Nihayet Dergisi Türkiye'den ve dünyadan kitapları sizin için derledi.
Türkiye'den kitaplar
Osmanlı padişahları arasında hakkında en çok çalışma yapılan isim şüphesiz II. Abdülhamid. Gerek tahta çıktığı dönemin sıkıntıları gerek saltanat yıllarındaki yönetimi sebebiyle akademik çevreler, araştırmacılar ve yayıncıların her dönem ilgi odağıyken son yıllarda adına doğrudan dizi film de çekildi. Sayısız eser arasından özgün örnek bulmamız zorlaşsa da Necmettin Alkan’ın elimizdeki çalışması istifade edilen kaynaklar ve kurgusu bakımından birçok eserin arasından sıyrılıp dikkat çekiyor. Alkan, Türk tarihçilerinin bugüne kadar yapmadığı bir şey yapıyor. II. Abdülhamid’in şahsını, dönemini ve olayları o dönem yayımlanmış karikatürler üzerinden anlatıyor. Karikatürleri hangi olay üzerine, kim tarafından, neden ve nasıl çizildiği bilgileriyle derliyor. Yazarın çalışması bize karikatürcülerin mensup olduğu milletin, yaşadığı coğrafyanın düşünce yapısını nasıl etkilediğini ve bunu eserine ne şekilde yansıttığını da gösteriyor. Karikatürlerle Sultan II. Abdülhamid, Türk, Alman, İngiliz, Fransız, Rus, Yunan, İtalyan ve Amerikan gibi farklı milletlerden çizerlerin aynı döneme ait karikatürlerini karşılaştırmalı olarak okuyabileceğiniz bir eser.
John Lukacs’ın tarihçiliğini birkaç cümle ile tanımlayabilmek hayli zor, çetinceviz bir tarafı saklı tutuyor kendinde. Ketebe’nin yeniden yayımlamaya başladığı kitapları bazı ipuçlarına ulaşmamızı sağlıyor yine de. Önce temel yaklaşımı: tarihçi objektif olamaz. Kastının gerçeği tüm cepheleri ile yansıtmanın mümkün olmadığını, dolayısıyla durulan yerin altının çizmesi gerektiğini anlıyoruz. Macar asıllı Amerikalı tarihçimiz de kendi tarih yazımında bu prensibi uyguluyor. 20. yüzyılın otopsisine giriştiği son kitabında olabildiğince rahat ve içine nüfuz edilebilir diliyle yüzyılın tabularını alt üst etmeye girişiyor. Dünya savaşları ve sonrasını analiz ederken içine soğuk savaşı da katarak “bu çağ milliyetçilikler çağıydı” demekten geri durmuyor. Sosyal bilimlere meraklı okuyucuların yeni bir metot sunması sebebiyle Lukacs’a bigane kalmayacaklarını, tarih okurlarınınsa ezberleri bozmak maksadıyla kitaplarını dikkatle takip edeceklerini ümit ediyoruz.
Pürüzsüzlüğü çağımızın alameti olarak tanımlıyor Byung-Chul Han. Pürüzsüz olanın güzelin en önemli ölçütü kabul edildiği bir zamandan dem vuruyor. Akıllı telefonlarımızın pürüzsüz ekranlarındaki like/beğen tuşundan ibaret estetik beğenimizi hedef alıyor. Güzelin canına kasteden, tahtına göz koyan pürüzsüzlüğün ipini pazara çıkarıyor. Fakat sadece bununla da kalmıyor. Çağın tüketim içinde boğulmaya mahkûm ettiği, öznelliğin tahakkümündeki güzeli yeniden düşünmeye davet ediyor okuyucuyu. Hakikat, ahlak, politika ve hatta felaketle arasındaki sahih akrabalığın izlerini sürüyor. Hülasası, okura felsefenin hâlâ bütün görkemiyle hayatına devam ettiğini ve söyleyecek birçok sözü olduğunu hatırlatıyor. Eserleri ondan fazla dile çevrilen Byung-Chul Han, sade üslubuyla felsefeyi akademinin sıkıcı koridorlarından hayatımızın geniş meydanına taşıyor. Ve her satırında okuyucuyu sadeliğin görkemli diliyle şaşırtmaya ve sarsmaya devam ediyor.
Bauman’ı bir modernizm düşünürü olarak değerlendirmekte bir beis yok, hem çağa tanıklık etmesi hem de onu analizleriyle parçalaması sebebiyle. Onun yaklaşım ve yazım tarzında gözlemlenebilecek en önemli unsur şüphesiz gündelik eleştirileri derinleştirmesi ve neredeyse herkesin aklına gelebilecek bir basitlikte ele aldığı konuları masaya yatırmasıdır. Iskarta Hayatlar “atık” kavramının sorgulandığı, hem yaratıcı süreçleri hem de üretim süreçlerini konu edinmesi nedeniyle indirgemeci bir yaklaşımdan hayli uzak, ezber yargıların tekrarlanmadığı bir eser. “Iskartaya çıkarılmanın sosyal açıdan bir yersiz yurtsuzluğa, dolayısıyla özgüven yitimi, hayatın amacının yitirilmesi gibi duygulara yol açacağı” meselesi modernizmin safralarının nereye gittiği sorusunu da beraberinde getiriyor. Bakış kuşunu modernizme yeniden ve yeniden döndürürken, bir de Bauman’ı dinleyin!
Osmanlı topraklarında Peygamber (sav) sevgisi başat bir yer tutuyor hayatın her alanında. Bu yüzden 15. yüzyılda Gelibolulu Yazıcıoğlu Mehmed tarafından kaleme alınan ve Peygamber’in (sav) hayatını konu alan Muhammediye isimli bu eser yüzyıllar boyunca toplumun her kesimi tarafından okunmuş, ezberlenmiş, tıpkı mevlid gibi bestelenerek dilden dile söylenegelmiştir. Neredeyse her evde nüshası bulunan bu eserin kapsamlı bir incelemesini ve 9000 beytin günümüzde kullandığımız Latin harflerine çevrilmiş hâlini de içeren nüshasını Âmil Çelebioğlu yayına hazırlamıştı. Çelebioğlu’nun doktora tezi olan bu eser, sadece Muhammediye’nin değil, Yazıcıoğlu Mehmed’in de hayatını, zihniyet dünyasını, onu yetiştiren kişileri ve yetiştiği ortamı da ayrıntılı bir şekilde tahkik etmiştir. Çelebioğlu’nun bu kıymetli ve pek hacimli eserinin en son baskısı üzerinden 22 yıl geçtiği için yeniden baskıya büyük bir ihtiyaç duyuluyordu. Âmil Çelebioğlu’nun hazırladığı bu nüsha, Sebahat Deniz ve Nihat Öztoprak tarafından gözden geçirildi ve Dokura sunuldu. Osmanlı fikir dünyasına dair bize önemli ipuçları veren bu kitap, Peygamber’i (sav) öğrenmek için en önemli kaynaklardan biri.
Muhafazakâr üst-orta sınıfın yaşam tarzındaki değişim herkesin aşina olduğu bir şey. Ancak Aksu Akçaoğlu, doktora tezinde bu değişimi sağlam bir şekilde temellendirmiş ve Ankara Çukurambar’daki değişim üzerinden anlamlandırmış. Kitabın girişi İslamcı-muhafazakâr ayrımına değiniyor ve bu kavramların kapsamlı bir haritasını çıkarıyor. Kitabın en güzel özelliklerinden biri teorik altyapı kısımlarında dahi insanı boğmayan dili. Akademik eserlerdeki anlaşılmazlık, soğukluk ve rahatsız edici mesafe bu kitapta yok. Akçaoğlu’nun dili kitabı okumayı kolaylaştırıyor âdeta. Bunun bir nedeni de kitabın etnografik bir çalışma sonucunda ortaya çıkması. Derinlemesine mülakat şeklinde planladığı bu doktora çalışması, kişilerin mülakat vermeye yanaşmaması sebebiyle ve biraz da talihin cilvesiyle etnografik bir çalışmaya evrilmiş. Akçaoğlu’nun Sufiyane isimli hat, ebru, ney, tezhip gibi dersler verilen bir kültür merkezini keşfetmesi ve orada Mesnevi dersi ve ney kursuna devam etmesiyle edindiği deneyimlerin samimiyeti üsluba da yansımış. Son dönemde muhafazakâr üst-orta sınıfın yaşadığı değişimi ve ürettikleri sembolleri anlayabilmek adına bu kitap çok önemli.
Modern dünyada gündelik yaşamın değişmesiyle birlikte insanların ve tabii olarak devletlerin zaman algısı da değişmeye başladı. 19. yüzyılın sonu itibariyle Batı’da devletlerin kendi içinde ve hatta uluslararası arenada sabit bir zaman dilimi kullanılması teklif edildi, günlük hayatın her vechesini etkileyecek bu değişiklik zamanla Batı dışı dünyaya da yayıldı. Zaman artık tabiatla iç içeyken doğrudan algılanabilen şekilde bölümlendirilmiyordu; daha soyut, daha yapay sınırlar çizilmişti. Boş zaman diye bir kavram yaratılmıştı örneğin. Siyasiler için de zamanın yönetilmesi ve düzenlenmesi büyük önem arz ediyordu; zamanı etkili bir şekilde kullanmak ve vatandaşların zaman yönetimine müdahil olmak teknolojiyle gittikçe daha haşır neşir olan ulus devletlerin ehemmiyet verdiği konulardan biri hâline geldi. 1870’lerden itibaren hayatın pek çok alanı değişirken zaman kavramının ve kişi ile devletlerin zamanı algılayış şeklinin nasıl değiştiğini görmek epey ilgi çekici. Aslında kitap, bir tarihyazımı kitabını andırıyor; Bu kitap, devletlerin açısından konuyu ele alan ancak bireyi de es geçmeden zaman kavramının nasıl dönüştüğünü bizlere aktarıyor.
Karatani’yi Türkçede ilkin Metafor Olarak Mimari kitabıyla tanıdık diyebiliriz. Ancak onun felsefeyi bir düşünce aracı olarak kullanması siyaset, mimari, güzel sanatlar, şiir gibi birçok alanda açılımlara ulaşmasını sağlayan bir yöntem. Geçen yıl külliyatını yayımlayan Metis’ten çıkan Dünya Tarihinin Yapısı’nda, dünya tarihini “mübadele” perspektifinden ele almıştı. Bu bağlamda kavramlara arkeolojik kazı uygulayan Karatani, demokrasi fikrinin kökeninin de mübadele açısından ele alınabileceğini vurguluyor İzonomi kitabında. Antik Yunan’dan ziyade İyonya’yı öne çıkardığı çalışmasında günümüz demokrasi fikrinin kökenlerinin aslında İyonya merkezli de ele alınabileceğini gösteriyor. Peki bunu neden yapıyor? Antik Yunan’daki demokrasi-tiranlık geçişkenliğini göstermenin günümüz politik meselelerinin kaynağını ortaya çıkaracağını ve alternatif bir model olarak “eşitlikçi” izonominin de seçenekler arasında yer almasının önemini göstermek için elbette.
Yale Üniversitesi’nde Hukuk profesörü ve Batı’da meşhur bir kişi olan Thurman W. Arnold’ın The Folklore of Capitalism (Kapitalizmin Folklorü) isimli bu kitabı 1937 basımlı. Anektodlarla dolu olan ve hicivli bir üsluba sahip bu kitap, sevimli görüntüsünün altında kapitalizmin mitlerine ciddi ve kallavi eleştiriler getiriyor. Kitabın yazarı Arnold, kapitalizmin bazı özelliklerinin ve kapitalist toplumlardaki sosyal yapıların ekonomi ve hukukun bölünmez parçaları ve yapıtaşları olarak görülmesine karşı çıkıyor. Yazara göre bunlar, kendisinin “kapitalizmin folklorü” olarak tanımladığı şeyi oluşturuyor. Amerikan toplumunda özellikle yaygın olan “Bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler” şeklinde özetlenen laissez-faire düşüncesini hicveden Thurman W. Arnold’ın bu meşhur ve çok-satar olmuş kitabının Türkçeye çevrilerek Türk okurlarla buluşması isabetli olacaktır.
Televizyonda gördüklerimize ve izlediğimiz haberlere güvenimiz azalsa da hâlâ en büyük haber alma kaynaklarımızdan birini kitle iletişim araçlarından olan televizyon oluşturuyor. David Altheide’nin Creating Reality: How Television New Distort Events (Gerçekliği Yaratmak: Televizyon Programları Olayları Nasıl Çarpıtıyor?) isimli kitabı gücü ve etkisi git gide artan televizyon haberlerinin toplumdaki etkisini ve nasıl algılandığını inceliyor. Araştırmaya ve belgelere dayanan bu kitapta konu olan toplum Amerikan toplumu ancak kitapta bizim haberlerimize ve insanımıza dair çıkarımlarda bulunmak da mümkün. Altheide, kitabında sadece haberlerin insanlar üzerindeki etkisini incelemekle kalıyor, aynı zamanda seneler boyu televizyon haber merkezlerinde edindiği deneyimleri ve gözlemleri de bir araya getirerek analiz ediyor. Haberlerin bize sunulurken olması gerektiğinden fazla ve kasten basitleştirildiğini savunan yazar, sadece ne gibi haberlerin yayımlanmaya layık görüldüğünü ve nasıl bir dil kullanılarak bizlere aktarıldığını anlatıyor.
Creating Reality: How Television New Distort Events, David Altheide, Sage Publications, 221 s.
Raymond Aron 1905 yılı Paris doğumlu bir filozof, sosyolog, siyaset bilimci ve gazeteci. Fikirleri özellikle Avrupa’da çok önemseniyor. Provokatif fikirlere sahip olması ve daha çok gazetecilere özgü bir haslet olan kelimeleri bir kılıç gibi keskin kullanabilme becerisi sayesinde ünü hayli fazla. Bu ününde kendisinin pek çok entelektüelle çatışmasının da payı vardır. Örneğin Jean Paul Sartre’la evvelden dostken, daha sonradan hasım olmuşlardır. Bir diğer meşhur kitabında entelektüellerin komünistlere olan sempatisini yerden yere vuran Aron, bu kitabında 68 Mayıs hareketinin hiçbir şekilde bir “devrim” olarak anılamayacağını savunuyor. La Révolution Introuvable - Réflexions sur les Événements de Mai (Devrim Bulunamadı - Mayıs Hareketi Üzerine Düşünceler) isimli kitapta Aron, bu “devrim” olarak adlandırılan hareketi “psikodrama” olarak tanımlıyor ve bu olaylarda görünüşte kıyamet koparılmasına rağmen devletin kurumlarını değiştirecek bir güce hiçbir zaman erişilemediğini ve bu hareketin bir anlamda risksiz olduğunu savunuyor. Daha sonradan Fransız toplumunu dönüştürecek olan iki büyük gücün yani Komünist Parti’nin ve de Gaul’ün bu harekete ilgi göstermediğini vurguluyor. Genelgeçer fikirlere sahip olmayan ve beylik lafların ardına sığınmayan Aron’un bu kitabı 68 kuşağına dair farklı bir bakış açısı sunuyor.