Müderris bir ailenin serencamı

EMEL ÖZKAN
Abone Ol

Güngörmüş evler, zaman zarfı içine konup anlamın posta kutusuna bırakılmış, okunmayı bekleyen birer mektup gibi. Anılarına misafir edildiğim böyle bir hane, Denizli’nin Yatağan köyünde, takriben yüz yıl önce, Müderris Mustafa Efendi tarafından yaptırılmış. Muhterem, bölgedeki geleneksel eğitim kurumlarının son misali olan Yatağan Medresesi’nin âlimlerinden bir zat imiş.

Merhumun hane-i saadeti, vazife yerinin hemen çaprazında. Kullanışlı ve zarif işçilikle bezeli bu mesken, sahibine yukarıdan bakmayan tipik bir Türk evi.

Kur’an-ı Kerim’i, on okuyuş çeşidi üzerine tilavet eden bir kurra hafızıymış aynı zamanda. Başmüderrisin yardımcısı olan babaları Hacı Şeyh Mehmet Efendi’nin ayak izinin peşinde, altı kardeşiyle birlikte, medresenin eşiğini aşındırmış sittin sene.

Merhumun hane-i saadeti, vazife yerinin hemen çaprazında. Kullanışlı ve zarif işçilikle bezeli bu mesken, sahibine yukarıdan bakmayan tipik bir Türk evi. Ev içi üretime uygun imar edilen ve aynı zamanda, gözün güzeli görme hakkının esirgenmediği ferahlık bahşeden o yapılardan. Oturma odasının içerisinde ve kapısındaki ahşap oymaların inceliği karşısında diliniz tutuluyor âdeta. Köyde antikacıların talip olduğu böyle eski kapılara rastladım. Doğrusu, bu gördüğümün eline hiçbiri su dökemez.

Müderris efendi burada, Kâmil adını verdiği bir evladını kucağına almış. Çocuğu dünyaya geldiğinde “melhame bakmış” ve masumun çok yaşamayacağını haber vermiş. Melhame için, üç tahta parçası üçgen şeklinde çatılıp, tepesinden bir ip sarkıtılıyor ve ipin hareketine göre, bir tabir çıkarılıyormuş. Ayrıntıları vardır muhakkak ancak bu kadarına muttali olabildim.

Ulema için bazı anahtar kavramlar
Nihayet

Medrese müfredatı arasında “ilm-i nücum” dersi de yer aldığından, âlimler, yıldızlarla süslü gökyüzüne alıcı gözle nazar ediyorlardı ve kadim bilgilere dayanarak bir hesaplama yapıyorlardı demek. İşte oğlu için melhame bakan Mustafa Efendi, evladının hastalık sebebiyle, ömrünün baharında vefat edeceğini söylemiş ve evliliğinin geciktirilmemesini tembihlemiş.

On sekizinde baş göz edilmiş oğul. Otuz dördünde bir maraza yakalanmış naçar. Amcasının oğlu Baha Akşit, tedavi için İstanbul’a alıp götürmüş onu. Ancak, ihtiyacı olan penisilin iğne bulunamamış ve emr-i Hak vaki olmuş. Ezelî takdir!

Efendim, tıp fakültesinde tahsil gören ve ileride milletvekili olacak Baha Bey köyüne geldiğinde, kapısı önünde hastalar sıralanırmış. Hepsine ihtimamla bakıp, reçete yazarmış hazret. Ama eczaneye gitmek, ha deyince olacak iş midir? Ahalinin, komşu ilçe Acıpayam’a ya da Denizli’nin merkezine ulaşması kolay değil. İyisi mi, eski usule devam denilir, reçeteler bir suya salınır ve su şifa niyetine içilirmiş.

Oturma odasının içerisinde ve kapısındaki ahşap oymaların inceliği karşısında diliniz tutuluyor âdeta. Köyde antikacıların talip olduğu böyle eski kapılara rastladım. Doğrusu, bu gördüğümün eline hiçbiri su dökemez.

Geçmiş ve gelecekle bağ kurup zamanı kuşatan ata yadigârı böyle haneler, sakinlerine bir bütünün parçası olduklarını hâl diliyle telkin edip, evin bir meta olmadığını hatırlatmasıyla kıymet taşıyor bilhassa. Hafızası kuvvetli meskenlerde, ölenlerin hayatını kaybettiğini kim söyleyebilir? Onların başlarını sokacak yerleri var hâlâ. Yahya Kemal’in buyurduğu gibi: “Biz ölülerimizle birlikte yaşayan bir milletiz.”

Müderris Mustafa Efendi’nin evladiyelik meskeni de, acısı unutulmasın diye, eşiğine ayak basan nicelerin hayat hikâyelerini saklamış. Onları bana anlatan, hanenin yetmiş beş yaşındaki hanımı Saime Hanım Teyze idi. O da Hacı Şeyh Efendi’nin torunlarından. Aktardığı malumata göre yapının inşa edildiği tarih, I. Cihan Harbi’ne tekabül ediyor. Dünyanın altını üstüne getiren ölümün, nice ömrü kül eylediği o vakitlere. Mustafa Bey’in babası, köyündeki şehit ailelerine nazar kıldıkça mahcubiyet hissiyle eseflenip şöyle dermiş: “Sekiz oğlum var. Neden hiç şehidim yok!” Gün gelmiş, beş evladını askere çağırmışlar. Çok geçmeden ikisinin şehadet haberini almış.

Ahali arasında, “yer melaikesi” lakabıyla maruf Şakir Efendi, Sarıkamış harekâtında sema ehline karışmış. Eskiler, “İnsan, toprağı nereden alındıysa, orada ölür” diye söyler hani. Bir batından kardeş dahi olsan, toprağın ayrı yerden heyhat. Müderris kardeşlerden Sid Efendi, Irak cephesinde sır olmuş. Onun sevgili kızı Sıddika Hanım, “Belki bu gün gelir” diye ümit ederek, babasını kırk yıl kapıya bakıp da nasıl hasretle beklediklerini anlatırmış çocuklarına. Nafile bekleyişin sonunda, medresenin bahçesine, şehidin makam kabri hazırlanmış. Kavuşmak mahşere kalmış hâsılı.

Nafile bekleyişin sonunda, medresenin bahçesine, şehidin makam kabri hazırlanmış. Kavuşmak mahşere kalmış hâsılı.

Evin banisi Mustafa Efendi’nin diğer iki kardeşi Abdullah ve Zühtü hocalar, sağ salim dönebilmişler yurtlarına. Dile kolay, dokuz sene sonra gelebilen Abdullah Efendi, Çanakkale Harbi’nde esir düşmüş meğer. İngilizlerin Hindistan’da kurduğu kamplarında, otuz altı ay boyunca tutsak kalmış. Esir mübadelesi sonucu serbest bırakılmış. Tecrübeli subay olduğundan, vazifeye çağrılmış ayağının tozuyla. Yunan ordusu gerisin geri dönünceye dek, üniformayı üstünden çıkarmamış. Cehdinden dolayı, Mustafa Kemal Paşa “Azmi” ismini vermiş kendisine. Kara bulutlar dağılınca üstün gayretlerinden ötürü, askeriye tarafından İzmir’in kordon boyunda bir ev hediye edilmek istenmiş. Hamiyetperver ve kanaatkâr müderris efendi, armağanı kabul etmemiş. Herhâlde ona verilecek en kıymetli bergüzar, medresedeki vazifesine devam etmesi olurdu. Zühtü Efendi ise, yedi yıl sonra yad ellerden dönebilmiş. Sorabilsek, neler anlatırlardı kim bilir. Yedi düvelin birbirine girdiği seferberlik günlerinden başlayıp da, bir gün ağız dil vermez olan, kederini sineye çektikleri medreselerine kadar.

Seksenine merdiven dayamış Saime Hanım Teyze, yüz yıllık ata ocağını tek başına tüttürüp tekkeyi bekleyecek şimdi.

Askere uğurlanan müderris kardeşler arasından, önce Ömer Koca Baba avdet etmiş memleketine. Ama ne yapsa ruhunu çağıramamış cepheden. Ödü patladığı için yollamışlar zaten. Oturduğu yerden, “Gitti, gittiii” diye bağırırmış ansızın. Patlamalarda can veren silah arkadaşları, gözünün önünden silinmezmiş. Haydar Ergülen, “ben bir anıyı ağırlamakla geçen hayatlardanım” demiyor muydu? İşte öyleymiş hâl-i pür melali.

Evine konuk edildiğim merhum Mustafa Efendi, askere çağrılmayan üç kardeşten biri. 1934 senesinde hayata gözlerini yummuş hazret. Yani, medreseler sırlandıktan on yıl sonra. Dünyanın hay huyuna şahit olup da son nefesini teslim edince, muhteremin evi, oğlu Kâmil Bey’e emanet edilmiş.

Kendisi hastalık sebebiyle erkenden göç eyleyince ise emanet, büyük torun Mehmet Necmettin Akşit Bey’e devretmiş. Mehmet Bey Hoca, dedelerinin ders okuttuğu medresenin avlusunda yer alan ve imamlık vazifesini ifa ettiği Teke Müsellim Camii’nden emekli. Yazıyı nihayete erdirdiğim vakitlerde irtihal haberi ulaştı.

Allah rahmetini ziyade eylesin! Seksenine merdiven dayamış Saime Hanım Teyze, yüz yıllık ata ocağını tek başına tüttürüp tekkeyi bekleyecek şimdi. Sayesinde, dördüncü ve beşinci kuşaklar, evin kokusundan ve müderris dedelerinin ibretli hikâyelerinden nasiplenmeye devam edebilecek. Mevla, ömrünü uzun eylesin!