ardınca düzgün cümleleri sıralama becerisinden başka meziyetleri de gerektirir. Mizah duygusuna sahip olmayan ve dilin bütün imkânlarını kullanarak konuşmasını etkili nüktelerle, gerektiği zaman da ironiyle zenginleştiremeyen politikacı, normal bir cemiyette başarılı olamaz.
Mizah yerine Avrupa dillerindeki “humour” kelimesini tercih eden ve Türkçede bu kavramı karşılayacak herhangi bir kelimenin bulunmadığını düşünenler vardır. Bir insan, hayatın ümitsiz ve karanlık görünen anlarında bile, onun komik taraflarını görebiliyor, karanlığın içindeki ışığı fark ederek ümidini koruyabiliyorsa, başkalarının kendisindeki acayip halleri nükte konusu yapmalarına kızmadığı gibi, aleyhinde söylenen nükte ve anekdotları da zevkle anlatabiliyorsa, onun bu meziyetine mizah veya humour denmesi ne fark eder?
Nükte yapmak kadar nükteyi anlamak da zekâ işidir. Eskiler, güzel konuşan, zekice nükteler yapabilen ve güzel fıkra anlatabilen kişilere, bulundukları meclisi süsledikleri, yani neş’eyle renklendirdikleri için “meclis-ârâ”, söze hükmettikleri için de “mîr-i kelâm” derlerdi. Onlar nüktedan, nüktegû, nüktepîrâ, nükteşinas adamlardı. Ağızlarından bal akar, taşı gediğine koyar, hele meclistekilerden çoğu zeki insanlardan oluşuyorsa coşarlardı.
Aptalların çoğunlukta olduğu bir toplukta zekâ işe yaramaz. Zekâ zekâyı bileyip keskinleştirir. Zeki insanlar bir araya geldikleri zaman -eğer ortam da uygunsa- nüktelerin birbiri ardınca şimşekler gibi çaktığını, daha doğru bir deyişle, zekâların çarpıştığını görürsünüz. Eskiler nükteden anlayan, kendisine yönelik bir ima, hatta istihza taşısa bile nüktenin hakkını verenlere de nüktebîn, nüktesenc, nüktever derlerdi. Kaliteli nükteler onların da bulunduğu ortamlarda doğar. Ekmeklerini insanları güldürerek kazanan şovmenler, ağızlarını daha açmadan kahkahayı basan aptallar yüzünden nükteyi ucuzlatmışlardır.
Şunu unutmamakta fayda vardır: Nükte yerinde yapıldığı, fıkra en uygun zamanda anlatıldığı, ironi ustaca kotarıldığı takdirde işe yarar. Sürekli nükte yapmaya çalışarak insanları güldürmekten ziyade bıktıran adamlara “espri budalası” denir. Shakespeare diyor ki: “Nükte saatini kuruyor; gong, zamanı gelince vuracak.”